top of page

4. Engin Geçtan / İnsan Olmak / Öfke ve Düşmanlık

Güncelleme tarihi: 1 Kas 2020

Bir önceki bölümde İnsanlardan Korkmak başlığı altında ana-babası tarafından reddedilen, yeterince saygı duyulmayan, dışlanan çocuğun neler yaşadığı anlatılmıştı. Bu bölümde de yanlış ortamda büyüyen çocuğun içinde oluşan öfke ve kızgınlık halleri anlatılıyor.



Hakkımız olanı alamadığımız ya da önem verdiğimiz bir insan beklentilerimiz doğrultusunda davranmadığında yaşanan duygu kızgınlıktır.

İnsanların genetik kodları farklı dolayısı ile her insan çok özel oluyor. Aslında her bireyde her duygu var ama kimisinde az kimisinde çok. Bazı insanlar genetik olarak kızgınlığa yatkın bazıları ise yumuşak huyluluğa, bazıları inatçı bazıları empati yeteneği gelişmiş kısacası herkes de her şey var ama farklı oranlarda. Belki de asıl ana-baba olma sanatı da burada devreye giriyor. Çocuğuna kendisi olduğu için saygı duyabilseler sorun kalmayacak. Sadece bu duyguları yönetmek için kılavuzluk yapsalar.


Kızgınlık da böyle, ana-babaya olan muhtaçlık hali çocukların bilinçli bir tercih olmaksızın onların onayını alma doğrultusunda yaşamalarına sebep oluyor. Sağlıksız ana-babadan onaylanmak ise çocuğu da sağlıksız yapıyor. Dış görünüşte sorun yokmuş gibi dursa da aslında çocuğun içine düştüğü bu haksız durum öfke oluşmasına sebep oluyor. Bastırılan her şeyde olduğu gibi bulduğu en ufak açıklıktan açığa çıkmaya çalışıyor bastırılan şey. Ana-babamıza yansıtamadığımız öfkemiz diğer insanlara daha kolay yansıtılabiliyor.



Kendisiyle uyum halinde olan bir insan, başkalarına dostça yaklaşır, ama gereğinde onlara karşı çıkar ve haklarını savunmak için savaşır, bazen ise yalnız kalmayı yeğler..... insanlar vardır, sürekli başkalarının sevgisini ve onayını kazanmaya çalışır ve bunu yaparken de kişiliklerinden ödün verirler.

Kendisiyle uyum halinde olmak, kendisi ile barışık olmak, kendisini sevmek bunlar hep duyduğumuz şeyler. Kimseye muhtaç olmadan kendi ayakları üzerinde olabilmek anlamına geliyor. Çocukken kendisi olduğu için hor görülmeyen, aşağılanmayan, saygı duyulan çocuk büyüyünce de aynı şekilde kendisine güvenen bir birey haline geliyor. Aslında o kadar basit ki. Çocuğunun sahibi olmadığını bilsen yeter. Ama daha önemlisi çocuğunu dünyaya bilerek ve isteyerek getirmiş olmak.


Bizlerde, insanlarda, şöyle bir ön kabul var. Ana-babamız bizi isteyerek ve bilerek dünyaya getirdi. Bu o kadar yanlış bir ön-kabul ki. Birçoğumuz birbirini sevmeyen eşlerden dünyaya geldik. Birçoğumuz aşık olmadan çocuk sahibi olmak zorunda kalan ana-babaların çocuklarıyız. Birçoğumuz sahip oldukları için pişman olan ana-babaların çocuklarıyız. Eğer ana-babaların tercih hakları olsaydı kaçımız gerçekten dünyada olurduk. Kaçımız şimdiki aklım olsaydı seni doğurmazdım diyen anaların çocuklarıyız. Kaçımız sadece cinsel ihtiyaçlarını gidermek için karısıyla yatmış, asla çocuk olsun diye düşünmemiş babaların çocuklarıyız. Var mı böyle bir bilimsel çalışma bilmiyorum ama ben %50'nin çok üstünde olduğunu düşünüyorum.


Dönüp dönüp aynı yere geliyorum. Sanki bu yazılar ana-babalara karşı yazılmış gibi dursa da acı gerçeği görmeden yol almak mümkün değil. Tekrar tekrar yazıyorum ki insanlar görsünler diye. Çok yücelttiğimiz ana-babalar, bir tabu gibi konuşmaktan korktuğumuz ana-babalar bizi bu hale getirdi. Cennetin ayakları altında olduğunu söylediğimiz kişilerin bize yanlışlık yapmış olma ihtimalini düşünemiyoruz bile. Haklarını helal etmemelerinden öyle korkuyoruz ki aslında onların da yanlış olabileceklerini anlayamıyoruz. Bir çoğu kendi beceriksizlikleri yüzünden, kendi zavallılıkları yüzünden, kendi cehaletleri yüzünden çocuklarını mahvettiler.


