top of page

Babil Filmi İncelemesi 3. Bölüm Meksika

Güncelleme tarihi: 29 Mar

Babil filmi incelemesine devam ediyorum. İlk yazıda Fas'ta yaşanan olayların Abdullah ve ailesi tarafını ele almıştım. İkincisinde de yine Fas'ta yaşanan olaylar fakat bu sefer Susan ve Richard'ın başına gelen bölümleri yazmıştım. Üçüncü bölüme geldim. Burada Richard ve Susan'ın çocuklarının bakıcısı Amelia'nın Meksika bölümlerini yazıyorum.

İlk yazının bağlantısı burada: "Babil Filmi İncelemesi 1. Bölüm Fas-Silah"

İkinci yazının bağlantısı: "Babil Filmi İncelemesi 2. Bölüm Fas-Susan"

İlk iki yazıda olduğu gibi filmi anlattığım yerler küçük puntolu benim yorumlarım ise büyük puntolu olacak.

ARKADAŞ/AKRABA/YARDIMLAŞMA - BOYUMUZDAN BÜYÜK İŞLERE BULAŞINCA BİZ - BOYUMUZDAN BÜYÜK İŞLERE BULDUĞUMUZ ÇÖZÜM: KÖTÜLEŞMEK - DOĞU BATI KARŞILAŞTIRMASI - ESKİ TÜRKİYE/YENİ TÜRKİYE - DEĞİŞİM KAÇINILMAZ - PARAM VARSA SORUNLARI ÇÖZERİM DÜŞÜNCE BİÇİMİ - ÜLKELER FARKLI KÜLTÜR AYNI - KÜLTÜRLERİ YARATAN NEDİR? - AYAKLARI ÜSTÜNDE DURABİLME YETENEĞİ - MEKSIKA DÜĞÜNÜ/TÜRK DÜĞÜNÜ: BENZERLİKLER GEÇİDİ - ALKOLLÜ ARABA SÜRME YİĞİTLİĞİ - GERGİNLİĞİ LAUBALİLİKLE ATLATMAK/YETİŞKİN OLAMAMA - GERİZEKALIKLAR GEÇİDİ - İNSANIN GERÇEK YÜZÜ

ABD -1

Bir önceki sahnede kaçan iki çoban çocuk sonrası lüks evdeki iki küçük çocuk İspanyolca konuşan bir kadınla saklambaç oynarken görülüyor. Evin hizmetçisi olduğunu anladığımız kadın telefonla evin babası olan kişiyle telefonda konuşuyor. Bir sorun var gibi ama ne olduğunu anlayamıyoruz. Adamın sesi çok derinden geliyor. Sonraki sahnede küçük çocukları hizmetçi kadın yataklarında uyutmaya hazırlanırken görüyoruz.

Çocuklardan biri kız diğeri erkek. Erkek olan karanlıkta uyuyamadığı için ışık açık uyumak istiyor ve hizmetçi küçük çocuğu teskin ederken öğreniyoruz ki Sam adında yeni doğmuş küçük kardeşleri ölmüş. Küçük çocuk da ben de Sam gibi uyurken ölmek istemiyorum diyor.

Sonraki sahne bir havuzla başlıyor. Evin sosyoekonomik durumu hakkında izlenim edinmemiz sağlanıyor. Hizmetçi kadın çalan telefonu açıyor ve yine evin babası ile konuşuyor. Kadın oğlunun düğün töreni olduğunu ve gitmesi gerektiğini söylüyor. adam düğün törenini iptal etmesini masrafları kendisinin karşılayacağını söylüyor. Hizmetçinin adının Amelia olduğunu öğreniyoruz.  Adam Susan’in hala iyileşmediğini ve Rachel'in de çocuklara bakamayacağını söylüyor. Amelia evin yatılı hizmetçisi ve adamdan bir gün için izin istemiş ve onun yerine Rachel bakacakmış ama bu plan şu an işleyemiyor. Adam telefonu sana güveniyorum bunu yapmak zorundasın diyerek kapatıyor.

Sonraki sahnede Amelia’yı İspanyolca konuşurken görüyoruz. Çocuklar çizgi film izlerken o da kendisi yerine bakabilecek birisini aramaya çalışıyor. Diğer evlerin hizmetçilerinden bile yardım istiyor ama alamıyor ve çocukları da yanına alarak düğüne götürmeye karar veriyor. 

ARKADAŞ/AKRABA/YARDIMLAŞMA

Buraya bir not düşmek gerekirse aynı durum benim başıma gelse ne yapardım diye düşünüyorum. Cevabım, bir akrabamdan yada arkadaşımdan yardım isterdim oluyor. Mümkünse çocuğu olan ve benim çocuğumu da tanıyan bir arkadaşımdan rica ederdim. Diyelim yaşadığım yerde ne bir akrabam ne de bir arkadaşım var. Bu mümkün mü bilemiyorum ama mümkün olduğunu düşünmek zorunda kalsam ben de kendimi çaresiz hissedebilirdim. 

