2006 yılı yapımı olan Babil filmini izledim. Bu filmi çıktığı yılda izlemiştim ama aradan geçen yıllar aklımda bir şey bırakmamış. Bu yüzden neredeyse ilk kez izliyormuş gibi izledim. Gerçi hatırlasam da neredeyse 20 yıl önce anladığımla bugün anladığım şey arasında da farklar olacaktı zaten. Şimdi bir sosyoloji öğrencisi olarak ve yılların deneyimini de ekleyerek izlediğimi söylersem yanlış olmaz.
Filmi izlerken çok detaylı not tuttum. Filmin sahnelerini hem aktardım hem de aktarırken yorumlarımı da ekledim. Ayrıca sahneler üzerine düşüncelerimi de yazdım. Yani kendi bakış açımla hem filmin hikayesini aktarmış hem de film ile ilgili düşüncelerimi yazmış oldum. İlk olarak filmin sahne bütünlüğü içinde yorumlarımı yazmış olsam da film bittikten sonra filmi dörde ayırmaya karar verdim. Fas sahnelerini ikiye böldüm ve Meksika ve Japonya sahnelerini de ekleyince film dörde bölünmüş oldu. Fas’da geçenleri Fas-Silah ve Fas-Susan olarak ayırdım. Yani Fas-Silah olan kısım Abdullah ve ailesinin olduğu bölümler; Fas-Susan ise Susan’ın vurulması ile gelişen bölümler.
İnaritu filmi aslında zaman bütünlüğü olmadan aktarmış Yani sahneler eşzamanlı akmıyor. Tabi bu bilgiye ancak filmin tamamını izleyince ulaşabiliyorsun. İlk gerçekleşen olaylar Fas-Susan ve Fas-Silah olan yerler. Bu ikisi arasında eşzamanlılık mevcut o yüzden tam karar vermek güç ama yönetmen Abdullah'ın yaşadığı yerden filme başladığı için ben de yorumlarımı bu bölümden başlayarak yapıyorum. Sonra Meksika devreye giriyor. Meksika'daki olaylar Susan’ın vurulmasının akşamı başladığı için. üçüncü sıraya Meksika girdi. Japonya ise vurulma olayından 3-4 gün sonrasına denk geliyor.
Filmi dörde ayırdığımı söylemiştim. İşte notlarımı bu zamanlamaya göre paylaşacağım. Yani ilk önce Fas-Silah, ardından Fas-Susan, sonra Meksika ve en sona Japonya kalıyor. Bu yüzden bu film incelemesini dört yazıya paylaştırmak zorunda kaldım. Diğer türlü tek yazı için inanılmaz uzun olacaktı.
Yorumlarımı yaparken alt başlıklar kullandım. Bunun faydası şu oldu: başlıklar o paragrafta ne hakkında yazdığımı gösteren bir anahtar görevi görüyor. Böylece tüm yazıyı okuduktan sonra film ile ilgili önemli kavramları yada düşünceleri özet bir şekilde görmemi sağlamış oluyor.
Son olarak şunu da belirteyim. Filmin hikayesini anlattığım yerler daha küçük puntolu olacak. Neticede bu yazı filmle ilgili düşüncelerimi aktarmak için kaleme alındığı için asıl önemli olanın filmin hikayesi değil benim film ile ilgili görüşlerim olduğunu düşünüyorum. Neticede bu yazı zaten filmi izleyenlerin okuyacağı bir yazı olacak. Filmin konusunu bilen kişilerin bir daha filmin kaleme alınmış halini okuması çok da gerekli değil.
FAS - Silah
KURALSIZLIK - KÜLTÜREL FARKLAR - KÜLTÜREL GÖRECELİK ELEŞTİRİSİ - KISKANÇLIK - ENSEST - İÇİMİZDEKİ UYUYAN HAYVAN - DAYAK KÜLTÜRÜ - TOPLUMLARIN DOĞRUYU GÖREBİLMESİNİN YOLU - MERKEZ/ÇEVRE - İNSANIN ÖZEL OLUP OLMAMASI
FAS -1
Filmin başında bir Arap veya Kuzey Afrikalı izlenimi veren kara kuru bir adam görüyoruz. Tek başına yürüyor. Derme çatma bir eve geliyor ve yine kendisi gibi kara kuru bir adama uzun menzilli (3km menzili var) bir tüfek satıyor. Tüfeğin denemesini yapıyorlar ve baba iki oğlu arasından belli ki küçük olanı daha çok seviyor. Silahı onun denemesini istiyor ama büyük olan önceliği almak istiyor ve atış yapıyor. Atışı doğru yapamayınca babası tarafından aşağılanıyor. Küçük kardeş atış yapıyor ve babası tarafından takdir ediliyor.