Özellikle annelerimizin mağduriyet edebiyatlarına o kadar maruz kalarak büyüyoruz ki onlara acımaktan kendimize fırsat kalmıyor. Kocalarından dayak yiyen, aşağılanan, hor görülen anneler ne yapıyorlar? Çok basit onlar da çocuklarının hayatlarını mahvediyorlar. Neyse, çok uzattım. Kitaba devam edeyim.


Bir insan diğer bir insana aşırı oranda bağımlıysa bu onun kendi varoluş sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmakta olduğunu gösterir.

Annelerin yaptığı bir diğer hata da çocuklarına kendilerini kul köle etmeleri. Özellikle erkek çocuklarına öyle aşırı ilgi gösterirler ki çocuk ne oldum delisi olur. Yatağını toplamaz, yediği yemeği kaldırmaz, eşyalarını toplamaz vs. anne çocuğunun sorumluluk almasını öyle engeller ki büyüyünce erkek aynı şeyi karısından bekler.


Ne oldu şimdi? Anneye sorsan muhteşem annelik yaptı değil mi, hatta çevresi tarafından da takdir toplayabilir. Gerçekte durum ne? Çocuğuna hayatı öğretmemiş bağımlı bir annenin bağımlı çocuğu ortaya çıktı. Bir insana tembelliği öğretmenin ne tür bir gururu olabilir ki? Bir çocuğu kendine bağlarsan ilerde illa ki birilerine bağlanmak isteyecek.



Bağımlı olan kişi kendi hayatını yaşayamıyor çünkü kendi ayakları üstünde duracak gücü yok. Bakın nasıl çocuklar büyüyünce bağımlı oluyorlar:


Kendisini ve çevresindekileri «iyi» bir insan olduğuna inandırmaya çalışır; kendi isteklerini ortaya koyamadığı gibi, kendi çıkarlarına uygun düşmeyen durumlara da karşı çıkarmaz; sürekli çevresindeki insanların görüşlerini paylaşır ya da kendinden söz etmeksizin onları dinler; kimseye yük olmamaya çalıştığı halde kendisinden beklensin ya da beklenmesin, insanların yardımına koşar. Çevresi ondan genellikle «iyi insan» diye söz ederse de, bu özelliği dışındaki kişiliğini tanımlayabilmekte güçlük çeker. Çoğu geçmişin uslu çocukları olan bu kişiler, çevrelerine sevgi karşılığı «rüşvet» dağıtırken, kendi kişiliklerinden vazgeçmiş olmanın yarattığı düşmanlık duygularını da sürekli baskı altında tutmak zorunda kalır ve kendilerine yabancılaşırlar. Çünkü iyi insan, çevresine olduğu kadar kendisine karşı da iyi olan kişidir.

Gördünüz mü? Yukarıda tarif edilen çocuk siz miydiniz? Siz de parmakla gösterilen uslu çocuklardan mıydınız? Bir sözü iki etmeyen, sessiz, ürkek, tedirgin, hata yapmaktan korkan. Güya anneniz çok iyi bir iş yapmış gibi gururla geziyordu ama bilmiyordu ki aslında bir çocuğun geleceğini elinden almakta. Uslu çocuk olmanın bedeli nedir? İçimize attığımız öfke. Kendine yabancılaşmak, kendini keşfedememek, neyi sevip neyi sevmediğini bilememek, tutkularını bulamamak kısacası anlamsız bir hayat yaşamak. Hayatın Anlamı yazımda tam da bunu anlatmaya çalıştım işte.


Sokakta üstünü kirletmemeye çalışırken yada kaba sözler söylememeye odaklanırken yavaş yavaş içimizdeki çocuğu da öldürmüş oluyorduk. Uslu bir çocuk oluyorduk ama ilerde olması muhtemel insanı öldürüyorduk. Keşfetmeden emredileni yerine getiriyorduk. Bunun bedelinin bu kadar ağır olması ne acı. Yetişkin olduğunda depresyona yatkın bir kişiliğimiz olması da tesadüf olmuyordu böylece. Çocukken sorunlarla boğuşmayı öğrenememiştik, hata yapmamıza izin verilmemişti ki sorun çıkınca nasıl çözeceğimizi bilelim. Şımarmamıştık ki şımarınca başımıza neler geleceğini bilelim. Büyüyünce de her ihtiyacımız başkası tarafından karşılansın istediğimizde ne oldu, koca adam, koca kadın bu yaşta hala başkalarına muhtaç.


