top of page

Leo Huberman’ın “Feodal Toplumdan 20. Yüzyıla” Kitabı 6. Bölüm ve Umarım Son

18. Bölümün ortasında kalmıştım. Türkçe kitapta "Çalışanların İktisadı...!", İngilizcesi "Working Men of All Countries, Unite!” yani "Bütün Ülkelerin Emekçileri Birleşin!" Sözün kaynağı şu: Siyasi slogan "Dünyanın tüm işçileri, birleşin!" Karl Marx ve Friedrich Engels'in Komünist Manifesto (1848) (Almanca: Proletarier aller Länder vereinigt Euch!, kelimenin tam anlamıyla "Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin! ", ancak kısa süre sonra İngilizce'de "Dünyanın tüm işçileri, birleşin! Zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok!" şeklinde popüler hale geldi. Bu ifadenin bir varyasyonu ("Tüm toprakların işçileri, Birleşin") Marx'ın mezar taşında da yazılıdır. Sloganın özü, dünya çapındaki işçi sınıflarının üyelerinin, kapitalizmi yenmek ve sınıf çatışmasında zafere ulaşmak için işbirliği yapmaları gerektiğidir. Kaynak: Wikipedia


Dünyanın tüm işçileri, birleşin!

Aslında çok da uzatılacak bir konu değil diye düşünülebilir ama ben sevmiyorum. Neden kitabın orjinalini bozuyorsun? O bölümü okurken başlığına bakıyoruz, yazar o başlığı seçerek bir imge vermek istiyor okura. Semboller dünyasında her sembolün bir anlamı var. Çalışanların İktisadı bir şey dünyaca ünlü bir slogan başka bir şey. Kitabın çevirisi genel olarak oldukça iyi. Bazen bir kitap okuyorsun daha orjinalini bilmeden çevirinin yanlış oyduğunu hissediyorsun. Bu kitap o anlamda çok iyi. Zaten çeviren Murat Belge, ondan çeviri hatası beklemek yanlış olur. Her neyse devam edelim.


En son kapitalist toplumda emeğin sömürüsünün çok güzel bir özetini aktarmıştım. Sosyalizmin geçmişi ile devam ediyoruz. Bilindiği gibi sosyalizmden ilk bahseden Marks değil. Ütopyacı sosyalistler olarak adlandırılan ilk grup düşünürler var. İngiltere'de Robert Owen, Fransa'da Charles Fourier ve Saint Simon, Marks Onların işçilerin haklarını kapitalistlerin gönüllü olarak vermelerini istemelerine karşı çıkıyordu.


Açıkcası ben çok ütopik görmüyorum. Gerçi ben kişisel olarak tam sosyalizmi gerçekci de bulmuyorum. Sosyal demokrasi yanlısıyım. Belki o yüzden ilk sosyalistlerin burjuva ile iş birliği içinde, onların da desteği ile sosyalizmin gelmesini uygun görmeleri bana garip gelmiyor.


"Engels, Marx'ın felsefesinin köklerini şu terimlerle açıklar: "İlk olarak bu sistemdeki en büyük meziyet de burada yatar - doğa, tarihi ve akli olmak üzere bütün dünya bir süreç olarak, yani sürekli hareket, değişim, dönüşüm ve gelişme olarak görülür; ve bütün bu hareket ve gelişmeyi sürekli bir bütün yapan iç bağıntının ortaya çıkarılması çabasına girilir. Bu açıdan bakıldığında insanlık tarihi artık anlamsız fikirlerin çılgınca girdabı değil... insanın kendisinin evrim sürecidir." (Sayfa 248-249)

Kitabın özünü yansıtan alıntılar yapıyorum bir çok yeri bir kaç cümle ile özetlemeye çalışıyorum fakat 249. sayfa için bunu yapamadım. Tüm sayfa kelime atlamaksızın önemli. Marx'ın en temel görüşleri burada. Ekonominin önemi, insanın bilinci, servetin dağılımı, sınıflara ayrılışı, ürünlerin mübadelesi vs... Kısacası bu sayfa hakkında ne desem boş. Okumak gerek.


