Toplum Hasta, Peki Terapisti Kim?
- Okunduğu Gibi
- 12 dakika önce
- 6 dakikada okunur
Harika bir site var. Adı "Arkeofili". Bu sitede yayınlanan yazıları keyifle okuyorum. Özellikle Evrim ve Antropoloji ile ilgili olanları. Okuduğum yazılardan birisi Sıla Eyler tarafından 16 Temmuz 2024 tarihinde yazılmış. Yazının adı: "Kültürel Değişimlere Ayak Uyduracak Kadar Hızlı Evrimleşmiyoruz". (https://arkeofili.com/kulturel-degisimlere-ayak-uyduracak-kadar-hizli-evrimlesmiyoruz/) Sanırım Live Science adlı dergide 6 Haziran 2024'te yayınlanmış bir yazının tanıtımı niteliğinde. Yazı benim de uzun zamandır üstüne düşündüğüm bir konuyu ele alıyor. İnsanın evrimi ve kültürümüz ilişkisi önemsediğim bir konu.
Yazıyı okudum ve linkedin sitesindeki sayfamda paylaştım. (Arkeofili sitesinin linkedin'de bir sayfası maalesef yok. Keşke olsaydı.)
Bu yazı, modern yaşam koşullarının insanın evrimsel geçmişiyle uyumsuzluğunu ele alıyor ve bu uyumsuzluğun neden stres, yalnızlık, sağlık sorunları ve sosyal sorunlara yol açtığını açıklıyor.
İnsan türü yüz binlerce yıl boyunca avcı-toplayıcı, küçük ve görece eşitlikçi toplumlarda yaşamak üzere evrimleşti. Ancak günümüzde kültürel değişimler o kadar hızlı ki biyolojik evrimimiz bu hızla uyum sağlayamıyor. Bu durum "evrimsel uyumsuzluk" olarak adlandırılıyor.
Atalara dönüş değil, çevremizi evrimsel ihtiyaçlara göre yeniden tasarlamak öneriliyor:
Kalabalığı azaltmak; Doğayla daha çok temas kurmak; Sosyal medya maruziyetini azaltmak; Tüketim yerine anlam odaklı yaşam tarzlarını benimsemek (minimalizm, farkındalık gibi)
İnsan doğası, modern dünyanın talepleriyle her zaman uyumlu değil. Bu uyumsuzluk, hem bireysel hem de toplumsal sorunlara neden oluyor. Ancak bu farkındalıkla çevremizi daha iyi şekillendirebiliriz.
Bu tespitleri okuyunca içimde bir süredir biriken bazı görüşlerimi linkedin gönderimin altına yorum olarak yazdım. Orada yazdıklarımı sitemde de yayınlasam iyi olur diye düşündüm.

Son 1 ay içinde Irvin Yalom'un 4 kitabını okudum. Onun üstünde durduğu konuların başında "burada ve şimdi" konusu yer alıyor. Aynı yöntemi sosyolojik yada antroplojik olarak da kullanmak mümkün. Bir de mealen şunu söylüyor, "eğer bir şey bir kişi de varsa bir şekilde herkeste bulunur" Buradan şunu çıkarıyorum: bireysel olarak çözemediğimiz sorunlar için terapiste gidiyoruz ve aynı şey toplumlar için de geçerli. Toplumsal olarak da çözemediğimiz dertlerimiz var. Söz konusu birey olduğunda yöntem kişinin önündeki engelleri kaldırmak. Birey bu sayede engelsiz olduğunda kendini gerçekleştirme fırsatı buluyor. Toplumların da engelleri var. Bu engelleri ortadan kaldırırsak toplumsal olarak da kendimizi gerçekleştirebiliriz. Bireyin önünde bilişsel, duygusal, davranışsal, ilişkisel, motivasyonel engeller ve savunma mekanizmaları bulunuyor. Toplumlar için de az önce sıraladığım engellerin muadilleri tespit edilebilir.