İnsan kendisine tembel diyemiyor, bağımlı diyemiyor, korkak diyemiyor diyemediği için de hep başkasını suçluyor. Diğer insanların ne kadar kötü olduğundan bahsediyor. Halbuki bir kabul etse. Kendisi gibi çocukluk geçiren insanın başka türlü olmasının mümkün olmadığını bir görse. İşte bu kitabın, bu yazının belki de en önemli amacı bu: kendini anla, yaşadığın şeyi fark et ve adım at. Bu adım bilinçli bir tercih bile olmayacak sadece durumu anla yeter. Beynin gereken düzenlemeleri kendisi yapacak. Biraz zaman tanı kendine. Ama kendini beslemeyi de unutma.


Araba sürmeyi ilk öğrendiğimizde nasıl trafiğe çıktığımız zaman acemilik yapıp elimiz ayağımız dolaşıyorsa işte yaşamak ta öyle. Fakat burada çok ciddi bir sorun var. Bu sorunu da bir başka yazıda ele alacağım.



Baskıcı vicdanının beklentilerini karşılamak ve suçluluk duygularını ödünlemek amacıyla kusursuz olmak ve herkes tarafından sevilmek çabasında olan böyle bir insan, küçük bir yanlış yaptığından ya da diğer insanların olağan eleştirileriyle karşılaştığında derhal çöküntüye girer, değersiz ve yeteneksiz biri olduğu duygusuna kapılır.


58. sayfada başlayıp 59 da biten bu cümleler öyle beni tarif ediyordu ki özellikle üstünde durmak istedim. Bu paragrafta anlatılanları anlamam çok uzun yıllarımı aldı. Gülseren Budayıcıoğlu'nun Kader Motifi temasını da öğrendikten sonra kendime hep şu gözle baktım. Çocukken en çok beni üzen neydi, en çok aklımda kalan neydi, beni ben yapan o kötü anılarda en baskın olan neydi? Aklıma gelen en önemli şey abimin beni sürekli aşağılaması oldu. Benimle sürekli dalga geçmesi oldu.


Hep ana-baba dedikten sonra bir anda abimin ortaya çıkması enteresan. Benim özel durumumda çok saçma bir çocukluk geçirmeme sebep olan şey de tam olarak buydu. Benden 6 yaş büyük olan abime bana babalık yapma görevi verilmişti. Henüz kendisi de çocuk olan bir kişiye bu görevin verilmesi benim için oysa ki ne kadar büyük bir kayıptı. Kendince doğru olanı yaptı ama en az anne babam kadar bana zarar verdi.


Bütün çocukluğum boyunca olmadı belki. Belki yüzdeye vurursak %1'ini bile oluşturmuyordu ama aşağılanmış ola hali en baskın durumdu benim için. Bugünlerde kendimi değerlendirdiğimde gördüğüm şey şu olmuştu. En ufak bir eleştiri bile bende inanılmaz büyük bir iç acısına yol açıyordu. Kızıyordum, öfkeleniyorum ve kavga çıkarıyordum. Ya da daha komiği bir youtube videosunun altına bir yorum yazdığımda yazdığım yazıya gelen her cevap acaba kötü bir şeyler yazmışlar mıdır diye kaygıya kapılmama sebep oluyordu. O zaman anladım ki benim büyük korkularımdan birisi eleştirilmek, yargılanmak, aşağılanmak.


Hangi yaptığım şeyin ne kadar işe yaradığını bilemiyorum Büyük ihtimalle kendime kattığım her şeyin kombinasyonuydu ama yıllarca görmekten kaçtığım şeyi görür olmuştum. Eleştirilmekten nefret ediyordum. Aşağılanmaktan çok korkuyordum. Bunu farkettiğimden beri artık daha pozitif karşılıyorum bana söylenen sözleri. Artık daha sakinim, hala istediğim derecede olmasa da kızgınlığımı önleyebiliyorum.


Biraz hızlı ilerleyeyim. Bana kalsa kitabın her kelimesini aktarmak isterim ama sanırım o zaman bu yazı amacından sapmış olur. Zaten umarım kitabı alır ve kendiniz okursunuz.


İnsanlara bağımlı olma ile kızgınlık ve öfkenin bağlantısını irdeledikten sonra dedikodu, küçümsenmekten korkma, mağduriyetten çıkar sağlama, kızgınlığın sevilmesi durumu, kızgınlığın nasıl yöneltildiği, kızgınlığı dışa vurma biçimleri, başkalarını sürekli iğneleyerek konuşanlar, kızgınlığın neden denetlenemediği gibi konuları işliyor.