Richard daha sonra da göreceğimiz gibi her konuyu parayla çözebileceğini düşünüyor. Her derdini parayla çözebilme çabası maddileşmiş dünyaya yapılan bir gönderme. Yani yaşadığın sorunları tabi ki parayla çözebilirsin, kimseye minnet etmeden yaşamak tercih edilebilir ama insan olduğumuz gerçeğini yadsıyan bir tutum bu. Biz birbirimize yardım edebilme özelliğimiz sayesinde besin hiyerarşisinin tepesine çıktık. Yani işbirliği yaparak, yardımlaşarak... Eğer şehirde yaşayan insanlar olarak bu özelliğimizi yadsıyarak yaşamaya devam edersek tabi ki psikolojik sorunlar yaşamamız kaçınılmaz. Çünkü bu biz değiliz. Her ne kadar kendi ayaklarının üstünde durmak, kimseye muhtaç olmadan yaşamak evla olsa da aslına bakacak olursak çok da gerçekçi değil. 

BOYUMUZDAN BÜYÜK İŞLERE BULAŞINCA BİZ

Şehirde yaşayan insanlar neden daha maddiyatçı, neden sosyal ilişkileri daha zayıf? Bunu yaşamak kaçınılmaz mı? Yani hem şehirli olup hem de sosyal ilişkilerimizi doğamıza uygun yaşayamaz mıyız? Lafı uzatmaya gerek cevap açık ve net: yaşayamayız.

Bizim gibi küçük gruplar halinde yaşamak üzere evrimleşmiş bir türün büyük şehirlerde yaşaması doğamıza uygun değil. Bu bizim baş edebileceğimiz bir yaşam tarzı değil. Boyumuzdan büyük işlere kalkışınca ne olur? Tabi ki krize gireriz. Tabi ki dengemiz bozulur. Tabi ki çözüm bulmaya çalışırız. Bulduğumuz çözüm ne? Bu kadar çok insanla sosyalleşmeye gücümüz yetmediği için doğal olarak kapanıyoruz. Belli sayıda insanın dışındakilere düşman gözüyle bakıyoruz. Asıl acı olanı çocuklarımız da öyle yetiştiriyoruz. 

Türkiye ölçeğinde 1950’lerden başlayan göç serüvenimiz azalsa da devam ediyor. Belki ya bizler yada ebeveynlerimiz göç etmiş olan kuşaklarız. Ailelerimiz kırsal kesimin kültürüne sahip olsalar da şehirde büyüyen bizler bir geçiş kuşağı olduk ve çok çeşitli sorunlarla bugüne geldik. Şimdi çocuklarımızı tam bir şehirli olarak yetiştirdik. Onların büyük bir kısmı bu filmdeki Richard gibi olacaklar. Çocuklarını bakıcılarla büyütecekler. Yaşadıkları sorunları paraları ile çözmeyi deneyecekler. Belki de sosyal ilişkileri olan son nesil bizleriz. Belki de bu filmi izleyip de Fas'taki otobüs yolcularını yadırgayan son nesiliz. Bizden sonrakiler kendisine yardım eden kişiye cüzdanından para çıkarıp verecekler.

BOYUMUZDAN BÜYÜK İŞLERE BULDUĞUMUZ ÇÖZÜM: KÖTÜLEŞMEK

İlk çözüm yabancılara düşman muamelesi yapmaktı. Bulduğumuzu sandığımız diğer bir çözüm de kötüleşmek. Tabi ki insanlar kendilerine kötülük yaftasını uygun görmezler ama evet öyleyiz. Gitgide daha da kötüleşiyoruz. Daha acımasız, daha duyarsız, daha bencil, daha kaba, daha saygısız… daha bir çok olumsuz özellik. Bunu trafikte görüyoruz, okulda görüyoruz, hastanede, siyasette, karı koca ilişkilerinde, çocuk bakımında… Her yerde yansımaları var. Baş edemeyince bulduğumuz çözüm gemisini kurtaran kaptan olmak, kendi bacağından asılan koyun olmamaya çalışmak, parasını verip düdüğü çalmak… bizim gibi toplum bilinci olmayan bir grup insan, tüm bunları daha da dehşetli yaşıyor. Burası yeri değil ama Türk/Kürt, Alevi/Sünni, Müslüman/Gayrimüslim… Boyumuzdan büyük bir işin içinde olmamız yetmiyormuş gibi bir de işin acısı ne doğru dürüst rol modellerimiz var ne de doğru bir yol haritamız. 