"İnsan Doğa'yı fethederek ilerler; yeni ve daha iyi üretim ve mübadele yolları bulunur veya icad edilir. Bu değişimler temel nitelikte ve uzun vadeli olunca toplumsal çatışmalar doğar. Eski üretim tarzıyla oluşan ilişkiler taşlaşmıştır; birlikte yaşamanın eski biçimleri hukuk, politika, din ve eğitimde sabitleşmişlerdir. Eskiden iktidarda olan sınıf iktidarını sürdürmek ister - ve yeni üretim tarzıyla uyum içinde olan sınıfla çatışma durumuna girer. Sonuç devrimdir." (Sayfa 250)

Marx ve Engels'in kurdukları sistem anlatılmaya devam ediyor. Kapitalizmin tarihin akışı içinde nasıl yok olacağı anlatılıyor. 1848 yılında yazılan Komunist Manifesto'da kapitalizmin nasıl sosyalizme dönüşmek zorunda olduğu anlatılıyor. Yönetimi emeği harcayanlar devralacak bu da ütopyacıların dediği gibi anlaşarak olmayacak zorla olacak, başka çare yok.


Marx sadece söylemekle kalmadı aktif bir şekilde değişim için çaba da harcadı. 1864'de yapılan Birinci Enternasyonel'e katıldı. İşçilerin eğitilmesi gerekiyordu. Kapitalizmin çöküşü yakındı. O zaman gelip çattığında bilinçli bir işçi sınıfı olmalıydı. Yoksa kaos olurdu. Özgürleşebilmenin yolu buydu.


Bundan sonraki kısım ağırlıklı olarak ekonomi üstüne. Marjinal fayda, marjinal üretkenlik, marjinal maliyet, marjinal alıcı, stok, tröstler, karteller, tekelleşme, rekabet, serbest kapitalizm, tekelci kapitalizm, dış pazar, koloniler, hammadde kaynakları, pazar, emperyalizm... Bir kaç kelime ile bölümün röntgenini çekmeye çalıytım. Bu kelimeleri peş peşe okuyunca zaten süreç anlaşılıyor. ve sonuç şu:


" Bütün bu yıllarda bayağı itbarlıydım, Madalyalar, terfiler birbirini kovaladı. Şimdi o günleri düşününce, Al Capone'a da birkaç faydalı öğüt verebilirim diyorum. Onun yapabileceği en iyi iş, çeteciliğini üç şehir bölgesinde yürütmekti: Biz Deniz Piyadeleri üç kıtada çalışıyorduk." (Sayfa 282)

Su sözler bir Amerikalı komutan, General Smedley D. Butler'a ait. Ne kadar güzel ifade etmiş emperyalizmin aslında mafyadan farkı olmadığını. Güçlü olan her zaman haklı maalesef. Her zaman böyleydi, hala da öyle. Daha önce de dedim ya oyun hep aynı sadece oyuncular değişiyor bir de onlara verilen isimler.


Dünyayı paylaşmaya çalışan dev şirketlerin çıkarları bir yerde çakışıyordu. Bu çakışma neyle sonuçlandı: savaşla. Yani dünyanın zengin ülkeleri sömürecek ülke yarışına girmişlerdi bazıları daha öndeydi, İngiltere, Fransa, İtalya, bazıları geri kalmıştı Almanya, Rusya gibi. Daha önce sömürge alanlarla, sömürgesi olmayanlar arasında savaş kaçınılmazdı.


Geldik 20. Bölüme: En Zayıf Halka.


Kapitalizmden önce de krizler oluyordu. Kıtlık, hastalık, savaş vb. sebeplerle krizler çıktığında insanlar bundan kötü etkileniyordu. Bu krizlerin sonucunda işsizlik, açlık kaçınılmaz oluyordu. Kapitalizmde krizin sebebi neydi? 1929 de yaşanan krizin sebebi yokluk değil bolluktu. Firmalar kar etme üzerine kurulu idi. Kar etmiyorsa satış da yapmak istemiyorlardı. Elinde ürettiği mal çoksa ve bunu alacak kadar insan yoksa patronun karı düşüyordu kaçınılmaz olarak.