Düşmanca eğilimleri denetim altında tutabilmek için kullanılan bir diğer yol da, dış dünya ile ilişkiyi en aza indirmektir.... Bu mekanizmanın gerisinde, düşman bir dünya içinde kendini yalnız ve çaresiz hissetme olgusu bulunur. Böyle bir insan, ilişkilerinde duygusallığa yer vermeyerek düş kırıklığına ya da incitilmeye karşı kendisini korumaya çalışmaktadır.

Burada görüldüğü gibi aslında kendini ortaya koymaktan korkuyorsun. Sanki kendini koruyor gibisin ama yaşanabilecek güzel şeyleri kötü şeyleri yaşama korkusundan kaçırıyorsun. Herkes düşman olunca otomatik olarak ya saldırıyorsun ya savunuyorsun kendini. Çok sevdiğim bir söz var: elinde çekiçle gezen her şeyi çivi olarak görür. Bilinçli tercih olarak ilişkiye girmemek de mümkün ama bunu üzülmekten korktuğumuz içi değil yada birisi beni kırar diye düşünerek değil. Ön yargısız şekilde yaşamak gerek. Belki birisini seversin ve sonra ayrılırsın. O kadar. Sevmek de normal, ayrılmak da. Ne ben birisine bağımlıyım ne de birisi bana bağımlı olsun. İdeal olanı bu.


Duygusal ilişkilerde zedelenme korkusunun insana ne tür davranışlara yol açtığını sonraki sayfalarda görüyoruz. Kendini diğer insanlardan soyutlama, duygusal olmamayı seçme, kiminle arkadaş olacağını seçmek yerine seçilmeyi bekleme, duygusal dünyasını mantık çerçevesine oturtma, kimseye muhtaç olmama takıntısı geliştirme gibi yöntemler anlatılıyor.



İnsan kızgın olabilir, insan bazı şeylere kızabilir de. Önemli olan bu kızgınlığı yönetmek. Bu noktada kızgınlığın normal olabileceğini görmek gerekiyor. Kızmakla bunu yansıtmak arasında fark var. Yine oğluma döneceğim ama çocuk yetiştirmenin çok önemli olduğunu biliyorum. Belki ilerde anne baba olacaklar için de yol gösterici olur diye vurguluyorum. Bazen dünyada en sevdiğim varlık dediğim oğluma o kadar çok kızıyorum ki anlatamam. Bir kaç kere bu kızgınlığımı da yansıttım ve sonradan çok pişman oldum. Sonradan neden o kadar kızdığımı irdelediğimde şunu gördüm. Ondan bir beklentim vardı ve o bu beklentimi karşılayamamıştı. Onun aptallık yapmaya hakkı yoktu, o en zeki, en akıllı, en becerikli çocuk olmalıydı. Olayın üstünden zaman geçince ona bu haksızlığı nasıl yapabildiğime inanamadım ama yapıyordum. Belki de çocukluğumda öğrendiğim şeyi tekrar ediyordum (kader motifi) ben nasıl ki hata yaptığımda aşağılanmışsam şimdi de onu aşağılıyordum, ben nasıl çocukca! bir şey yaptığımda kızıldıysam şimdi de ona kızıyordum. Nefret ettiğim şeyi oğluma yaşatıyordum. Bu örnekten yola çıkarak şunu diyebilirim ki bilmekle uygulamak arasında dağlar kadar fark var.


Bir insanın böylesi bir esnekliği kazanabilmiş olması için önkoşul, kızgınlık duygularının bilincinde olabilmesidir. Kızgınlığını fark edebilmesi için ise bu duygusundan ötürü suçluluk duymamış olması gerekir. Böyle bir durumun gerçekleştirilebilmesi ilk bakışta olanaksız gibi görülebilir. Ama aslında içinde yaşadığımız dünya kültürü ve çağdaş aile yapısı, uygarlaşmış bir birey olabilmek için bazı olumsuz duyguların bilinçaltına bastırılmasını değil, bilinçli olarak denetlenmesini zorunlu kılmaktadır.

Kızdığım an bir durup düşünmem gerekiyor. O an bu çok zor ama yapmak zorundayım. Kızmamın ardında yatan şey ne? Gerçekten kızmak gereken bir durum mu yoksa bunu benim zayıf noktalarımdan birisine dokunduğu için mi yaşıyorum? Eğer ikincisi ise kesinlikle ani tepki vermemem gerekiyor ama bazen de gerçekten herkesin kızacağı bir durumla karşılaşıyorum. O durum da bile ilk tepkim sadece bağırmak oluyor. Oğlum yanımda değilse bir de küfür patlatıyorum ama daha ileri aşamaya geçmesine izin vermiyorum.