Aile yapımız, toplumsal düzenimiz çok farklı. Biz de insan ilişkileri bu şekilde değil. Zaten İspanyolca konuşan kadın büyük ihtimalle Meksikalı. Orada bizim kültürümüze benzer bir kültür olmalı ki Amelia’nın aklına gelen çözüm diğer bir evin hizmetçisinden kendisine yardım etmesini istemek oluyor. Zaten diğer hizmetçi çalıştığı evdeki patronlarına durumu nasıl izah ederim diye sorduğunda çocuklar için yeğenim dersin diyor ve bu sarışın çocukların esmer bir kadının yeğeni olma ihtimali olmadığı ortada ilken komik bir öneri oluyor. Ama burada önemli olan şey akrabalık yada arkadaşlık ilişkilerini onlar için de olağan olması. Yani çocuklar esmer tenli olsa işleyebilecek bir senaryo da olabilir. Komşu evin hizmetçisi çalıştığı evdeki insanları yeğenlerime bakıyorum diye ikna edebilir. Bir evin hizmetçisi diğer evin hizmetçisinden kendisine yardım olmasını isteyebilirken o evlerin sahiplerinin böyle bir yardımlaşma ilişkisi yaşayamamaları manidar. Burada yönetmen, İnsan ilişkilerinin ne kadar farklı olduğunu gözümüze sokan bir durumu gösteriyor.

Sonraki sahneden kadın iki çocukla evden çıkarken Santiago adındaki kadının yeğeni araba ile evin önüne gelir. Küçük çocukların adının Mike ve Debbie olduğunu öğreniriz. Santiago çocukların başına iş açacağını söylüyor. Bir arkadaşını ayarlayabileceğini söylüyor ama Amelia başka çaresi olmadığını söylerken yola çıkıyorlar. 

Biraz önceki tespit burada da kendisini gösteriyor. Yani bu kafa arkadaşla işini çözebilme kafası.  Doğru veya yanlış demeden, bir yargılama yapmadan durumun neden böyle olduğuna dair biraz beyin jimnastiği yapmak istiyorum.

DOĞU BATI KARŞILAŞTIRMASI

Bu konuları Doğulu (Güneyli) zihniyet ile Batılı zihniyetin bir karşılaştırması olarak mı görmek gerekiyor? İnsan ilişkilerinin derinliği, yüzeyselliği açısından mı bakmak gerekiyor? Bir toplumda çocuğunu birine emanet etmek daha sıradan iken bir başka toplumda neden zor? Bu adamın sosyal hayatında hiç mi arkadaşı yok, yaşadığı yerde hiç mi akrabası yok? Akrabası olmasa bile (diyelim işi dolayısı ile tüm akrabalarından uzak kalmış olsun) bu kişinin bir işi olmalı.

Çocuğunu birine emanet etmek çok önemli bir konu. O kişiye güvenmeliyim. O kişinin benim çocuklarıma zarar vermeyeceğini bilmeliyim. Fakat birinden böyle bir yardım talep ettiğinde ona borçlu kalmış da oluyorsun. Bizim gibi toplumlarda işler hep sırtımı kaşı ki sırtını kaşıyayım sistemi üzerine kurulu. Bugün sen bana yardım edersen ben de sana yardım ederim düşünce biçimi ile yaşıyoruz. Bu bizim normalimiz. Zorda kalırsak bize yardımcı olacak insanların varlığı bizi rahatlatıyor. Bunu yadırgamıyoruz. Bu çok normal bir durum bizim için. Peki ya arkadaşı olduğu halde bir insan neden çocuğunu arkadaşına bakmasını istemez yada isteyemez?

Boyumuzdan büyük işler konusu devreye giriyor. Büyük şehirlerde yaşamak başedilmesi gereken yeni sorunlar çıkarttı karşımıza. Bildiğimiz formüllerin geçersiz olduğu yeni bir evrendeyiz. Burada fizik kuralları bizim bildiğimiz evrendeki gibi değil. Arkadaşına bile güvenemediğin bir ortam. Biz geçiş kuşağıyız. Hafızamızda hala geçmiş günlerin bilgileri mevcut. Bizim çocuklarımız bilemedin torunlarımız için bu alışkanlıklar sadece kitaplardan okudukları, filmlerden izledikleri şeylerden ibaret olacak.

Uzun lafın kısası bu problem doğu/batı konusu değil şehirleşme konusu.

ESKİ TÜRKİYE/YENİ TÜRKİYE

Ben çocukken bu ilişkiler daha da sıcaktı. Yani bir komşuya çocuk emanet etmek o kadar sıradan ve normaldi ki. Zaman değişti artık komşularımızla ilişkilerimiz daha resmi. Artık bir komşuma çocuk bırakmayı düşünemiyorum. Toplumsal ilişkilerimiz şehirleşme ile birlikte çok değişti. Eskiden bizden bir kuşak öncesi için normal olan şeyler bizim kuşak için normal değil artık. Bir sonraki nesil için de bugün yaptıklarımız yadırganacak. İşte sosyolojideki özne yapı sorunu burada kendisini ortaya çıkarıyor. İçine doğduğumuz toplumun belli normları var ve bizler bu normları içselleştirerek yaşıyoruz. Fakat zamanla bir kuşak içinde bile normlar dahi değişebiliyor. Bunu komşuluk, arkadaşlık, akrabalık ilişkilerinde çok kolay görebiliyoruz. Yani her şey değişiyor ve bizler de bu değişimlere adapte olmak için çabalıyoruz. 

