top of page

Leo Huberman’ın “Feodal Toplumdan 20. Yüzyıla” Kitabı 2. Bölüm

Güncelleme tarihi: 11 Kas 2021

Bu kadar uzun olacağını düşünmemiştim ama kitap 22 bölümden oluşuyor ve ben daha 6 bölümün üstünden geçtim. O kadar da yüzeysel yazıyorum ki kitaba haksızlık ediyorum. Her neyse amacım zaten kitapla ilgili ipuçları vermek. Mutlaka okunması gereken bir kitap olduğunun tekrar altını çizeyim.


Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla

Şimdiye kadar Avrupa yaşayanların kendi aralarında etkileşimleri ve düzeni gördük. Önce toprak sahipleri, kilise ve halk vardı. Halk bir çeşit köle gibi çalışıyor diğer gruplar sefasını sürüyordu. Sonra zamanla tüccarlar ve zanaatkarlar devreye girdi ve yeni sınıflar yada toplumsal gruplar oluşmaya başladı. Nüfus arttıkça şehirler oluştu ve şehirler kendi düzenlerini meydana getirdi. Peki bu denklemde krallar nerede. Şimdi de oraya gelelim. 7. Bölümün adı "İşte Geliyor Kral!".

Din de evrenseldi. Her Hıristiyanım diyen. Katolik Kilisesi'nin eline doğardı. .....
Herkes çocukların ulusal yurtseverlik içgüdüsüyle doğduğunu sanır bugün. Tabii bu doğru değildir. Ulusal yurtseverlik, ulusal kahramanların yaptıkları büyük işleri sürekli dinlemek ve okumaktan oluşur..... Bugün bildiğimiz anlamda ülke yoktu o zaman. (Sayfa 84)

Aslında tarihe sıradan insanın bilinçlenmesi gözü ile bakmak mümkün. İlk zamanlarda köle olmak nasıl doğaldıysa, sonradan bir toprak sahibinin kölesi olarak köylü şeklinde yaşamak doğaldıysa sonradan bu doğallık sorgulanmaya başlandı. Neden düzen böyle diye sordu insanlar ve bu bilinç sayesinde de değişim kaçınılmaz oldu. Nüfus arttıkça eski kurallar artık işe yaramaz hale gelmişti. Mahalli olarak idare edilebilen küçük nüfuslu yerlerin nüfusu arttıkça idare etmesi de güçleşiyordu.


İlk zamanlar toprak sahipleri ile krallar arasında eşitler arasında birinci diyebileceğimiz bir hiyerarşi vardı. Yani krallar çok da kaale alınmıyordu. Zamanla feodal liderlerin gücü azalıp kralların değeri arttı. Özellikle savaş söz konusu olduğunda merkezi bir güç daha işlevseldi. Krallara savaşlarda kullanmaları için gerekli teçhizatı almalarında kullanılacak parayı yeni zenginler yani tüccarlar sağlıyordu.


Paranın ülke yönetmek konusundaki önemi tüccarların yani burjuvazinin değerini de artırdı. Burjuva sınıfı artık devletin yönetimindeki yargıçlar, bakanlar vb gibi üst düzey görevlerde kendini gösteriyordu.


Kilise de başka bir sorundu çünkü onlar da devlet yönetiminde söz sahibi olma iddialarını geri çekmiyorlardı. Bu noktada din reformu gündeme geldi. Luther, Calvin ve Knox. Bu reformcular herşeyi değiştirmek istemiyorlardı sadece dinde reform yeterliydi. Yoksa yönetenler yönetmeye tabi ki devam etmeliydiler..


"Şu halde Luther'in başarısının bir nedeni, ayrıcalık sahibi olanları yerinden etmeye çalışma yanlışını yapmamasıydı. (Sayfa 96)"
"Kilise feodal düzeni saldırılara karşı koruyordu; kendisi de feodal yapının önemli bir parçasıydı.....
Bu mücadele dini bir görünüş altında yürüdü. Adına Protestan Reformu dendi. Özünde, yükselen orta sınıfın feodalizme karşı ilk önemli savaşıydı." (Sayfa 98)

Sonraki aşama para biriktirme aşaması idi. Amerika Kıtasının keşfi Avrupa'nın altın ve gümüş zengini olmasını sağladı. Sömürü düzeni birilerini çok çok zengin etti. Tüccarlar zenginleşti ve bankacılık sistemi gelişti. 17. ve 18. yüzyılda yaşanacak endüstri devriminin kökeni bu dönemdeki aşırı para birikimi olacak. Bu para bolluğu sanılanın aksine refahı değil başka bir şeyi doğurdu: dilencileri.


