Dindar Bilinç, Kamusal Alan ve Siyaset
- Okunduğu Gibi
- 19 May
- 11 dakikada okunur
Ders çalışmaya devam ediyorum ama okuduklarım o kadar çok şeye ilham veriyor ki yazı yazma motivasyonundan sıyrılıp kendimi çalışmaya odaklayamıyorum. Medya Sosyolojisi 5. ve 6. üniteyi bitirdim, 5. ünitede “Kamusal Alan” sonra da 6. ünitede “Kimlik ve Modernite” konularını ele alınmış. Artık alışkanlık olduğu üzere okuduklarımı Türkiye’ye uydurmaya çalışıyorum. Bu kavramların ne kadarı ülkemiz için geçerli ne kadarı havada kalıyor analiz etmeye çalışıyorum. Kamusal alanla ve Türkiye’nin modernite sorunu ile ilgili olarak daha önce bir kaç yazı yazdım. Hatta Türklük Sözleşmesi kitabının tamamını detaylı bir şekilde incelemiştim. Ernest Renan’ın “Ulus” ile ilgili verdiği konferansı çok sağlam bir şekilde kelime kelime incelemiştim. O yazının linkini ekleyeyim: https://www.okundugugibi.com/post/türklük-sözleşmesi̇-ki̇tap-eleşti̇ri̇si̇-ve-değerlendi̇rmesi̇-8-yazı.
Şimdi bu iki ünitede peş peşe bu iki temayı görünce tekrar aynı meselelerim depreşti. Belki kendimi tekrar etmiş olacağım ama bu sefer kafamdaki meselelere yeni bir konu daha eklendi. Sorum şu: nasıl oluyor da tüm ahlaksızlıklara rağmen hala toplumun %40 lık bir kesimi fikirlerini değiştirmiyorlar? Bunu anlamam gerekiyor. Bu konunun kamusal alan, modernite, kimlikle ne ilgisi var çözmeye çalışıyorum. Bu yazının ana meselesi bu konular olacak.
Türkiye’de Kamusal Alanın Zayıflığı ve Dindar Bilincin Egemenliği
Türkiye'de kamusal alanın zayıflığı ile dindar bilincin hâkimiyeti arasında nasıl bir ilişki var?. Bu yazıda, bu iki olgunun birbirini nasıl beslediğini ve bu durumun toplumsal sonuçlarını ele alacağım.
Kamusal alan kavramı, özellikle Jürgen Habermas'ın çalışmalarıyla önem kazanmıştır. Habermas'a göre, kamusal alan, bireylerin özgürce bir araya gelip kamu yararını tartışabildikleri, devlet karşısında özerk, rasyonel tartışmaya dayalı, eleştirel bir iletişim alanıdır. Bu alanın ortaya çıkışı, 18. yüzyıl Avrupa’sında, özellikle burjuvazinin yükselmesiyle birlikte, kahvehaneler, gazeteler, salonlar gibi mekanlarda gerçekleşmiştir.
Kamusal alan, bireylerin toplumsal sorunları özgürce tartışabildiği, fikir alışverişinde bulunabildiği ve siyasi eylemleri etkileyebildiği bir sosyal alandır. Habermas’a göre bu alan, rasyonel tartışma ve katılım yoluyla kamuoyunun oluştuğu, yurttaşların eşit şartlarda fikirlerini ifade edebildiği bir ortamdır. Geleneksel kamusal alan zamanla zayıflarken, dijital medya yeni bir kamusal alan yaratmıştır. Yeni medya, aktif yurttaş katılımını, çoğulculuğu ve ifade özgürlüğünü artırsa da, parçalanmışlık, yüzeysellik ve popülizm gibi sorunlarla eleştirilmektedir. Yukarıdaki tespitleri ders kitabından ayıkladım.
Türkiye'de kamusal alan neden zayıf sorusunun cevabını aslında yukarıdaki tespitleri okur okumaz hemen görüyoruz. Anahtar kavramlar neler? Özerk vatandaş, rasyonel düşünme, eleştirel yaklaşım, özgürlük, katılım… Bunların hangileri ülkemizde mevcut? Yada ne kadar mevcut? Yada toplumun hangi kesiminde mevcut?