DEĞİŞİM KAÇINILMAZ

Bazı değişimler evrimsel olarak gerçekleşiyor. Yani koşullar bize ne yaşayacağımızı, değerlerimizin nasıl dönüşeceğini, normlarımızın nasıl farklılaşabileceğini dayatıyor. Yani değişimi bireysel olarak engelleyebilmemiz mümkün değil. Tüm toplum değişirken sen eskisi gibi davranmaya çalışsan da uyumsuzluk yaşaman kaçınılmaz. 

Bazı değişimler ise evrimsel olmuyor. Mesela cumhuriyetin kurulması ile birlikte bir anda sahip olduğumuz normlar, değerler, kurallar altüst edilmiş. Bu toplumda çok büyük bir travmaya sebep olmuş. Bugün de bu travmanın izlerini gözlemliyoruz. 

Bu başka bir konu ama şunu söylemek gerek. İster kendi seyrinde aksın ister dayatılma yoluyla olsun bir değişim içindeyiz. Hem bu değişimin öznesiyiz (yapıcısı) hem de nesnesiyiz (değişimden etkilenen). Şu kesin ki hayata tutunabilmek için her ne gerekiyorsa yapıyoruz. Hem şartların değişimine sebep oluyoruz hem de şartlar bizi değiştiriyor. Belki tek başımıza birey olarak büyük dişliyi değiliz ama o büyük dişlinin de bizim gibi küçük dişliler olmadan varlığının anlamı yok. Her birey içine doğduğu toplumun şartlarını içselleştirerek adapte oluyor. Öğrendiğimiz şeyi uygulamaktan başka çaremiz yok. Bir toplumda arkadaşlık, akrabalık, komşuluk, tanıdıklık ilişkileri güncelliğini korurken bir başka toplumda insanlar kimseye muhtaç olmadan yaşamayı bir gurur kaynağı olarak görebiliyor. 

PARAM VARSA SORUNLARI ÇÖZERİM DÜŞÜNCE BİÇİMİ

Parasıyla hizmet satın alabilecekken kimseye minnet etmemek böyle bir şey olsa gerek. Yani eğer mümkünse birilerinden destek ve yardım almamak işimize geliyor. Kendi konfor alanımız bir kere nasıl kurulduysa artık yeni normalimiz odur. Eğer akşam ayağımı uzatarak çayımı içerken TV izlemek varken komşunun çocuğuna bakmak bana zul geliyorsa içgüdüsel olarak bilirim ki benim komşum da eğer çocuğumu bırakmak zorunda kalırsam o da bu durumu zul olarak algılayacaktır. Aslında bir başka zaman kendi konforum bozulmasın diye komşumun konforunu bozmuyor olabilirim. Yani ilişkilerimi mesafeli tutmak işime geliyor olabilir.

Bir başka boyut da şu olabilir. Tanımadığın insandan korkuyorsun. Ve bu durum büyük şehirlerde hep yaşadığımız şey. Sabah çıkıp, akşam geldiğimiz evlerimiz artık sadece kendi kişisel alanlarımızı yaşayabildiğimiz yerler haline gelmiş durumda. Tüm gün çalışıp akşam eve geldiğinde yorgunluğunu atmak istiyorsun. Çok ender olarak gördüğün ve hiçbir şey paylaşmadığın komşuların senin için yabancı bir insandan başka bir şey değil. Onun da herhangi birinden farkı yok. 

Ve sahne değişiyor. İlk bölüm yaklaşık 8 dakika sürmüştü bu bölüm ise 4 dakika kadar sürdü. 

MEKSİKA - 2

ÜLKELER FARKLI KÜLTÜR AYNI

Ve sahne yeniden değişiyor ve bir anda kendimizi Amerika Meksika sınırında buluyoruz. Bir iki dakika boyunca Meksika ile ilgili onlarca görüntü bombardımanına tutuluyoruz. Bu görüntülerin çok büyük bir kısmına o kadar aşinayım ki şaşırmadan edemiyorum. Ülkemizden binlerce km uzakta bir coğrafyada bizim kültürümüze bu kadar  benzer görüntüler görmek şoke edici. Seyyar satıcılar, trafik keşmekeşi, arabaların bagajlarında seyahat edenler, kalabalık vs. 

Nasıl olabiliyor bu? Tarihleri farklı, kültürleri farklı, iklimleri farklı, dinleri farklı bu iki millet nasıl oluyor da bu kadar çok konuda benzer özellikler sergiliyor?


KÜLTÜRLERİ YARATAN NEDİR?