Toplumların Sorunları
Nasıl ki birey olarak hayatla başedemediğimizde bir profesyonele ihtiyaç duyuyoruz toplumlar da öyle. Yalom'a göre bireyin temel dertleri var: Ölüm korkusu; yalnızlık (izolasyon); Özgürlük (Sorumluluk); Hayatın anlamı ve amacı. Bu sorunların temek olarak kendisine başvuranların temel problemleri olduğunu söylüyor. Bu sorunların muadilleri toplumlar için de tespit edilebilir.
Ölüm Korkusu
Nasıl ki birey olarak öleceğimizi biliyoruz ve bu bizim üstümüzde bir baskı yaratıyor ve bizi çözüm yollarına itiyor, toplum olarak da yok olacağımıza dair korkularımız bizi çözüm arayışına itiyor. Birey olarak ölümden sonra yaşam, reenkarnasyon gibi hayali ve uydurma masallar icat etmişiz. Bu tür hikayelere inanmayanlar da bu sorunu arkalarında iz bıarakarak ölümsüzleşme yolunu seçiyorlar. Gerek çocuk sahibi olarak yapıyorlar gerekse arkalarında bilimsel, sanatsal, toplumsal eserler bırakarak.
Neticede ölüm korkusu çok reel. Toplum olarak ne yapıyoruz? Geçmişe baktığımız da yıkılmış onlarca, yüzlerce ülke, millet, toplum görüyoruz ve gördüğümüz şey bizi korkutuyor. Aynı kaderin bizim toplumumuzun da başına gelmesinden korkuyoruz.
Kültürel mirasımızı aşırı abartıyoruz. Birileri Osmanlıyı övüyor. Ceddimiz şöyleydi, böyleydi edebiyatı yapıyor. Bunun bir yansımasını bugün ABD de MAGA'cılarda görüyoruz. Yada sürekli çevremiz düşmanlarla örülü diye propaganda yapıyoruz. Bunu sadece biz yapmıyoruz tüm ülkeler yapıyor. Çünkü yok olmaktan korkuyoruz. Bunu İran da yapıyor, İsrail de yapıyor. Böylece muhafazakarlık neden bu kadar yaygın görüyoruz. Çünkü ölümden korkuyoruz.
Yalnızlık
Bir diğeri de yalnızlık, tecrit edilme korkusu. Nasıl ki birey olarak yalnız kalmayı sevmiyoruz toplum olarak da öyle. Sevilmek istiyoruz, ait olmak istiyoruz, birilerinin yanımızda olduğunu bilmeye ihtiyacımız var. Bizler bu şekilde evrimleşen canlılarız.
Toplum olarak da ait olma ihtiyacımız hat safhada. Bu yüzden ailemize, köyümüze, cemaatimize, hemşehrilerimize sıkı sıkıya bağlıyız. Bu yüzden toplumun dağılmaması çok önemli. Tek başımıza hayatla baş etmekte zorlandığımız gibi toplum olarak da ayrılırsak, dağılırsak, bölünürsek dünyayla baş etmekte zorlanacağımızı düşünüyoruz.
Belki de sosyal medyada bu kadar çok vakit geçirmemiz bireysel olarak yalnızlıkla baş edemediğimiz gibi toplumsal olarak da hayatla başedemediğimizin bir göstergesidir. Gerçek dünyada kendimizi bir topluma ait hissedemesek de sanal dünyada kendimize uygun bir toplum bularak bu açığımızı kapatıyoruz.
Özgürlük ve Sorumluluk: Bireyde ve Toplumda
Bir de özgürlük ve sorumluluk konusu var. Açıkcası Yalom'u ve Varoluşçuluğu benimsememin arkasındaki en büyük itici güç bu konu ile ilgili tespitler. Normalde birey olarak değişemememizin en büyük sebebi sorumluğumuzu üstlenememek. Sürekli başımıza gelen şeylerin sorumluluğunu başkasına atmak. Ailemiz, geçmişimiz, çocukluk travmalarımız, eşimiz, çocuklarımız, patronumuz, hükümet, toplum, kültür vs... artık aklınıza ne geliyorsa yaşayamadığımız hayatın sorumlusu olarak bir dış gücü sebep olarak göstermek. Durum böyle olunca değişmek de mümkün olmuyor.