Türkiye'de modernleşme sürecinin yukarıdan aşağıya, yani devlet eliyle gerçekleştiğini biliyoruz. Evrimsel bir süreç olarak devlet yapısı değişmedi. Toplumu oluşturan bireylerin neredeyse tamamı neler yaşandığının farkında bile değildi. Türklük Sözleşmesi kitabında bu konuyu uzun uzun tartıştık. Toplumun geniş kesimlerinin katılmadığı bir süreç yaşandı. Kamusal alanın ortaya çıkması için gerekli ön koşullar ülkemizde bulunmuyordu. Eleştirel düşünme, kamusal tartışma, çoğulculuk gibi değerler yeterince kök salmamıştı. Sonuç olarak, insanlar kamusal tartışmalardan çok, geleneksel dini otoritelerin ve cemaatlerin etkisi altında kalmaya devam etti. Bu mirası biz Osmanlıdan aldık. Osmanlıdan kalan kulluk düzeninin etkilerini hala görüyoruz. Burada konu “dindar bilinç” kavramına geliyor.
Türkiye'de geleneksel dini yapılar, bireylerden çok topluluğa, yani ümmete dayanıyor. Bu yapı, bireyin özerkliğini ve eleştirel düşüncesini bastırıyor. Cemaatçilik, bireysel düşünceyi değil, itaati ve aidiyeti önemsiyor. Sonuç olarak, kamusal alanın dayandığı bireyci, rasyonel, eleştirel vatandaş figürü gelişemiyor. Bunda şaşılacak bir durum yok. Yani su akıyor yolunu buluyor. Bu çeşit bir alt yapıdan başka bir sonucun ortaya çıkması beklenemez. Bir ortadoğu kültüründen batılı zihniyetin çıkması beklenemez. Bu zihniyetin adına dindar bilinç diyorum. Dünyayı algılama biçimini ifade ediyorum. Sorgulamayan, eleştirmeyen, rasyonel olmayan, gelenekçi bir düşünce biçimi. Halbuki kamusal alan neyi öngörüyordu? Özerkliği, rasyonel düşünmeyi, eleştirel yaklaşımı, özgürlüğü, katılımı değil mi?
Bu iki yaklaşım birbirini besleyen bir döngü oluşturuyor. Kamusal alan gelişmeyince dindar bilinç daha güçlü kalıyor; dindar bilinç güçlü kaldıkça da kamusal alanın gelişmesi engelleniyor. Yani, kamusal alan eksikliği ve dindar bilinç arasında karşılıklı pekiştiren bir ilişki var.
Kamusal alana sahip dindar bilincin hakim olduğu toplum var mı? Hangi müslüman ülkede kamusal alan var? Peki hristiyan ülkeler içinde kamusal alanın zayıf olduğu ülkeler var mı? Burada aslında kritik konu hangi dinin hakim olduğu değil ülkelerde laikliğin olup olmadığı. Bu konuyu burada kesiyorum. Çünkü asıl meselem neydi? Nasıl oluyor da bir ülkenin çok büyük bir kısmının görüşlerini hiç bir şey değiştiremiyor? 6. üniteden Bauman ve Giddens’ın bir kaçt tespiti aktarıp konuyu bağlayacağım.