Acaba Marks’ın dediği gibi ekonomi mi belirliyor her şeyi? Yani eğer bir ülkenin ekonomisi ne kadar gelişmemişse oluşturacağı kültür de belli bir şekilde mi olabiliyor? Aslında yaşadığımız sosyal, kültürel ortamı belirleyen ne? Eğitim seviyesi, gayri safi milli hasıla, hastaneleşme oranı, kişi başına düşen öğretmen, hekim sayısı…. Birbirinden bu kadar uzak iki ülkenin bu kadar benzer sosyal hayat üretmesinin sebebi bunlar mı? Bir toplumun eğitim seviyesi mi belirliyor günlük hayatını nasıl yaşayacağını? Üstünde sinek gezen yemek neden bir batılıyı (yada batılı zihniyetle yetişmiş bir doğuluyu) rahatsız ediyor da bir doğuluyu (yada bu örnekte olduğu gibi güneyliyi) rahatsız etmiyor? Neden seyyar satıcılar batıda bu kadar yaygın değil de gelişmemiş ülkelerde yaygın?

Az önceki doğulu güneyli sorununu yaşamamak için aslında Wallerstein yardımımıza yetişebilir. O ülkeleri merkez, çevre yarı çevre diye ayırırken aslında bu adlandırma sorununu da çözmüş oluyordu. Zaten filmin bu anına kadar iki merkez ülke bir yarı çevre (yada çevre de olabilir) ve bir çevre ülke görmüş olduk. O Arap yada Kuzey Afrika ülkesi her neresi ise kesinlikle çevre ülkeye uygun. Bizim ülkemize benzeyen neyse ki o çöl ülkesi değil (Acaba öyle mi? Türkiye'nin bazı yerleri hiç de o kadar uzak değil oysa ki). Hiç olmazsa o kadar da düşük seviyede değiliz. 

Sonuç olarak, benzer ekonomik, kültürel, sosyal sisteme ve dolayısı ile sermayeye sahip olan ülkelerin de yaşadığı hayat birbirine benzemeye başlıyor. Yani bir ülkeyi doğulu yada çevre yapan şey sadece ekonomisi değil. Zaten ülkelerin ekonomik yapıları da gökten zembille inmiyor. Bir ülkenin ekonomisinin nasıl olacağını genel olarak zihniyet belirliyor. Bu zihniyeti de besleyen bir çok kalem var: Din, Eğitim, Gelenekler, Tarih, Genetik, Korkular… 

Tekrar filme dönersek iki çocuğu alan Amelia köyüne geliyor. Oğlu ile buluşuyor ve küçük çocukları yaşıtları olan bir Meksikalıya emanet edip sosyal hayatlarına devam ediyorlar.

AYAKLARI ÜSTÜNDE DURABİLME YETENEĞİ 

Herhalde bu çocuğa güvenme (başıboş bırakma) durumu kırsal kesimin ortak noktası. Başlarına kötü bir şey gelme korkusu olmadan yaşamak ancak kırsala ait bir özgürlük. Bizim çocuklarımızı her çeşit tehlikeden (bazen abartılı da olsa) gözümüz gibi sakınmamızın yanında bu boşvermişliğe (abartılı da olsa) hayret etmemek mümkün değil. Ne zaman köylere yada gecekondu mahallesine gitsem bu boşvermişliği gözlemlerim ve her seferinde de şaşırırım. Nasıl bu kadar cesur olabildiklerine inanamam. Fakir mahallelerde, yolda belde gördüğüm çocukların kendi başlarına hayata tutunmalarına bazen gıpta ile bile bakarım. Ayakları üstünde durmak ancak ayakları üstünde durumlarına izin verilen çocuklarda gelişebilen bir özellik. Şehirli, eğitimli ailelerde büyüyen çocukların karşılarına çıkan ufak sorunları bile çözemeden büyümeleri ve sonra hayata atılma zamanı geldiğinde apışıp kalmalarının arkasında da bu acı gerçek yok mu?

Son yazdıklarımı bu arada sadece 34. dakikada olan olay üzerine yazdım. Yani iki küçük sarışın çocuğu o hengamede yalnız bırakma cesareti üzerine. Bunu yapabilmek işte tam olarak şehirli olmamak demek sanırım. 

Bir sonraki sahnede zaten çocukları tavuk kovalarken görüyoruz. Ve Amerikalı çocuklar hiç yadırgamadan tavuk kovalıyorlar. Pek gerçekçi gelmedi bana. Kişisel görüşüm eğer bir çocuk hayatında ilk kez tavuk görüyorsa ondan korkacaktır. Ama belli de olmaz. Herkesin mizacı aynı değil neticede. 

Yakalanan tavuklardan birisinin başını koparıp yere atması ve başı kopuk tavuğun peşinden koşan çocukların yanında dehşet dolu gözlerle bakan Amerikalı çocuklar. Müthiş bir sahne.


Tavuğun kopan başına hayretle bakan ve ardından yaşanan koşuşturmacayla şoke olan çocukların ardından sahne değişiyor ve otobüste vurulan kadını görüyoruz.