Değişmem için sorumluluğu üstüme almam gerekiyor. Toplum için de geçerli bu durum. Toplumsal değişim için özgür olmanın yani sorumlu olmanın gereğini yerine getirmemiz gerekiyor. Sürekli dış güçlere suç atma alışkanlığımız neden var. Neden yaşadığımız sorunlar sürekli birilerini suçu oluyor? Neden demokrasiye bir türlü geçemiyoruz. Neden aldığımız kararlardan sorumlu olmuyoruz? Dindar bilincin en büyük zararı bu sanırım. Yaşamının sorumluluğunu mutlak bir güce devredince kendi hayatını yaşamana da gerek kalmıyor. Toplum olarak da özgür birey olmak aynı zamanda sorumluluk da istiyor ama bunun yerine kul gibi muamele görmek bir çok insanın işine geliyor.
Sanırım solcusu sağcısı, seküleri, dindarı bir kurtarıcı beklentisi içinde olmanın sebebi bu. İlla bir "baba", "lider", "kurtarıcı" gelecek ve bizi yaşadığımız sorunlardan çekip alacak. Halbuki özgür birey yada özgür toplum sorumluklarını üstlenen toplumdur. Yani kısacası bizler birey olarak da toplum olarak da yetişkin olmak istemiyoruz. Çocuk kalmak istiyoruz. Çünkü büyürsek yapmak zorunda olduğumuz şeyleri yapmak için inisiyatif almamız gerekecek.
Ulusal Kimlik Krizi ve Anlam Boşluğu
Son olarak hayatın anlamı meselesi. Sanırım birey olarak da toplum olarak da en zorlandığımız şey bu. Dinin varlık sebebinin bir parçası da bu. Çünkü dinler insana yaşamak için bir anlam ve amaç sunuyorlar. Maalesef bu dışarıdan verilen anlam yüzeysel olarak konuyu çözüyormuş gibi dursa da derinlerde çözemiyor. Kalbinde yara olan kişiye aspirin vermek gibi bir şey bu.
Bu dünyada olmak bir kedi için ne kadar anlamlıysa insan için de o kadar anlamlı ama maalesef bizler soyut düşünme yeteneğine sahip, kendi üstüne düşünebilen, öleceğini bilerek yaşayan, bilinçli canlılarız. Yani aslında bu dünyada yaşayan her canlı kadar anlamımız var ama bizler az önce saydığım sebeplerden dolayı kendimizi diğer canlılardan ayrıştırıyoruz. O kadar büyük bir basınç altındayız ki cevap bulamadığımız da çıldıracak gibi oluyoruz. Çıldırmamak için de hikayeler uyduruyoruz. Masallar, mitler, efsaneler ve sonuç da din dediğimiz şey ortaya çıkıyor.
Bu anlam üretme ihtiyacı bireyin çözmesi gereken bir ihtiyaç. Giderilmediği takdirde sorunlar çıkıyor. Büyük bir kısmımız bu ihtiyacı bizden öncekilerin az bilgi ve kıt kanaat görüşleri ile çözdükleri şekilde efsanelere inanarak gideriyor. Bir kısım ise sanki hiç böyle mevzular yokmuş gibi yaşıyor ve kendini alkole, cinsel ilişkiye, tüketime, bağımlılıklara vb şeylere veriyor.
Bir kısım ise bu sorunla yüzleşiyor ve mücadele ediyor. Kendisi için anlam üretmeye, bulmaya, yaratmaya çalışıyor.