Bir şey ne kadar çoksa o kadar değersizdir ilkesi para için de geçerli idi. Piyasada o kadar çok para vardı ki bu durum onun değerini düşürdü. Herşey inanılmaz pahalı hale geldi. Sıradan insanın geliri yükselmedi ama gideri yükseldi ve bu da insanların dilenci durumuna düşmesinin sebebi oldu.

"Çalışan adam bu durumda ya kemerini sıkmalı ya artan maliyetleri karşılayacak ücret artışını sağlamak için savaşmalı, ya da dilenci olmalıydı. Fiyat devriminin sonucu üçü de oldu." (Sayfa 119)

Tarım hala en önemli servet kaynağıydı, henüz sanayi gelişmiş durumda değildi. Üretim tarım ve hayvancılık üstüne kuruluydu. Parası çok olanlar tarlaları çevirmeye başladılar. Sınırları belli alanlarda çiftçilik yapmak küçük çiftçileri ortadan kaldırdı. Köylülerin geçim kaynakları ellerinden alınınca hepsi vasıfsız birer işçi konumuna düştüler.

Nüfus artıyor, talep artıyor ve önceden her işi yapan bir kişi yerine uzmanlaşma ortaya çıkıyor. Aracılar devreye giriyor. Girişimci ruhlu kişiler bir yerden alıp başka yere satıp para kazanıyorlar.


Talep fazlalığına karşı üretimin hızlanması gerekiyor. Eskiden küçük atölyelerde az sayıda kişinin yaptığı üretim yavaş yavaş fabrika benzeri mekanlarda yapılmaya başlanıyor.

"Şehir ekonomisiyle birlikte doğan lonca sisteminde sermaye ufak bir rol oynamıştı, ulusal ekonomiyle doğan eve iş verme sisteminde sermaye önemli bir rol oynuyordu..... Eve iş verme sisteminin yöneticisi paralı adam, kapitalistti." (Sayfa 131)


11. Bölüm şu soru ile başlıyor: Bir ülkeyi zengin yapan nedir? Ben okurken şöyle not almışım, üretim, çalışma,bilim,doğal kaynaklar,sömürge. Bakalım Leo Huberman nasıl cevap vermiş bu soruya. Zenginlik çok parası olmakla bir tutuluyor. İspanyanın yeni keşfedilen kıtadan sürekli altın sokması para miktarını artırıyor. Peki ya altına ulaşamayan ülkeler ne yapacak? Merkantilistler de bu soruya cevap arıyor. Çözümü ihracatta buluyorlar. Çok mal satarak ülkenin servetini artırmayı çözüm yolu olarak öneriyorlar.


Endüstrinin gelişmesi hem ihracatı hem de istihdamı artırıyordu. Bir başka boyut da ticari filoların kurulması idi. Dış ticaret iyi bir deniz filosunu da beraberinde getirdi. En büyük limanlara sahip Hollanda'nın ışığı parlamaya başladı. İspanya çökerken Hollanda yükseliyordu. Hollanda'nın denizcilikteki hakimiyetini İngilizler kırmaya çalıştılar.


Uygun fiyatlı mallar ithal edilip değerli mallar üretilerek ihraç edilecekti. Zenginleşmenin formülü buydu. Uygun fiyatlı ham madde ihtiyacını sömürgelerden daha iyi neresi karşılardı? Sömürgecilik kaçınılmaz olarak ortaya çıktı.


Merkantilist politikalar İngiltere'nin işine yarıyordu ama sömürdüğü ülkelerden Amerika ve İrlanda bu duruma başkaldırdılar.


"Merkantilistler ticaret alanında bir ülkenin kazancının ötekinin kaybı olduğuna, yani bir ülkenin ancak bir başka ülke zararına ticaretini genişletebileceğine inanıyorlardı." (Sayfa 149)

Bu bakış açısı kaçınılmaz olarak savaşı ortaya çıkardı. Madem kolonileşmek ülkenin zenginleşme aracı idi o zaman zengin olmak isteyen rakip devletler kimin nereyi sömüreceği konusunda savaşarak çözüm bulacaklardı.


Bir sonraki bölüm "1776 bir ihtilal yılıydı. Unutulmaz bir yıldı." diye başlıyor ama bugünlük bu kadar yeter. Bu yorucu inceleme yazısı 3. bölümde devam edecek artık. 1. Bölüme de bu linkten ulaşılabilir.

bottom of page