MEKSİKA - 3

MEKSiKA DÜĞÜNÜ/TÜRK DÜĞÜNÜ: BENZERLİKLER GEÇİDİ

Düğün törenindeyiz. açık hava düğünü. Ve burada bir sahne beni çocukluğuma götürdü. Eskiden düğünler çok mütevazi olurdu. Sadece kuru pasta ve kola, fanta ikram edilir ve bir de düğün pastası kesilirdi. Belki hala bazı yerlerde bu adet devam ediyordur. Burada da masalarda gazlı içecekleri görünce aklıma o günler geldi. Bir başka geri kalmış ülke benzerliği daha mı? Bütün bu benzeşmelerin tesadüf olamayacağı kesin. 


Bir başka benzerlik de sahnede bir orkestra olması ve gelinle damadın sahnede yalnız dans ediyor oluşları.


Bir süre sonra gelinin ve damadın ebeveynleri de sahneye çıkıyor ve eş değişerek dans etmeye devam ediyorlar. Bir başka benzerlik daha. Ve gündüz başlayan düğün geceye kadar sarkıyor. Herkes eğleniyor, içkiler de içilmeye başlıyor ve enteresan bir şey oluyor. Amelia’ya kendisi gibi orta yaşlı bir adam asılıyor. Amelia da buna karşılık veriyor. İşte bizim kültürümüzde çok sık görülmeyecek bir durum. Oğlunun düğününde bir kadının bir erkekle sevişmesi pek de alışıldık bir durum değil. Özellikle alt sınıflarda. Yani belki orta sınıf, eğitimli, zengin sınıf için düşük de olsa bir ihtimal yaşanabilir ama Türkiye'de Meksika'dakinin muadili olabilecek Türk karşılığı her ne ise yaşanması imkansıza yakın.

Ve düğün sonunda silah da sıkılıyor. Artık benzerliklere şaşırmıyorum. Demek durum bu diyerek konuyu normalleştiriyorum: Meksikalılarla çok benzer özelliklerimiz varmış. 

Filmin ilk saati böylece bitiyor. Düğünden çıkıyor ve Fas’a dönüyoruz.

MEKSİKA - 4 

Filmin 1:20 dakikasına geldik. Meksika'ya dönüyoruz. En son düğün eğlencesinde kalmıştık. Düğün dağılıyor ve sona içip sapıtanlar kalıyorlar. Amelia çocukları alıp Amerikaya dönmek için arabaya yöneliyor. Oğlu ve gelini onu savuşturuyor. Oğlu annesinin şoförlüğünü yapan kuzeninin sarhoş olduğunu ve araba sürmemesi gerektiğini söylüyor ve tahmin edelim ne oluyor: bir yarı çevre ülkesi vatandaşı olarak tabi ki “ne sarhoşluğu olum, turp gibiyim” diyerek Meksika’dan Amerika’ya o kafayla gideceğini söylüyor. Bu cevval arkadaş daha önce de alkollü araç kullanmış ve yakalanmış. Çocuklar arabanın arkasında uyuyakalıyorlar. Arabayı süren gencin gözleri kapanır gibi oluyor ve bir ara yoldan çıkar gibi oluyorlar. 

ALKOLLÜ ARABA SÜRME YİĞİTLİĞİ

Benzerliklerin artık tesadüf olmadığını biliyoruz. Bunu yaratan kültürel iklim. Bunu yaratan kurallara uymamanın bir zararını görmemek. Fakat buradaki aptallık o kuralsızlığın kendi topraklarında işleyen bir düzen olduğunu unutup aynı şeyi kuralların geçerli olduğu bir yerde de devam ettirmeyi düşünmek. Halbuki sen başka bir algılama biçimi olan topraklara gidiyorsun. İşte bu düpedüz aptallık ve sanırım bu da çevre ülke olmanın bir belirtisi.

Tecate diye bir yerden giriş yapacaklarını böylece San Diego'ya çabuk varabileceklerini söylüyor. Sınırdan geçerken polis pasaport kontrolü yapıyor. Çocuklar kim diye soran polise şoför yeğenim diye şaka yapınca polis kızıyor. Kadın devreye girip onların bakıcısıyım diyor ve sinirlenen polisi yumuşatıyor.  Arabanın her yerini arıyorlar. Çocukların izin belgelerini soruyorlar. İzin belgesi yok. Şoförün lakayt tavırlarından hoşlanmayan polis alkollü müsün diye soruyor ve arabadan inmesini istiyor. Genç arabadan hemen inmeyip laf kalabalığı yapınca polis iyice sinirleniyor ve arabayı az ileriye çekip park etmesini ve arabadan inmesini söylüyor. Genç yavaş yavaş park edilecek yere giderken bir anda vazgeçip son sürat arabayı sürmeye başlıyor. Arabayı park etmiş araçlara vurarak kaçıyor.