Sayfa 190 -191:
“Diaspora metaforuyla çağdaş zamanlarda çoklu-özne konumlarına vurgu yapan Bauman (1996), tarihsel anlamda kimliğin dönüşümünü anlatabilmek içinse ‘hacı’ ve ‘aylak’ metaforlarını kullanır. 16. yüzyıldan post-modern döneme kadar bireyler tıpkı kendini dine adamış birer ‘hacı’ gibi belirli bir amaç uğruna yaşamış, tatminlerini ötelemiş, hayatları boyunca aynı coğrafyada kalıp aynı mesleği icra etmiş, istikrarlı ve statik bir toplumda yaşamışlardır. Dolayısıyla bu dönemin öznesi kendi benliğine/kimliğine dair güçlü bir farkındalığa sahiptir. Oysa geç modernitenin öznesi, Walter Benjamin’in (2011) tanımlamasıyla, tıpkı kentin pasajlarında aylaklık eden bir kent gezgini ya da flanör (Fransızca flânuer ) gibi hayatta sabit bir hedefi olmadan, belli bir kimlik ve gelecek tahayyülünden uzakta, her zaman yeni olasılıklara ve deneyimlere açık, tek bir yere, kimliğe ait olmaksızın, farklı bağlamlarda farklı aidiyetler geliştirerek yaşamak durumundadır. Giddens’a (1991) göre bu akışkan ve devingen kimlik anlatıları arasında durmadan yeni seçimler yapmak, kim olduğumuz ve kim olmak istediğimiz sorularını sürekli yeniden yanıtlamak ve yeni anlatılar kurmak zorundayız artık. Nedeni açık: bu çağda mesleğimiz, çalışma koşullarımız dahil, eğitim kurumlarımız, komşularımız, kurduğumuz arkadaşlıklar ya da romantik ilişkiler, yaşadığımız kent, hatta ülke, siyasal partiler, hukuk kuralları, sahip olduğumuz haklar, beğenilerimiz, bağlı olduğumuz sendikalar ya da hayran toplulukları kısacası bizi biz yaptığına inandığımız bileşenlerden çoğu ne sabit ve değişmezdir ne de tümüyle bizim kontrolümüz altındadır. Bu da erken modern dönemde durağan bir hayat süren bireyden farklı olarak, parçalı kimlik anlatılarından kendine sürekli yeni benlikler tasarlayabilen, Giddens’ın tanımlamasıyla, düşünümsel bir özne olabilmeyi gerektirmektedir. İşte dijital teknolojiler, Instagram, Facebook, YouTube gibi popüler sosyal medya platformları geç modernitenin bu düşünümsel öznesine -yani bize- yeniden ve yeniden bir kimlik inşa edebilmemiz için sınırsız olanaklar sunar. Kimliklerimiz “kuşanmak ve göstermek içindir, saklamak ve muhafaza etmek için değil” diyen Bauman’a (2004: 89-90) göre dijital teknolojiler tam da bu değişken kimlik pratiğini mümkün kıldığı için hızla benimsenmiştir.”
Yukarıdaki alıntıyı okurken içimde bir sızı oluştu. Ne güzel anlatıyorlar değil mi? Türkiye'de yaşayan insanlarla burada tanımlanan bireyi kıyaslıyorum. Yeni deneyimlere açık olan, farklı aidiyetler geliştiren, seçimler yapan, kim olmak istiyorum diye soran, yeni anlatılar kuran… ne kadar hoş ifadeler. Halbuki alıntının başında ne diyordu 16 yy. da yaşayan hacılardan bahsediyordu. Hayatı boyunca değişmeyen vs…
Tüm bunları okuduktan sonra Türkiye'de yaşayan bir grup insanın neyi neden yaptıklarını anlamaya başlıyorsun. Yukarıda bahsedilen türde bireyler yok mu? Tabi ki var ama bu gruptaki kişilerin tüm toplum içinde azılıkta kaldıkları ortada. Asıl hakim güç başka bir yerde.
Türkiyede ister şehirde yaşasın ister kırsalda hakim olan kültür taşralılık. Belirtileri neler? Muhafazakârlık, cemaatlerin yaygınlığı ve geleneklere bağlılık bunu bize gösteriyor. Geçtim kimlik arayışını tam tersi sahip oldukları kimliklerini bırakmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu gruptaki insanlar hâlâ "tek kimlik" (örneğin dindar/milliyetçi/partizan) üzerinden kendilerini tanımıyor. Bu grupta akışkanlık yerine katılık, güven arayışı, kimlik kapanması var. Devlet, din ve millet üçgeninde "sabit bir aidiyet" arayışı sürüyor. Türkiye'de bir yanda az da olsa Bauman'ın akışkan bireyleri, öte yanda "katı kimlikli, cemaate bağlı" bireyler birlikte yaşıyor. Yani eş zamanlı modernlik ve gelenekselcilik iç içe geçmiş durumda. Bauman'ın teorisi şehirli, kozmopolit kesim için geçerliyken; Anadolu'nun geniş kesimlerinde hâlâ sınırlı bir karşılığı var.