Daha çok kar etmek için ya ürettiğin şeye daha pahalıya satacaksın yada daha ucuza üreteceksin. Eğer sen patron olarak ucuza üretmeyi seçersen ve bunun için de yöntem olarak çalışanına daha az ücret ödeyerek bunu yaparsan ne olur? İşçi az kazanır. Peki senin ürettiğin ürünü kim alacak yine bu işçiler. Peki onlarda senin ürettiğin malı alacak para olmazsa (çünkü sen adam gibi ücret ödemedin) ne olur senin malın elinde kalır. Kısır döngüye bakın. Daha çok kar etme hırsı ile yola çıkıp hiç mal satamamak. Nereden baksan aptallık ama yaşanan da buydu ilk büyük krizde.


Halbuki sürekli yüksek karı değil de arada bir de işçi de rahat görsün, bolluk görsün, bu sayede cebinde harcayacak fazladan parası olsun ki senin ürünün de yüksek fiyattan alıcı bulsun değil mi? İşte biz insanlar böyle canlılarız. Ne yapalım?


21. Bölüm Rusya'nın Bir Planı Var


1917'de Rus Bolşevikleri iktidarı ele geçirdi. Lenin ve arkadaşları bir deney yaptılar. Maalesef çok emek harcandı, çok uğraşıldı ama Marx'ın kağıt üstünde çok güzel duran teorisi hayata geçirilmeye çalışınca bir çok sorunla karşılaşıldı. Bu bölüm bu serüveni anlatıyor.


Son Bölüm Şekeri Bırakacaklar mı?


Batı dünyası bolluk içinde kıtlık yaşamıştı .Laissez-faire başarısız olmuştu. Plansızlık felakete sürüklemişti. Bir plan gerekiyordu. Plan bulundu madem krizin sebebi aşırı mal stoğu idi o zaman bu stok ortadan kaldırılmalı idi. Ne yaptılar? Siz olsaydınız elinizdeki fazla malı ne yapardınız? Ben cevap vereyim. En ucuz fiyattan elimden çıkarırım. Sanırım bir çok kişi de böyle cevap verir.


O zaman ki patronlar öyle yapmadı. Ellerindeki malı yaktılar. Eğer bir şey piyasada az bulunursa değeri artar değil mi? Onlarda mallarını az bulunur hale getirdiler. Buradan şunu anlıyorum ben kesinlikle patron da olamam, zengin de. Çünkü yönelimim başka.


Peki neden akılcı olanı değil, yani planlı üretimi değil de bunu tercih ediyorlar? Çünkü planlı bir ulusal ekonominin gideceği nokta oldukça sosyalist re ondan. 1917 de Rus Devriminin gösterdiği buydu çünkü. Para babaları asla gücü ellerinden bırakmak istemiyorlardı çünkü


Kitaptan son bir alıntı ile bitirelim bu uzun inceleme yazısını. Son alıntıdan önce ben de son sözlerimi söyleyeyim. Kitabı çok sevdim, çok şey öğrendim. Her zaman aynı fikir de olmasam da yazarın bakış açısını da beğendim. Kitap boyunca Avrupa'nın hikayesine benzer bizim de hikayemiz yazılmış olsaydı keşke diye düşündüm. Elimden geldiği kadar kişisel görüşlerimi eklemeden yazmaya çalıştım ama beceremedim. Artık bu yazı kayda bu şekilde geçti. Belki bir kaç kişi okur ve ilham alır.


Bilgi paylaşıldığı sürece anlamlı.


"Arthur Morgan'ın, Doğu Hindistan yerlilerinin maymun yakalama hikayesinden, kapitalistler için bir şey çıkartabilir miyiz? Hikayeye göre, "bir hindistan cevizi alıp, içinden ancak bir maymun elinin geçebileceği büyüklükte bir delik açıyorlarmış. İçine birkaç parça şeker koyup hindistan cevizini de bir ağaca sıkıca bağlıyorlarmış. Maymun elini sokuyor hindistancevizine, şekeri yakalıyor ve elini çekmeye çalışıyor. Ama sıkılı yumruk çıkacak kadar geniş değil delik. İşte açgözlülük, maymunun felaketi oluyor, çünkü elindeki şekeri hiçbir zaman bırakamıyor"" (Sayfa 338)






bottom of page