Kitabın bu bölümünün sonu da yine her kelimesinin altı çizilecek nitelikte. Yukarıdaki fotoğraftan okuyabilirsiniz. Tamamını buraya yazmak istemiyorum ama şu alıntıyı yapmak zorundayım. Çünkü her şeyin özeti gibi.


... Çünkü her bir insan kendi benliğiyle yüzleşmeyi göze alabildiği ve değişmeyi istediği oranda değişebilir. Böyle bir değişim sürecini başlatabilmek için insanın davranış alanını daraltan katı savunma sistemlerini görebilmesi gerekir.

Ne diyelim? Asıl mesele yüzleşmek ve değişmeyi istemek. Çevrenizde sorunları olan insanlar olduğu gibi kendisiyle barışık insanlar da vardır. Bazıları nasıl oluyorsa mutludurlar. Bazıları ise sıkıntılıdır. Görürsünüz, konuşmasından, hayata karşı tutumundan, insan ilişkilerinden, bir söz söylediğinizde verdiği tepkiden. Asıl sorun olan tür insanlar ise çok fazla soruna sahip oldukları halde o şekilde yaşamaya devam etmekte sakınca görmezler. Ne kendileri ile yüzleşecek bilinç seviyesindedirler ne de değişmeleri gerektiğine dair yargıları. Dolayısı ile onlar odun gelmiş odun gidecek sınıftan insanlardır. Kendileri ile barışık olanlarda sorun yoktur onlar bir şekilde hayatla başedebilmektedirler ama hem yaşamayı beceremeyip hem de bunda bir problem görmeyenler, işte asıl sorunlu olanlar onlardır.


Bu da belki başka bir yazının konusu. Yani ne tür insanlar var, ne tür yaşama bakış tarzları var vs. Biz yine konumuza dönelim. Bizim değişmek isteyen, kendini tanımak konusunda gönüllü olan insanlardan olduğumuz kabul ediyorum. Ben en azından öyleyim. Kendimi bildim bileli de bu yönde emek harcadım. Çok yol katettim ama harikayım diyemesem de memnunum. Zaten bunu Engin Geçtan da dile getiriyor: "oldukça yavaş ve ömür boyu süren, ama hiç bir zaman tamamlanmayan bir süreçtir" diyor.

Diğer tür insanları boş verelim, biz değişmek isteyen, anlamlı bir hayatı olsun isteyen, içine düştüğü boşluğun farkında olan, Yolunda gitmeyen bir şeyleri seven ve adım atmak isteyenlerle ilgiliyiz. Mutlu bir çocukluk geçirmiş, anne baba olma bilincine sahip ebeveynlerin çocukları zaten mevzumuz değil. Kötü bir çocukluk geçirmesine rağmen içinde bulunduğu duruma çare aramak istemeyenler de mevzumuz değil. Sahip olduğu potansiyeli hayata geçiremediğini düşünen insanlar mevzumuz. Çağlayan olabilecekken küçük bir dere olarak kalanlar mevzumuz. Evereste tırmanabilecekken düz yolda yorulanlar mevzumuz.


Zaten potansiyeli olmayanların dertleri yok. Onların kendilerini değiştirebilecek zekaları da yok. Sorun şu ki çevremizde böyle insan çok. Nereye baksanız kifayetsiz insan dolu. Bizler de çevresi böyle insanlarla dolu çözüm arayıcılarıyız. Değiştikçe göreceksiniz ki çok azız. Siz geliştikçe, siz zirveye yaklaştıkça çevrenizde daha da az insan kalacak. Olsun. Yalnız olarak bu dünyaya geldik yalnız olarak gideceğiz. Siz güçlendikçe daha anlamlı bir hayatınız olacak. Kendi hilkayenizi yazacaksınız. Başkasının yazdığı hikayenin kahramanı olmaktan kurtulacaksınız.


Bu kitap, burada yazılanlar belki de sizin tetikleyiciniz olacak.


Sonraki bölüm: Değersizlik Duygusu.


İnsanların ortak özelliği her durum için farklı bir yönlerini ortaya koymalarıdır. Aslında içinde öfke dolu olan birisini gülerken görmemizin sebebi budur. Halbuki insan maskeye ihtiyaç hissetmeden yaşamalı.
İnsanlar Maske Takarlar

bottom of page