Şu ana kadar 1. Bölüm ve 2. Bölümde İlk 11 Başlığı geçtik. Hızlı bir özet yapmak gerekirse. İlk Çağda küçük beylikler şeklinde yaşayan toplum yapısı nasıl oluşmuştu. Temel olarak yöneten kesim yani paranın ve toprağın sahipleri, yönetilen kesim yani önce köleler sonra köylüler, bu gruplara bir de fiziksel olarak emek harcamadan daha çok feodal beyler gibi topraktan geçimini sağlayan kilise ve temsilcileri var. Zaman geçtikçe, nüfus arttıkça, Avrupa dışındaki ülkelerle iletişim ister savaş olsun ister ticaret arttıkça sadece toprak değil mal satmanın da para kazandırdığı görülüyor. Böylece yeni bir sınıf ve yeni bir şehirleşme ortaya çıkıyor. Burjuvalaşacak olan bu ticaret adamları ayrıca üretimin de doğmasına yol açıyor. Yani şehirde yaşayan nüfus arttıkça her şeyi kendi üretip kendi tüketen kırsal kesimin yerine üretim açısından başkasına bağlı olan şehirliler ortaya çıkıyor. Bu da yeni bir grup insanı yani işçileri ortaya çıkarıyor.
Bir yandan bunlar olurken bir yandan Amerika kıtasının keşfi Avrupa'ya altın yağmasına sebep oluyor. İlk etapta çok olumlu olan bu gelişme sonra krize sebep oluyor çünkü her şeyde olduğu gibi fazla olan şeyin değeri düşüyor. Para değersiz hale gelince hayat pahalılığı ortaya çıkıyor. Bir yandan fiyat artışı bir yandan salgın hastalıklar Avrupa büyük bir kıyıma yol açıyor. Bütün bunlar olurken sömürgelerden altın getiremeyen ülkeler çözümü üretimde buluyor. Ucuz hammadde ithal edip değerli üretim mallarına dönüştürüp ihraç ederek para kazanılabileceği görülüyor. Bunlara merkantilistler deniyor. Bu hammadde ihtiyacını doğuruyor ve bu da sömürgeciliği. Böylece şimdi emperyalist dediğimiz ülkelerin neden emperyalist olduklarını yada nasıl emperyalist olduklarını görmüş oluyoruz. Onlar sömürdükçe zenginleşiyorlar. Bu sömürme operasyonlarına bazı ülkeler karşı çıkıyor ve başarılı da oluyor. Örneğin şimdiki Amerika. İngilizlerle savaşıyor ve sömürülmekten kurtuluyorlar.
Bayağı uzun bir özet oldu. Zaten ilk iki bölümde yazdıklarımı tekrarlamış oldum. Ben bütün bunları okurken hep aynı dönemlerde Osmanlıda durum neydi diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Yani 1000 li yıllardan itibaren Avrupa'daki bu sürecin bizdeki yansıması neydi. Çok derin bir tarih bilgim yok ama yüzeysel de olsa şunu biliyorum. 1000'li yılların başında şimdiki Anadolu'ya geliyoruz, bu sırada İslamiyetle yolumuz kesişiyor. Bir sürü Beylikler var. Selçuklular var, Karahanlılar, Germiyanoğluları, Dulkadiroğulları vs. İşte bu beylikle aslında Avrupa'daki feodal Beylere karşılık geliyor. Bizi onlardan farklı kılan, onların yapamadığını yapmış olmamız. Bu beylerden birisi yani Osman'ın aradan sıyrılıp diğer feodal beyleri silip süpürmesi ve tek süper güç olarak yönünü Avrupa'ya çevirmesi.
Avrupa dağınık yapısı ve kendi içindeki çekişmeleri ile çırpınırken bizimkiler yavaş yavaş Avrupa'nın içine doğru girmişler. Fakat arada bir fark var. Orada bir itici güç var. Orada hayatta kalmak daha zor. Farkında mısınız Avrupa'nın sağ tarafı Osmanlı ve Rusya tarafından çevrilmiş durumda ve sürekli olarak bir tehdit unsuru. Yani aslında Avrupa bir çeşit ada gibi. Eğer çözüm bulamazlar yok olurlar. Bizim coğrafyamız ise çok geniş. Tamam solda Avrupa ile çekişip duruyoruz ama sağ taraf alabildiğine geniş. Taa Çin'e kadar gidiyor. Yukarıda da Ruslarla savaşıp duruyor ama orası da çok geniş aşağıda Afrika ise tam bir toprak cenneti. Kısacası bizim coğrafyamızda yaşamak daha kolay. Avrupa ise çözüm bulmak zorunda ve buluyorlardı.