Giddens’a göre geç modern birey, artık sabit, devralınmış kimliklerle değil; sürekli yeniden tanımlanan, esnek kimliklerle yaşar. Bu birey her gün kim olduğunu düşünmek, karar vermek, risk almak zorundadır. Kimliği bir “hikâye” gibi kurgular. Bu hikâye tarihsel değil biyografiktir (kişisel kararlarla yazılır). Düşünümsellik (reflexivity), modern bireyin temel özelliğidir: Kendini düşünür, değiştirmeye çalışır.
Aynen Baumanda olduğu gibi burada tarif edilen türde insanlar yok değil. İlla ki bir kesim bu özelikleri sergiliyor ama hakim güç böyle mi? Geniş toplum kesimleri için düşünümsellikten yani kendisi üstüne düşünmekten bahsedebilir miyiz? Maalesef cevap hayır çünkü eğitimin niteliği halkın büyük kesimi için çok düşük, aile, din ve devlet gibi kurumlar bireyden çok "topluluk" kimliği dayatıyor, hayat hikâyeleri kişisel değil ideolojik ve dinsel çerçevelerde şekilleniyor. “iyi Müslüman olmak”, “millete hizmet etmek” vb klişe laflar arkasına saklanan bir toplu kimliğe sahipler. Ve bunlar da ezberlenmiş, kalıplaşmış sözler. Derinliği olmayan sadece doğru olduğu beyinlerine kazınmış beylik sözler. Halkın bir kesimi için hem de oldukça büyük bir kesimi için düşünümsellik yerine itaat, biat, aidiyet ön planda. Giddens’ın düşünümsellik teorisi, Türkiye’de özgürleşmiş bireyin olduğu yerlerde geçerlidir. Ancak Türkiye'nin büyük bölümünde birey, kendini özgürce kurgulayan bir özne değil; bir kimliğe ait olması istenen bir "araç" gibi konumlandırılmıştır.
Sonuç olarak, Türkiye’de Bauman ve Giddens’ın geç modernlik teorileri, şehirlileşmiş, eğitimli, bireyselleşmiş sınıflar için geçerlidir. Ancak büyük ölçekte toplum hâlâ geleneksel modernliğin (ya da pre-modernliğin) kalıplarında yaşar: Tek kimlikli, itaat odaklı, cemaatçi. Bu nedenle Türkiye "çok hızla modernleşen ama eş zamanlı olarak modernleşemeyen" bir çelişkiyi yaşamaktadır. Yani geç modernliğin getirdiği çözümsüzlükler, geleneksel yapılarla birleşince kimlikler daha da kırılgan hale geliyor.
Şimdi kamusal alan, modernite sorunu, dinsel bilinç konularını entegre ederek bu beyin jimnastiğini bitireyim.
Türkiyede eksik yada yanlış olan bir şeyler var. Türkiye'de birey eksik. Cemaatçi bir yapı hakim. Cemaatçi kafa yapısı bireysel özerkliğe ve eleştirel bilince karşı bu da insanların bir sürü içinde yaşamalarına yol açıyor. Türkiyede eleştirel kamusal kültür eksik. Kamusal alan hiç bir zaman olmadı olduğunda da sağlıklı olamadı. Belki 100 yıllık geçmişimiz boyunca çok kısa aralıklarla belli bir özgürlük ortamı oluşur gibi oldu ama bunu da gücü elinde bulunduranla daha doğum aşamasındayken engellediler. Medya çoğu zaman propaganda aracı olarak kullanıldı. Türkiye kamusal alan eksikliğinde mecburen klanlara bölündü. Sağlıklı bir tartışma kültürü oluşamadığı için de kutuplaşma tuzağına düşürüldü. Devlet-yurttaş ilişkisi hâlâ dikey. Türkiyede halkın bir kesiminde yurttaş değil, "reaya" zihniyeti var. Bu da siyaseti din haline getiren kesimi doğuruyor. Eğitim sisteminin niteliği düşük. Eğitim kalitesinin düşük olması için özel emek harcanıyor. E Kamusal aklı inşa edecek felsefe, etik, sosyoloji, tarih bilgisi zayıf. Bu şekilde zayıf kalması ülkeyi kendi çıkarları için yönetenlerin işine geliyor. Bu devranın böyle devam etmesi için eğitimsiz kitlelerin varlığı elzem.