Son sürat yola çıkıyor ve çocuklar bu hengame içinde uyanıp ağlamaya başlıyorlar. Amalia sürekli arabayı durdur diyor. Genç deli gibi sürmeye devam ediyor. Bir süre sonra Polis sirenleri duyulmaya başlıyor. Genç arabayı ana yoldan çıkarıp bir toprak yola sapıyor. Polisleri böylece atlatmış oluyor. Arabadan teyzesini ve çocukları indiriyor ve polisleri atlatıp sizi almaya gelirim diyor. Amelia ve iki çocuk çölün ortasında zifiri karanlıkta kala kalıyorlar. 

GERGİNLİĞİ LAUBALİLİKLE ATLATMAK - YETİŞKİN OLAMAMA

Kuralsızlığın sorun olarak görülmediği bir yerden farklı bir iklime geçince bir sorun çıkmaması mümkün değil. Ama artık şaşıracak durumda değiliz. Aptal olan kişiye aptal olduğunu anlatmak da başka bir çeşit aptallıktır. Bu laubaliliği tanıyorum. İkili ilişkileri sıcak bir tarzla çözmek bir yöntem. Çoğu zamanda bu sıcak kanlı tutum işe yarar. Ama ne zaman nerede ne yapacağını bilmek de başka bir meziyet. 

Yaşananlara şaşkınlıkla bakıyoruz. Ne yaşandı şimdi, neden yaşandı? Yusuf’un otobüsü silah için hedef tahtası olarak kullanması kadar aptalca. Burada yaşanan şey çok çocukca geliyor bana. Yaptıklarının sorumluluğunu almaktansa kaçarak sorunu çözmek. Bir hata yaptığında hatanla yüzleşmek yerine ondan kaçarak kurtulabileceğini düşünmek. 

Gerçi o kadar da belirlenmiş şeyler yok. Neticede yapılması zorunlu olan şeyler vardı, çaresizlik vardı. Amelia, kendince bir çözüm üretti ama maalesef bu çözüm aslında en başından beri hiç de akıllıca bir çözüm değildi. Çaresizlik insanlara hata yaptırtıyor. Amelia yerinde ben olsam ne yapardım? Oğlumun düğününe gitmek için ne yapıp edip bir çözüm üretmez miydim? Çocukları yanına almak bir çözümdü ama bunun bir de dönüşü olacağını da kestirmek gerekiyordu.

Yeğeni arabadan inip alkol muayenesine takılsaydı ne olurdu? Bu kadar spekülasyona gerek yok. Olanlar ortada. Bir gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince sonuç bu oluyor. 

MEKSİKA - 5 

1:45’de Meksika’ya geçtik. Amelia çölün ortasında çocuklarla kalakalmıştı. Şimdi gün ağarmış. Hava aydınlanmış ve Amelia’yı bir çalılığın dibinde çocuklarla uyurken görüyoruz. Amelia uyanıyor ve uzaklardan geçen bir arabaya yardım diye çığlıklar atarak koşuyor ama araç onu görmeden uzaklaşıyor.

Çocukların yanına geliyor Amelia. Erkek olan “yanlış bir şey yapmadıysak neden saklanıyoruz” diye soruyor. Amelia “biz yanlış yapmadık onlar öyle düşünüyorlar” diye karşılık veriyor. Çocuk “hayır sen kötü değilsin” diyor. Amelia “kötü değilim sadece aptalca bir şey yaptım” diye karşılık veriyor. Çocuğa sarılıyor ve sizi çok seviyorum diye ağlamaya başlıyor.


Çocukları da alıp güneşin altında yürümeye başlıyor. Debbie yani kız baygın. Amelia onu kucağında taşıyor. Amelia’nın bir çözüm üretmesi gerek. Çocukları gölgelik bir yere bırakıp yardım aramak için yola koyuluyor. Uzunca bir süre yürüyünce karşısına bir polis aracı çıkıyor ve ondan yardım istiyor.

Polis ilk olarak sınırı ne zaman geçtiniz diye soruyor. Kadın sınırı geçmedik burada yaşıyoruz diyor. Polis bir telsiz konuşması yapıyor ve kadını tutuklamak üzere ellerini kelepçeliyor. Kadın çocukları çölde bıraktığını anlatmaya çalışıyor. Adam oldukça duygusuz beni onlara götürün diyor. Amelia çocukları bıraktığı yere geldiğinde onları bıraktığı yerde bulamıyor. Sağa sola koşuşturup her yere bakıyor ama çocuklar yok. Bu sırada bir başka polis aracı daha geliyor ve içinde başka tutuklu kişiler var. Çocuklar bu araç içinde değiller. Bir helikopter gözüküyor, aramaya havadan devam edilecek. Amelia’yı polis arabasına götürüyorlar ve sahne bitiyor. 