Küçük kardeşin adı Yusuf. Büyük ihtimalle bir müslüman ailesi olmalı. Göçebe olmaları büyük ihtimal. Aldıkları tüfeği keçilerini çakallara karşı korumak için alıyorlar.
Küçük kardeş Yusuf derme çatma evin çatlak bir duvarından bir genç kızı soyunurken izliyor. Büyük kardeş işle uğraşırken küçük olanın bu davranışı onun kişiliği hakkında ipucu veriyor. Yusuf'un baktığı kızın adının Zehra olduğunu öğreniyoruz. Yusuf'un abisi onun yaptığı şeyin farkında ve buna karşı olduğunu söylüyor.
Yusuf bir kayalığın dibinde Zehra'yı hayal ederek masturbasyon yaparken bir silah sesi duyuluyor. Abisi silahın gerçekten menzilinin 3 km olduğundan dolayı şüpheli onu test ediyor. Menzilin 3 km olup olmadığını anlamak için dağın eteklerinden giden bir araca ateş ediyorlar. Arabayı vurabilirlerse menzilin 3 km olduğunu anlayacaklar. Binek otomobilin ardından bir otobüs görüyorlar ve Yusuf ona ateş ediyor. İşe yaramadı diyerek üzülürlerken otobüs duruyor ve araçtan çığlık sesleri gelirken Yusuf'la abisi kaçmaya başlıyorlar ve onların koşmasını gösteren görüntü gözden kaybolurken sarışın bir çocuğun lüks bir evde koşan görüntüsü ile görüntü birden değişiyor. Bu sahne geçişi filmin 8. dakikasında oluyor.
Dağ başında bir yerde iki çoban çocuk var, çakalları sürülerinden uzak tutmak için tüfekle geziyorlar, çocuklardan küçük olan diğerine göre daha cevval. Yaşları 13-15 civarında olmalı. Bu kadar küçük çocukların öldürme gücü olan bir silahla dağ başında gezmeleri dikkat çekici. Bunlar neticede hala çocuk.
KURALSIZLIK
Fakat gördüğümüz şey tam bir kuralsızlık. Burada medeniyet yok. Burada bildiğimiz anlamda bir düzen yok. Burada kontrolsüzlük, denetimsizlik, disiplinsizlik var. Burada doğru ile yanlışın ne olduğu konusu muallak. Toplumdan yalıtılmış insanların yaşadığı bir yer burası. Kendine ait bir düzenleri olan bir grup insan. Dışarıdaki hayat gerçek değil onlar için. Sanki kendi hayatlarına teğet geçen başka bir dünya varmış gibi.
FAS -2
Filmin 27:50 dakikasında karşımıza bir anda keçiler tekrar çıkıyor. Yusuf'la abisi var güçleri ile keçileri yaşadıkları yere sürüyorlar. Neden erken geldiklerini açıklamak için bir bahane buluyorlar. Akşam babaları eve geliyor ve birlikte yemek yiyorlar. Yemek yerken tekrar farklı kültürler farklı algılamalar konusuna geliyoruz.
KÜLTÜREL FARKLAR- KÜLTÜREL GÖRECELİK ELEŞTİRİSİ
Bir kültürde normal karşılanan bu görüntü bir başkasında iğrenme duygusu bile oluşturabilir. Böyle ellerini daldıra daldıra, parmaklarını yalaya yalaya yemek yiyen birisini gördüğümüzde hissettiğimiz şey nedir? Bizim için mide bulandırıcı olan bir şeyin bir başka kültürde gelenek olması çok ilginç. Sadece yemek yeme alışkanlığı için değil her şey için geçerli. Bir Arap yada Afrikalı masada çatal bıçak kullanarak yemek yiyenler hakkında acaba ne düşünüyordur? Eminim şaşırıyorlardır. Onlara böyle malzemeler kullanarak yemek yenilmesi acayip geliyor olmalı.