Dindar Bilincin Siyasal Tercihler Üzerindeki Etkisi
Toplumun %40 ‘ını oluşturan bu grubun neden böyle olduğuna dair bir kaç tespitim var. Bu %40’ı anlamaya çalışıyorum. Tabi ki indirgemeci bir şekilde yaklaşık 30 milyonun hepsini bir kaç özellikle açıklamak mümkün değil ama bazı ortak noktaları olduğunu görmek gerek. İşte yıllardır tüm okumalarımı bu insanlar neden böyle bir tutum içindeler sorusunu anlamak üzere yaptım. Neyi niye yaşadığımızı, bütün bunları neden olduğunu 4 yıl öncesine nazaran çok daha anlar hale geldim.
Sanırım Türkiyede herşeye rağmen hala %40 oy almayı başaran bir hükümet olmasının sebebi bu dinar bilinç. Bu grup öyle bir grup ki ki dışarıdan içeriye sızmak çok güç. Nasıl ki ölümden korktukları için bir öbür dünya yalanı ile kendilerini teselli ediyorlar aynen bu hükümet giderse öleceklermiş gibi bir yaklaşımla bu hükümeti ölümüne savunuyorlar. Çok ilginç bir ilişki biçimi var. Bu hükümetin varlığını ve korunmasını sanki hayat memat meselesi gibi algılıyorlar. Bu yüzden ne yaşarsak yaşayalım, ülkece başımıza ne gelirse gelsin fikirlerini değiştirmiyorlar.
Bu kemikleşmiş yapının arkasında neler var? Türkiye’de dindar bilincin siyasal tercihler üzerindeki etkisi, sadece “inanç meselesi” ile açıklanamaz. Aynı zamanda kimlik, güvenlik, aidiyet ve hatta varoluşsal kaygılarla iç içe geçmiş bir yapı var karşımızda.
İlk tespit, “bu hükümet giderse sanki öleceklermiş” gibi davranıyorlar. Bu sadece mecazi bir ifade değil bu düşünce biçimini anlamak için sosyolojiden, psikolojiden ve hatta tarihten yararlanabiliriz. Dindar bilinç Türkiye'de çoğu zaman devletle veya iktidarla özdeşleşmiş bir şekilde işliyor. Osmanlı’da halife-sultan birliği, dinî itaat ile siyasi itaati birleştirirdi. Yani bir insan bir kere itaat kültürünü almışsa artık itaatin kime veya neye karşı olduğunun önemi kalmıyor. Milgram'ın itaat deneyleri bize bunu gösterdi ki insan itaate teşne bir canlı türü. Şimdi bunun evrimsel sebeplerini tartışacak değilim ama psikoloji, sosyoloji, tarih bize bunu net bir şekilde gösteriyor. Tarihsel olarak da bir lidere (halife/sultan/Demirel Baba vs) itaat etmek için bizim normalimiz durumunda. Dindar bilince sahip insanlar için itaat çok sıradan bir durum haline geliyor. Dini itaatle büyümüş nesiller ailelerine, okula, askere, babalarına, eşlerine ve son olarak gönül bağı kurdukları siyasi liderlere itaati normal olarak görüyorlar. Bu tespit cepte kalsın.
Bir başka konu dindar bilinçt ve modernite ile ilgili sorunları. Özü itibari ile bu konuda dinle ilgili. Modern Türkiye'de, özellikle 2000'li yıllardan itibaren, dindar kitlelerin uzun süre dışlandığı düşüncesi üzerine kurulan bir mağduriyet politikası üretildi. Mağduruz da mağduruz diye tekrarlayıp durdular yıllarca. AKP iktidarı bu mağduriyet hissini politik sadakate dönüştürmeyi çok iyi başardı. Bu gruptaki insanların büyük kısmı ne diyor? AKP, “bizi ilk defa adam yerine koyan parti” diyorlar. Direk dile getirmeseler bile hissettikleri duygu bu. Bu duygu, özellikle taşrada, kırsalda, alt sınıflarda çok güçlü. İlk defa camilerde baskı hissetmediklerini, başörtülerinin yasaklanmadığını, “bizim adamlar”ın devlet kademelerine geldiğini gördüler.