Zaten bu çözümsel bakış sürekli gelişmelerini, büyümelerini sağlamış. Bu sayede Amerika'yı bulmuşlar, bu sayede ticarete ağırlık vermişler vs... yani bir kere çığ başlamışsa durduramıyorsun. Bir kere bakış açısı düşmanın daha güçlü olmaksa her şeyi o şekilde görüyorsun. Baştaki dağınık yapıları yani merkezi bir devlet kuramamış olmaları onlar için olumsuz sonuçlara yol açarken sonradan bu dağınık yapıları, bu düşman kardeşlik durumları hep birlikte büyümelerine, zenginleşmelerine yol açıyor. Biz, yani Osmanlı erkenden merkezi bir büyük devlet kurmuş olmanın avantajını yaşıyoruz ama sol tarafta sürekli küçük devletlerin hızlı gelişimi yaşanırken biz de hantal ve hareket etmekte zorlanan bir yapı oluşuyor ve bu büyük yapı yıkılmakla yüz yüze kalıyor. Yıkılıyoruz çünkü çok büyüğüz. Bu kadar büyüklüğü yönetmek için gerekli teknolojik yatırımı yapamıyoruz. Asıl önemlisi olması gereken felsefeye sahip olamıyoruz. Kendimizi eleştirip, geliştirme ihtiyacı hissetmiyoruz. Rahatlık içinde olduğumuzdan çözüm üretmeye de tenezzül etmiyoruz.
Kitabı okurken kendimi bu kıyaslamayı yaparken bulduğum için sürekli düşünüyorum. Bazı tespitlerim yanlış olabilir yada eksik olabilir ama aslında tüm sosyoloji ile ilgili okuduğum kitaplarda bu duyguyu yaşıyorum. Neden bizde bu konuları bu bakış açısı ile inceleyen kitaplar yok. Belki de var da benim haberim yok.
Her neyse konumuza dönelim. 12. Bölümdeyiz: "Bırakın Bizi".
"1776 bir ihtilal yılıydı. unutulmaz bir yıldı. Amerikalılara Bağımsızlık Bildiri'ni ve İngiltere'nin merkantilist, kolonyalist politikasına karşı başkaldırmasını hatırlatır; dünya iktisatçılarına, Adam Smith'in üç ana ilkesi olan kısıtlama, düzenleme ve baskıya karşı gelişen başkaldırmanın özetini, Ulusların Serveti'nin (Wealth of Nations) yayımlamasını hatırlatır." (Sayfa 151)
Tüccar ticaret yapmak istiyor, para kazanmak istiyor, servetine servet katmak istiyor ama bu nasıl olacak? Devlet bu noktada nasıl pozisyon alacak. Herkesin kazanacağı bir yol mu bulunacak yada birileri zenginleşirken birileri sömürülecek mi?
Merkantilistler dışarıdan ucuz hammade alıp kendi ülkelerinde buna değer katıp bitmiş ürüne çevirme fikri ile zenginleşirken bu planı nasıl yapmayı uygun gördüler. Kendi ürettikleri malların tekeli olmayı istiyorlardı. devlete de bu yönde baskı yapıyorlardı. Bu sayede kar marjları artabilirdi. Herkes herşeyi satarsa nasıl karı yüksek ticaret yapılabilirdi, ki? Aşırı kurallar ve düzenlemelerle merkantilistler karı artırmayı istiyorlardı ama merkantilistlerin bu bakış açısına Fizyokratlar karşı çıktılar.
Fizyokratlar serbest ticareti savunuyorlardı. Yaşanan sorunları tarım üzerindeki etkisi üzerinden ele alıyorlardı. Servetin tek kaynağı toprak ve üretken emeğin tek çeşidi de toprak üzerinde harcanan emekti.
Adam Smith ve onun önerdiği çalışma yöntemi sanayi devriminin ayak sesleri idi. Fransız devrimi ve sanayi devrimi dünyanın hızlı bir değişiminin sebebi olacaklardı.
Bu günlük de bu kadar yazmış olayım. Kitaptan daha çok kendi düşündüklerimi yazdığım bir bölüm oldu. Ama zaten insan bunun için kitap okumuyor mu? Biraz biriktirip biraz üretmek. Biraz sentezlemek.
Comments