top of page

2. Engin Geçtan / İnsan Olmak / Anne-Baba ve Çocuk

Güncelleme tarihi: 1 Kas 2020

İlk yazıda kitabı kısaca tanıtmış ve Birey ve Toplum bölümünden satır başları vermiştim. Burada ise insanın nasıl bir ailede doğduğu ve anne babanın çocuğu nasıl etkilediği ile ilgili notları aktaracağım.


Daha ilk paragraftan çocuğun dünyaya geldiği anda nasıl bir ailede olduğunun önemi vurgulanıyor. Kitapta benim az sonra söyleyeceğim kadar keskin bir yorum yok ama annenin insan hayatındaki önemine vurgu çok fazla var. Bizim kültürümüzde anne çok kutsallaştırılır. Anne baş tacıdır ama acaba annelerimiz gerçekten iyi annelik yapıyorlar mı? Acaba gerçekten çocuklarını doğru bir şekilde sevip koruyorlar mı? Bu bölümü okuduktan sonra eğer aklınızda öyle bir şüphe yoksa da sorgulamanız gerekecek. Devam ettikçe ne demek istediğim daha net anlaşılacak.



Sayfanın tamamını çizsem yeriydi. Ne anlatılıyor burada. Anne gerçekten seviyorsa bebek bunu anlıyor ve kendini güvende hissediyor. Kendisine güvenen insanın temelleri daha 1 yaşındayken atılıyor. Tamam cennet annelerin ayaklarının altında ama onların yanlışlarının bir insanın hayatını nasıl etkilediğini de görmek gerek. Annelerimizin bizi gerçekten içten sevmediklerini öğrenmek biraz yıkıcı olsa da durum bu. Onların ruhsal durumu, bizi hayatımız boyunca etkiliyor.


Annenin verdiği/vermediği güven ve sevgiyi, kaygılı olup olmaması durumunu anlattıktan sonra insanın karakterin nasıl etkilendiğini görüyoruz. Bebeğin/çocuğun ihtiyaçlarının ne kadar karşılandığı (az veya çok) çocuğu nasıl etkiler? Yaşı büyüdüğü halde karakteri büyümeyen insanların neden öyle olduklarının da altında yatan sebep annelerimiz midir?


Kendilerine ve çevrelerine uyum sağlamış ana-babaların çocukları, kendilerine sağlanan destek ve önderlik sayesinde giderek benliklerini geliştirir, bütünleştirir ve özerk varlıklar olarak yetişkin yaşama ulaşırlar.

Yani uygun olmayan anne-babaların çocuklarının benlikleri gelişmez, bütünleşmez ve özerk olamazlar.


36. sayafaya geldik ve toplumumuzun acı gerçeği yüzümüze çarpıyor. Birbirlerini sevmeden evlenmiş anne-babaların çocukların çocuklarıyız. Sebep ne olursa olsun durum bu. İster görücü ysylü olsun, ister çocuk yaşta evlilikler. Köyde olsalar araya kaynayıp gidebilecekken maalesef şehre göç eden ama şehirle nasıl baş edeceklerini bilemeyen bu anne-babalar birbirlerini ve büyük ihtimalle kendilerini de sevmediklerinden, çocuk yetiştirmekten en ufak anlamadıklarından ortaya çıkan mahsüller de biz oluyoruz. Her yanlışlık bir şekilde gün yüzüne çıkıyor. Her ne kadar konuşulmasa da ülkemizde çocuk yaşta evlenen ve anne-baba olan o kadar çok inasn var ki. Daha kendileri çocukken çocuk sahibi olan bu insanlardan ne beklenebilir?


Çocuk açısından anne-babanın kişisel sorunları olmasının ne önemi var? Bu dünyaya savunmasız bir şekilde gelmiş, normalde anne-baba olmaması gereken insanların bebeği olmak da bir çeşit kader değil midir?


İnsanı sevmek ne demektir? Lafla mı olur, davranışla mı? Çocuğun kendine güvenmesinin altında ne yatar? Seviyorum, her ihtiyacını karşılıyorum deyince iş çözülmüyor. Toplumsal olarak dayatılmış, üstüne kafa yorulmadan, olması gerektiği için olmuş bir kurum evlilik kurumu. İnan doğar, çocuk olur, genç olur ve evlenir. Bu kadar. Özellikle kırsal kesimde durum bu. Peki ama şehirde durum nasıl? Gençler birbirini tanır, sever anlaşabileceğini düşünür ve evlenir. Belki sonuç olumlu olmayabilir ama en azından kendi seçimleridir. Yada olmalıdır.