GERİZEKALIKLAR GEÇİDİ

Fastaki gerizekalılığın bir başka versiyonu Meksika'da yaşanıyor. Orada Ahmet pisi pisine ölmüştü şimdi de burada iki küçük çocuk aynı derecede aptalca bir sebepten ölüm tehlikesi altındalar. Zaten film de aynı derecede aptalca bir silah ateşlemesi sonucu yaşanan yaralanma ile başlamıştı. Bu film bir gerizekalılıklar geçidi. Gerçi Amelia’nın yaşadıkları direkt olarak kendi suçu değil ama neticede yaşadığı şey çok gerizekalıca.

MEKSİKA - 6 

Meksika'ya dönüyoruz. Amelia bir polis merkezinde. Polis çocukların bulunduğu haberini veriyor ve kadına kızıyor. Onları çölün ortasında nasıl yalnız bırakabildin diyor. Amelia çocukların durumunu sorduğunda bu seni ilgilendirmez cevabı alıyor. Sınırı geçmeye çalışırken kaç çocuğun öldüğünü biliyor musun diye soruyor. O çocuklara doğduğundan beri ben bakıyorum diyor Amelia. Gece gündüz onlarla ilgileniyorum, onlar kendi çocuklarım gibi diyor ama polis sizin çocuklarınız değil ve bu ülkede kaçak çalışıyorsunuz diyor.

Amelia yeğenim Santiago’ya ne oldu diye soruyor. Polis bilgisi olmadığını söylüyor. Richard’a Fas’da ulaşmışlar. Çok sinirlenmiş ama dava etmeyecekmiş bilgisini veriyor polis. Ama Amerikan Devleti kadını sınır dışı etme kararı vermiş. Amelia 16 yıldır burada yaşadığını söylüyor. Hayatını burada kurduğunu söylüyor. Polis bu sözlerin anlamsız olduğunu söylüyor. Amelia avukat istediğini söylüyor. Polis bunun sadece yaşanacak olanı erteletebileceğini durumunda bir değişiklik olmayacağını söylüyor.


Adriana Barraza
Adriana Barraza

Filmde her bölümde çok etkileyici bir bakış anı oldu. Bu bakış da bu bölümün simgesi olsun. Bu çaresizlik, bu adaletsizlik, bu iki yüzlülük çok fazla.

İNSANIN GERÇEK YÜZÜ

Herhalde herkesin içten içe bildiği ama kimsenin doğru dürüst dile getiremediği bir acı gerçek var. Her birimiz son derece bencil ve iki yüzlüyüz. Bir sorun bizim başımıza gelmediği sürece başkalarının yaşadığı sorunlar umurumuzda bile değil. Ne açıklama getirirsek getirelim, ne bahaneler uydurursak uyduralım biz buyuz. Dünya son derece adaletsiz bir yer. Yaşamak dediğimiz şey eninde sonunda güçlünün hayatta kalabildiği bir savaş alanı. Bilinçli bir canlı olarak kendimizi çok ahlaklı, bilge, onurlu bir canlı yapmaya çalışıyoruz ama sözün özü aslında hiç de kendimize yakıştırdığımız bu özelliklere sahip değiliz. 

İçine doğduğumuz ekonomik, kültürel, sosyal, beşeri sermayelerin kaymağını yiyerek yaşıyoruz. Daha zor şartlarda doğan insanların hayatlarını ise dışarıdan izleyip ya görmezden geliyoruz yada görüyormuşuz gibi yapıyoruz.  İtiraf etmek zor ama acı gerçek bu. Hasbelkader iyi şartlarda doğmuşsak, ailemizin maddi durumu yerinde ise, iyi bir eğitim aldıysak, kendimizi ve ailemizi geçindirecek parayı kazanabiliyorsak sorun yok. Bu imkanlara sahip olmayanların neden böyle hayatlar yaşadıklarına da bir şekilde cevaplar uyduruyoruz. En kolayı kader. Bu açık ara önde. Ne yapalım alınyazımız böyleymiş dediğimiz an, az önce yazdığım tüm adaletsizlikler sıfırlanmış oluyor. Peki kadere inanmayanlar nasıl çözüyor bu sorunu? Ne yapayım dünyanın düzeni böyle elimden ne gelir diyoruz. Tek başıma bu düzeni nasıl değiştirebilirim ki diyoruz. Bir de arada bir parası pulu olmayanlara yardımda bulunduk mu, vicdanımızı da rahatlatıyoruz, sonra yaşamaya devam. 

İnsan gerçekten müthiş bir canlı. Hayatta kalabilmek için yapamayacağımız şey yok. Bu dünyada yaşamanın bir anlamı var mı yok mu bilmiyorum ama bildiğim şey insan kadar cevap uydurabilen başka bir canlı olamaz. Her şeye bir cevabımız var. Çoğunlukla saçma sapan cevaplar uyduruyoruz ama günün sonunda iş görüyor mu? Görüyor. O zaman yola devam. 

Bir sonraki sahnede Amelia üstü başı, yırtık pırtık sınır kapısında yerde otururken görülüyor. Oğlu onun yanına geliyor ve Amelia ağlayarak 16 yıl boyunca uzak kaldığı oğluna sarılıyor..




bottom of page