Cemaat yapılarında bireyin değil grup sadakatinin ön planda olduğunu biliyoruz. Sosyolojinin kurucu babalarından beri ortaya konulan bir tespit bu. Özellikle kırsalda ve kent yoksulluğunda oy verme davranışı aileye, imama, cemaat liderine göre belirleniyor. Kişisel değil kolektif rızaya dayalı bir tercih yapılıyor. Düşünme değil, aidiyet belirleyici oluyor. Bu tespit de cepte kalsın.
Eğri oturup doğru konuşmak lazım. Türkiye’de dindar kesim uzun süre kamusal alanda dışlanmış ve “öteki” olarak konumlandırılmıştı. AKP iktidarı, bu kesime ontolojik bir meşruiyet hissi kazandırarak “varım ve onurluyum” duygusu yaratmıştır. Ontolojik meşruiyet, bir birey veya topluluğun sadece siyasi ya da hukuki olarak değil, "var olmakta haklı olduğunu hissetmesi", "benim bu dünyada yerim var" diyebilmesidir. Bu nedenle iktidara duyulan sadakat sadece politik değil, varoluşsaldır.
Asıl can alıcı gözlemim ise şu: “Bunlar giderse İslam yok olur”; “Tekrar başörtüsü yasaklanır”; “Yine hor görülürüz”; “Vatan elden gider” benzeri sözleri duyuyoruz. Bu söylemler, özellikle medya, hocalar, ve sosyal medya ağları üzerinden sürekli pekiştiriliyor. Bu, korku temelli bir siyasal bilinç üretiyor. Öyle ki bu gruptaki bazı kişiler aç kalmayı kabul ederler ama “karşı tarafın kazanmasını” istemezler. Yeniden Refah Partisi liderinin ağzından direk buna benzer sözleri duydum. Neden bu ahlaksızlığı ayyuka vurmuş hükümete destek verdiniz onlarla koalisyon yaptınız diyen muhabire “CHP gelse daha mı iyiydi” dedi. Çünkü öteki taraf (CHP), sadece farklı bir siyasi görüş değil, varoluşsal bir tehdit olarak algılanıyor. Bu yüzden ne kadar ahlaksız olurlarsa olsunlar ülkeyi yönetenler “yönetmeye” devam etsin istiyorlar. Bu tespiti de cebe atalım.
Bir başka önemli tespitim şu: Bu yapıya dışarıdan yöneltilen eleştiriler çoğu zaman kişisel bir saldırı gibi algılanıyor. Çünkü dindar bilince sahip bu kişiler, kimliklerinin bu siyasi yapı tarafından şekillendirildiğine inanıyor. Bu nedenle siyaset, onlar için yalnızca bir tercih değil; kimliklerinin ve kutsallarının ayrılmaz bir parçası haline geliyor. Siyaset, kimlik ve kutsal arasında kurulan bu bağ, siyasal alanı adeta dokunulmaz kılıyor. Nasıl ki kutsal olan sorgulanamazsa, siyaset de artık eleştirilemez hale geliyor. Her eleştiri, kutsala yapılmış bir saldırı gibi algılanıyor. Bu durum, “Onca olumsuzluğa rağmen nasıl hâlâ destekliyorlar?” sorusunun cevabını da içinde barındırıyor. Çünkü siyasetle kutsalın özdeşleştiği bir bilinçte, siyasal tercih değişimi bir inanç değişimi kadar sarsıcı hale geliyor. Bu yüzden yaşanan ekonomik krizler, adaletsizlikler ya da yolsuzluklar karşısında bile, 'Onlar yapıyorsa bir bildikleri vardır', 'Hiç değilse bizimkiler çalıyor ama çalışıyor', ya da 'Ötekiler gelirse daha kötüsü olur' gibi savunma mekanizmaları devreye giriyor. Bu durumu tespit etmek önemli, çünkü siyasi tutumların arkasında sadece rasyonel değil, aynı zamanda güçlü duygusal ve inançsal bağlar bulunuyor.