Yine her yerini çizmemek için çabaladığım bir sayfa. Oğlumu yetiştirirken en çok üzerinde durduğum konu burada gizli. Onu olduğu gibi kabul etmek ve ona kendi isteklerimi dayatmamak, çok zor ama olması gereken bu. İnsan çocuğunu kendi malı gibi görme eğiliminde. Halbuki onun bir birey olduğunu asla unutmamak gerekiyor. Acaba kaçımızın anne-babası bizler doğmadan önce kendini hazırladı. Bir çocuğum olacak ona şöyle davranmalıyım, böyle yetiştirmeliyim diye kafa yordu.


Buna gerek yoktu ki. Kendi çevrelerinden gördükleri neyse onu yaptılar. Çocuk doğar, karınları doyurulur, üstleri giydirilir, okula gönderilir vs... Kendileri mutsuzken çocuklarını nasıl mutlu edebilirlerdi ki? Mutsuz bir evlilik içine doğmuş çocuğun en ufak şansı var mı ki?



Çocukların ne kadar sezgilerinin ve algılarının yüksek olduğunun farkındasınız değil mi? Büyüdükçe körelen özelliklerimiz varmış gibime geliyor. Ses tonundan, bakıştan, seçilen kelimelerden bile anlam çıkarabiliyoruz sanırım.

Anne yada babasının güçsüzlüğüne tanık olmak, çocuğun onlara, dolayısıyla kendine olan güven duygusunun sarsılmasına neden olur.

Çocuğuna söz geçiremeyen anne-babanın dramı diyebiliriz buna. Her şey birbiri ile o kadar bağlantılı ki. Bir yerde yanlışlık varsa çorap söküğü gibi dağılmaya dewvam ediyor. Bütünlüklü olmak, tutarlı olmak, ne yaşadığının farkında olmak, panik olmamak, kaygılarına yenik düşmemek... her şey birbiri ile bağlantılı.

Geleneksel ailede çocuk, büyüklerinin isteklerini ve düşüncelerini soru sormadan kabul etmek zorundadır. Böyle bir ortamda büyüyen çocuk, ilerki yaşamında kendi toplum grubundan kopup çağdaş dünyanın beklentileriyle baş etme durumunda kaldığında ciddi sorunlarla karşılaşabilir. Girişimde bulunmak istediğinde suçluluk duyguları yaşayabilir: seçim yapma güçlüğü, kararsızlık, kendini ortaya koymaktan utanma ve düşüncelerini dile getirmede güçlük çekme gibi çağdaş toplum gereklerine göre davranış kusuru sayılabilecek durumlar ortaya çıkar.

İşte defalarca okunup, ezberlenmesi gereken bir tespit. Yaşadığımız sorunların altında yatan durum. Çocuğu malıymış gibi gören, onların da bir insan olduğunu anlamayan zihniyet. Neden böyle: çünkü onlara da öyle davranıldı. Çünkü onlar da yok sayıldı. Çünkü onlar da ezildiler. Akıllarına bu yanlış ben kendi çocuğuma bunu yapmamalıyım demek gelmedi. Sorgulamadılar. Doğru olanı yapma kaygıları yoktu. Böyle gelmiş böyle gider dediler. Bu dünyaya bir çocuk getirmenin ne anlama geldiğini göremediler. Ezberlenmiş ve düşünülmemiş hayatlar yaşadılar. Bencilce yaşadılar.


İyi anne yada baba, kendisini yaşayabilen kişidir. Yaşamın içinde olan ve kendisini yaşayabilen kişi, diğer insanların da yaşamına saygılıdır. Anne yada baba olduğunda çocuğunu kendine özgü bir dünyası olan bir varlık olarak algılar ve haklarına saygı gösterir. Üstelik çocuğa gerekli olan modeli de sağlamış olur. Çünkü yaşamak iniş çıkışları içerir. Anne-babasının bu dalgalanmaları yüreklice göğüsleyebildiğini gözlemleyen çocuk da ilerki yaşamındaki inişleri dünyanın sonu gelmişçesine algılamaz. Noksan yönleriyle yüzleşebilen bir anne-baba modeli gördüğünden, kendisi de kendine karşı dürüst olmayı öğrenebilir.