Mesele şu: her kültür en doğru olanın kendi sahip olduğu kültür olduğunu düşünüyor. Bunun mümkün olmadığı ortada. Yani söz konusu olan alışkanlıklar, gelenekler, tutumlar, tercihler olduğu sürece doğru yada yanlış diye konuya bakmak mümkün değil. Fakat burada ince bir nokta olduğunu düşünüyorum. Kültürel görecelik de bir yere kadar olmalı. Yani bir noktada insan onuruna, insan haklarına aykırı bir gelenek varsa ne yapalım bu da onların doğrusu diyemeyiz.
Örnek vermek gerekirse diyelim bir toplumun geleneğinde insan yemek varsa bunu onların doğrusu olarak algılayamayız, yada bir toplum kadınları insan olarak görmüyorsa onların kültürü böyle diye geçiştiremeyiz. Kültürel farkları tabi ki kabul etmeliyiz. Kimsenin kültürü kimseden üstün değil. Ama bazı sınırları da gözetmek zorundayız.
Bu yemek sırasında çocukların yaptığı şey hakkında da konuşuyorlar. Eve geç gelen babaları bir turist otobüsüne teröristlerin saldırdığını bu yüzden yolun kapatıldığını söylüyor.
FAS - 3
Tam 50. dakikada tekrar Fas’a dönüyoruz. Yusuf’la abisini gece çöküp hava kararırken dağ başında bir yere silahı saklarken buluyoruz. Sahne değişiyor ve tekrar gündüz oluyor. Polisler olayın geçtiği yerde inceleme yapıyorlar. Yoldan geçenleri sorguluyorlar. Polisler bir şekilde boş kovanları buluyorlar. Ve kovanların yakınında da taze keçi bokları.
Sonraki sahnede Yusuf'un babasına silahı satan, adının Hasan olduğunu öğrendiğimiz adamı polisler tartaklıyor. Sorgusuz sualsiz direkt suçlu muamelesi çekiyorlar. Adam ne olduğunu anlamadan konuyu anlamaya çalışıyor. Hasan’a dayak atarak polis sorguya devam ediyor. Bir şekilde tüfeğin Hasan’a ait olduğunu biliyor polis ve tüfeğin nerede olduğunu sorunca Hasan tüfeği sattığını söylüyor.
Polisler bir sonraki sahnede Yusuf ve abisi ile karşılaşıyorlar ve Abdullahın nerede oturduğunu soruyorlar. Yusuf soğuk kanlı şekilde polise yalan söylüyor. Koşarak eve gidiyorlar ve babalarına olan biteni anlatıyorlar.
KISKANÇLIK
Tam bir curcuna hali yaşanıyor. Yusuf’un abisi Yusuf’un turisti öldürdüğünü söylerken bir ayrıntı çok ilgi çekici idi. Yusuf turisti öldürmekle kalmıyor bir de Zehra'yı da çıplak izliyor. O panik anında abinin aklına bunun gelmesi çok manidar. Ve Abdullah’ın bütün bu bilgi bombardımanından sonraki yüz ifadesi. Tam bir “ne oluyor, ne yaşıyoruz biz” bakışı. Ortada ölen bir Amerikalı var, ortada bir cinayet var ve Yusuf'un abisinin derdi Yusuf’un bir kızı çıplak izliyor oluşu. Herhalde bu bir kıskanmanın en tumturaklı ifşa oluşu.
Yusuf ve abisi tekme tokat birbirine girerken sahne tekrar değişiyor ve uzun süredir uğramadığımız Meksika'ya geçiyoruz. Filmin 56. dakikasındayız.
FAS-4
Babaları yani Abdullah, Yusuf ve abisini ve bir de Yusuf’un dikizlediği kız olan Zehra'yı bir duvarın dibinde sıra dayağına çekiyor. Bu anda öğreniyoruz ki soyunurken izlediği kız Yusuf’un kardeşi imiş.
Abdullah çocukları sorguya çekiyor ama verilecek bir cevap yok tabi ki. Yaşananların açıklaması olmayan anlar vardır ya bu da öyle işte. Öldüklerini sandıkları bir Amerikalı var ve yapılan şeyin aptallıktan başka hiçbir açıklaması yok. Yönetmen aynı anda bir çok şeyi ele alıyor. Film boyunca sürekli karşımıza bu şekil ayrıntılar çıkıyor. Hem Fas'ta hem Meksika'da hem de Japonya'da.