Bir kişi eğer bir partiye rasyonel politik çıkarları nedeniyle oy veriyorsa, o partinin hatalarını gördüğünde desteğini çekebilir. Modernite ile sorunu olmayanlar, şu anda ötekileştirilenler, siyasete bu gözle bakıyorlar. Ama bir kişi bir partiyi imanının uzantısı gibi görüyorsa, o partiyi desteklemeyi bir tür dinî sadakat gibi yaşıyorsa, artık o parti eleştirilemez hale gelir. Çünkü eleştirmek “inancı sorgulamak” gibi bir psikolojik engel yaratır. Bu yüzden bu yapıya dışarıdan girmek ya da onu değiştirmek çok zor. Bu, sadece bir oy verme davranışı değil, bir kutsala bağlanma biçimi. Bu gruptakiler politikaya rasyonel bir bakış açısı ile bakamıyorlar. Bu grup konuyu kutsal bir emanete saygı duyar gibi ele alıyor. Siyaset onlar için rasyonel bir alan olmaktan çıkıyor. Bu tespitle birlikte sanırım kafamdaki tespitleri yazıya dökmüş oldum.
Festinger’in bilişsel uyumsuzluk konusu var ama kafam çok dağıldığı için şimdi o konuyu da katmak istemiyorum. Leon Festinger’in bilişsel uyumsuzluk/çelişki (cognitive dissonance) kuramı, bireylerin tutumları, inançları ve davranışları arasında çelişki olduğunda psikolojik rahatsızlık hissettiklerini savunur. Yani belki bu grubun içinden bazıları yaptıklarının yanlış olduğunu hissediyorlar ama geri dönmekte zorlandıkları için bu dengesizliği zihinlerinde makul hale getirmeye çalışıyorlar.
Bu yazıda bu hükümetin varlığından direk olarak ekonomik fayda görenleri ele almak istemedim. Yada siyaseten belli mevkilere gelmelerini vs. dile getirmedim. Konunun daha çok tarihsel, psikolojik ve sosyolojik boyutlarını ele almak istedim.
Sonuç olarak, Türkiye'de geniş dindar ve milliyetçi kitlelerin iktidarla kurduğu ilişki, sadece politik değil; varoluşsal, dini, duygusal ve kimliksel bir ilişki. Bu yüzden kırılması çok zor. Bu yapının çözülmesi için sadece ekonomik krizler yetmiyor; kültürel, eğitsel ve toplumsal düzeyde uzun süreli dönüşüm gerekiyor. Yeni bir siyasal etik, kamusal kültür ve birey inşası olmadan bu yapı değişmez. Bu yüzden fikirlerin değişmesi için yalnızca bilgi vermek yetmez; aidiyet yapılarının kırılması gerekir. Bu da zaman, kriz ve yeni alternatifler gerektiriyor. Ancak kamusal alanın zayıflığı dindar bilincin korunmasına yol açıyor. Bu kısır döngü ancak bireysel özerkliği temel alan eğitim, çoğulcu ve laik bir kamusal kültür ile yurttaşı özne kabul eden yeni bir siyaset anlayışıyla aşılabilir. Peki bu yapılabilir mi? Hiç kolay değil. Çünkü bu bir reform ve rönesans hareketini gerektiriyor. Bunu 100 yıl önce denemişler ve başarılı olamamış bu saatten sonra neden ve nasıl başarılı olsun ki?
Benim görebildiğim çözüm sosyal medyanın hayatımıza kattığı pozitif yönler. Gençler belki aileleri, eğitim kurumları ve devlet tarafından hala beyin yıkamaya ve tahakküme maruz kalıyorlar ama internet ve sosyal medya bir “bug” gibi devreye giriyor. Anlamak, öğrenmek, keşfetmek isteyenler tüm zorluklara rağmen hala bir şekilde gerçeklere ulaşabiliyor. O yüzden ülkeden umudum yok ama internetten umudum var.

Comments