Bu uzun bireysel tespitlerden sonra gelelim toplumlara. Toplumların bir arada kalması için ortak anlamlara, amaçlara ihtiyacı var. Başka türlüsü olamaz. Başka türlü, ortak bir amaç, vizyon, değerler olmadığında zaten o bir arada olan kişilere toplum diyemeyiz. Aynı dili konuşan, ortak bir tarihe sahip, benzer acıları çekmiş insanlar bir arada olduğunda ona toplum diyoruz.
Yani yok olma tehlikesi ile yüz yüze olan, yalnızlık tan korkan ve özgür olmak isteyen insanlar bir araya geliyor ve ortak bir amaç doğrultusunda bir arada yaşıyor. Biz buna toplum diyoruz. Bu toplumun ortak amacı olmazsa o zaman sorunlar çıkıyor. Ortak bir dili olmazsa, ortak bir geçmişi yadsırlarsa o zaman sorunlar çıkıyor. Eğer toplumun bir kısmı diğer kısmında daha üstün hissederse kendini sorunlar çıkıyor. Eğer bir toplum kurulurken herkes bu toplumun bir arada yaşama amacına ikna olmamışsa sorunlar çıkıyor.
Maalesef bizim ülkemizde yukarıda saydığım tüm sorunlar öyle yada böyle var. Ortak bir amacımız yok. Açıkcası kimin ne amacı var o da belli değil. Bir kısım şeriat istiyor, bir kısım Türklüğü ön plana çıkarıyor, bir kısım Kürt kimliğini öne çıkarıyor, bir kısım dinin tek yorumunu kabul etmiyor ve aleviliğini yaşamak istiyor. Uzun lafın kısası ülke kurulurken ilk düğme yanlış iliklenmiş. Ortak bir amaç belirlenmiş ama bu amaç yukarıda saydığım sebeplerden kabul görmemiş. Görmeyenler bastırılmış, asimile edilmeye çalışılmış ama o da becerilememiş.
Ne bir din devleti, ne bir Türk devleti, ne seküler bir devlet, ne de demokratik bir devlet olabilmişiz. Bir ideal, amaç ortaya koymuşuz ama kimse bu amacı içine sindirememiş.
Bu yamalı bohça ile bugüne gelmişiz. Nasıl ki birey bir anlam bulamadan yaşamaya güç de bulamıyor toplum olarak da benzer bir durumdayız.
Bu toplumun bir arada olmasını sağlayan anlam nedir? Bu toplumun amacı nedir? Bizi biz yapan ulusal kimliğimiz nedir? Bizler neden bir aradayız? Ortak idealimiz nedir? Ahlaken bu kadar çökük olmamız tesadüf mü? Devlet malı deniz yemeyen domuz gibi bir atasözüne sahip olmamız normal mi? Çalıyorlar ama çalışıyorlar lafını nasıl içimize sindirebiliyoruz? Birileri suçsuz yere hapsedilirken bu kadar tepkisiz olmak ile toplum olmayı nasıl aynı cümlede kullanabiliriz?
Neden bu kadar genç yurtdışına kaçıyor. Eğer içine doğdukları toplum onlara anlamlı bir hayat sunabilseydi bu yaşanır mıydı?
Toplumsal Terapi Mümkün mü?
Sonuç olarak toplum olarak çok ciddi tedaviye ihtiyacımız var. Bizler çok ağır bir ruh sağlığı olan bir hasta gibiyiz ve bu hastalığın çözümü de terapi görmek. Sanırım asıl sorun da burada işte. Evet toplumlar da bireylere benziyor. Toplumlar da bir şekilde bireylerin semptomlarını gösteriyor. Hatta durum tespiti yapmak da kolay ama arada çok ciddi bir fark var. Söz konusu birey olduğunda işinin ehli bir terapist bireyi içine düştüğü sorundan kurtarabiliyor. Peki ruh sağlığı bozuk olan bir toplum olunca onu kim tedavi edecek?

Hozzászólások