İşte az önce dediğim kısır döngünün başlangıcı. Kendisi zaten kendi hayatını yaşayamadığı için sonuçta çocuğunun da hayatını zehir ediyor. Halbuki ne yapmalıydı? Yolunda gitmeyen bir şey var, düzeltmem gereken bir sorun var deyip kafa yormalıydı. O ne yaptı? Umursamadı, böyle gelmiş böyle gider dedi. Emek harcamaktan kaçındı. Sonuç kendisi gibi hatta kendisinden de beter bir hayatı olan çocuklar dünyaya getirdi.


Biraz fazla keskin cümleler bunlar farkındayım. Geçmişin değişmeyeceğini de biliyorum. Anne-babalarımızın da ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarından eminim. Bilerek kötülük yapmadıklarını da düşünüyorum ama burada amaç onları suçlamak değil. Durumu gözler önüne sermek. Ne yaşadığımızı görmek. Bu kısır döngü bir yerde kırılmalı. Ben kişisel olarak kırdım ve eksiklerimi gidermek için çok uğraştım. Bu yazdıklarımı kimler okur bilemiyorum. Bir kişi de olsa okuyup da ilham alıp yaşadığı hayatın yönünü değiştirmeye karar verirse ne mutlu bana.



Çocuğun benlik kavramı, kendisi için önem taşıyan büyüklerin ona gösterdiği tutumların bir yansıması olduğundan, ana-babanın itici tutumları çocuğun kendisini değersiz bulmasına neden olur. Böyle bir ortamda yetişen çocuk, kendisine ilişkin olumlu görüşler geliştiremez.

İtici tutumlar iki şekilde kendini gösteriyor açık ve üstü kapalı. Açık olanı görmek kolay asıl sorun üstü kapalı olanda.


Çocuğun üstü kapalı bir biçimde reddedilişi ise ondan kusursuz davranışlar bekleme biçiminde görülebilir. bazı ana-babalar, okulda ve diğer etkinliklerde başarılı olmaları konusunda çocuklarına aşırı yüklenirler. çoğu çocuk, ana-babaların bu aşırı beklentilerini karşılama gücüne sahip değildir. Gösterdiği çabaya rağmen ana-babasının onayını kazanamayan ve onların istediği kusursuzluk düzeyine ulaşamayan çocuk giderek kendi gözünde değersizleşir.

Bu kısım o kadar acı ki benim için. Bu kadar okudum, öğrendim güya kendimi geliştirdim diyorum ama kendi oğluma da aynı şeyi yaptığımı görünce kendime olan saygım azalıyor. Bildiğim halde yanlış yapıyorum. Farkında olduğum halde... Başka yazılarda bu konuya tekrar döneceğim ama şimdiden söyleyeyim: oğlumu üniversiteye gitmesi konusunda kesinlikle zorlamayacağım. Her şey birbiri ile bağlantılı. Sanki bu hayatta mutlu olmak için kariyer sahibi olmak tek şartmış gibi davranmak vazgeçemiyoruz. Ben bizim ailede bu kısır döngüyü kıracağım ve oğlum yetenekleri neyse onları keşfedecek ve sevdiği işi yapacak.


Maskelenmiş red, bazen koruyucu davranışlar biçiminde ortaya çıkabilir. İticiliğin yarattığı bilinçdışı suçluluk duyguları, çocuğun hastalanacağı, öleceği yada kötü alışkanlıklar edineceği korkularına dönüşebilir. Böyle ana-babalar, çocuklarıyla ne denli ilgilendiklerini kendilerine ve çevrelerine kanıtlamak istercesine bir çaba içindedirler.

Ne denli zarar verdiklerini bilseler acaba yine de yaparlar mı ana-babalar bu hataları. Asıl değişmesi gerekin kendileri olduğunu yadsıyıp çocuklarını değiştirmeye çalışırlar. Fıkrada olduğu gibi filden aslan çıkartmaya çalışırlar.



Geldik 48. sayfaya. Hemen hemen altını çizmediğim kelime yok gibi. Çocuk yetiştirirken hangi tutumu takınmak gerekir. Aşırı koruyucu olunursa ne olur, çok gevşek olunursa ne olur? Bencilliğin, korkunun, öfkenin, pasifliğin, insanlardan kaçmanın vs. altında yatan sebepler.


Ana-babamızdan alacaklı olduğumuz bir gerçek de olsa, geçmiş yeniden yaşanamaz. Bazı insanların daha elverişli koşullarda yetişmiş olmasının yarattığı eşitsizliğe isyan etmek de bizi kendi sorumluluklarımızı görmekten alıkoyabilir. .... Unutmamak gerekir ki, onların da ana-babaları vardı ve kuşaktan kuşağa aktarılan sorunlardan kimin sorumlu tutulabileceği sorusunun yanıtı yoktur. dolayısı ile ana-babaların kusurlarını kendi sorumluluğumuzdan kaçınmak için gerekçe olarak kullanmak, vaktiyle bize karşı işlenen kusurları bizden sonraki kuşaklara da yansımamıza neden olabilir.


İşte yıllarca benim düştüğüm tuzak bu oldu ve bu tuzaktan kendimi kurtarmam çok zor oldu. Yaşadığımız hayatın kötülüğünü başkasının sırtına atmak o kadar kolay ki. Mutsuzsam sorumlusu onlar, kötü karakterim varsa sorumlusu onlar, beceriksizsem onlar yüzünden, başarısızsam onlar yüzünden. Yani yolunda gitmeyen her şey için başkasını suçlamak o kadar kolay ki. Yapman gerekenleri yapmanı da önlemiş oluyor. Kendi tembelliğini görmek yerine sorumluluğu onlara atmak daha kolay oluyor.


İki konuyu birbirinden çok net ayırmak gerek. Tamam, ana-babamızın yanlış tutumları bizi bu hale getirdi. Doğru. Fakat geçmişte yaşadığımız kötü deneyimler artık devam etmiyor. Artık iyi kötü kendi ayaklarının üstündesin. Belki ideal değilsin ama yaşıyorsun. Tercih şu: ya her şey zaten yaşandığı şekilde yaşanmaya devam edecek ya da değişecek. Tercihin hangi yönde ya mızmızlanmaya devam edip suçlu arayacaksın ve bulacaksın yada tamam suçlu bulundu deyip yolunu devam edeceksin.


Aileni affedip etmemek senin elinde. Affetmenin onlar açısından hiçbir anlamı yok. Zaten onlar yaptıkları yanlışı kabul de etmeyecekler. Doğru bildiklerini yaptılar ve sizi hayatta tuttular. Onlar açısından görev tamamlandı. Sorun bizim bakış açımızda. Doğru olanı bilme sorumluluğu senin omuzlarında. Artık neyin yanlış olduğunu biliyorsun ve top sende. Bu bilgiyi iyi kullanmak da mümkün kullanmamak da.


Bu satırları okuyan kişi kaç yaşındasın bilmiyorum. Kadın mısın, erkek misin bilmiyorum. Zeki misin, aptal mısın bilmiyorum. Bildiğim tek şey var. Eğer hala bunları okuyorsan demek ki motivasyonun var. Demek ki değiştirmek istediğin bir şeyler var. Piyasada gırla olan cahil cühelalardan değilsin, Her yerde gördüğümüz işi boş ama sanki matah bir insanmış gibi yaşayanlardan değilsin. Kendi eksikliklerinin farkında olmadan, sadece yiyip, içip, sevişmek derdinde olanlardan değilsin. Kim olduğunu bilmiyorum ama yine de seni tanıyorum. Çok duyarlısın, düşüncelisin, empati yeteneğin gelişmiş, en önemlisi bu devran böyle yürümez diyorsun.


Başkalarını suçlamaktan vazgeçmek belki de en zoru. Konfor alanını terk etmek çok zor. Sevmediğin halde bildiğin gibi yaşamak daha kolay ama birşeyler yapmazsan bomboş bir hayatın olacak. Cesurlar yaşarlar, korkaklar hayatta kalırlar. Cesur ol, yaşamayı seç.


Bir insanın çocukluk dönemindeki olumsuz yaşantılarının yetişkin dönemine yansımaları arasında, insanlarla birlikteyken yaşanan genel bir korku, önyargılardan kaynaklanan sürekli bir kızgınlığın birikimi sonucu oluşan düşmanca eğilimler, bu eğilimlere eşlik eden suçluluk ve değersizlik duyguları ve günlük yaşamın olağan sorunlarına ilişkin yaşanan sonu gelmez kaygılar sayılabilir.

Bu bölümde sonraki bölümlerde neler yazılacağının ipucu verilerek bu şekilde bitti. Sonraki bölüm İnsanlardan Korkmak.

bottom of page