ENSEST - İÇİMİZDEKİ UYUYAN HAYVAN
Diğer konunun yani Yusuf’un kardeşini çıplak izlemesi ve kızın buna izin vermesinin de bir açıklaması yok. Yine bir kuralsızlık, normsuzluk, değersizlik (yada yanlış değerlilik) hali. Bu konu açısından belki aşırı iddialı olacak ama şu tartışma yapılabilir: bizi hayvanlardan ayıran şey nedir? Bizi diğer hayvanlardan farklıyız yanılsamasına sokan şey nedir? (Bu bir yanılsama mı, gerçekliğin reddi mi?)
Ahlak, superego yada normlar ve kanunlar olmasaydı bir maymundan yada köpekten farkımız olur muydu? Ensesti yasaklayan tabuların oluşma sebebi hakkında önceden beri psikologlar, antropologlar araştırmalar yapıyorlar. Ben şu an bu konuyu uzun uzun yazmayacağım ama görüşüme göre eğer toplumsal baskı yeterince olmazsa her an içimizdeki hayvan harekete geçebiliyor. Kendi çocuğuna yada kız kardeşine yada torununa yada yeğenine tecavüz eden akrabaların sayısı çok çok çok fazla. Birçoğu gündem oluyor ama belki onlarca kat fazlası kimsenin haberi olmadan yaşanıyor. Ne kadar kendimizi diğer hayvanlardan üstün görürsek görelim uygun şartlar altında o hayvanın ortaya çıkmasını engellemek mümkün olmuyor.
Bir arada ve özelikle sorunsuz yaşamak için kural koymak zorundayız. Her ne kadar özgürlük mü, düzen mi sorunu yaratsa da eğer kural olmayan bir toplum olabilseydi olurdu zaten. Kimi yerde kurallar belki özgürlüğümüzü kısıtlıyor, bazen ahlak adı altında insan olmanın gereğini bile yerine getiremez hale geliyoruz ama bir şekilde asgari düzeyde kural olmayınca da gerçekten (özünde) hayvan olduğumuz gerçeğini anında tecrübe ediyoruz.
Film bağlamında şunu görüyoruz ki kırsal/şehir ayrımı ile ilgili olarak Weber'in, Durkeim'ın, Tönnies'in yada başka bir çok sosyoloğun belirttiği farkları o kadar net görüyoruz ki. Yani geleneklere göre yaşamak, kanunlara göre yaşamak, kurallı yaşamak, kuralsız yaşamak, resmi ilişkiler, lakayt ilişkiler....
Bu arada ben Abdullah (Mustapha Rachidi) rolünü oynayan oyuncunun bakışlarını kullanmasına bayıldım. Yüzündeki derin çizgiler ve tam bir çöl insanının duruşu tavırları çok etkileyici. Yüzündeki hayal kırıklığını, öfkeyi, çaresizliği çok iyi anlatabilmiş.
Filme dönersek Japonya bağlantısı az sonra karşımıza çıkıyor. Silahı Abdullah’a satan adam tüfeği bir Japon'dan aldığını söylüyor. Hasan’ın Japon'la çekilmiş bir fotoğrafı var polislere o fotoğrafı veriyor.
Diğer yanda Abdullah çocuklarla birlikte silahı sakladıkları yerden alıyorlar. Ve güneye doğru gideceklerini söylüyorlar. Sanırım Abdullah çocukları ile kaçmaya çalışıyor.
Yusuf adres sormaya gelen polise yanlış bilgi vermişti. O polis Hasan’a geliyor ve tekme tokat giriyor. Neden yanlış yere yönlendirdin diye sorgusuz sualsiz dövüyor. Hasan’ın karısı devreye girip yalan söylemedi deyince polis kadına hadi o zaman sen götür bizi diyor.
DAYAK KÜLTÜRÜ
Bu şiddet üstünde kısa da olsa durmak istiyorum. Dayağı atan için de dayağı yiyen içinde kanıksanmış bir durum var. Doğu kültüründe normal olan bir alışkanlıktan bahsediyoruz. Güçlü olanın güçsüz olanı dövmeye hem “hakkı!” var hem de “yetkisi!” var. Ben çocukken bu şiddetin ülkemizde de yaygın olduğunu biliyorum. Özellikle polislerin ve askerlerin fütursuzca insanlara şiddet uyguladıklarını biliyorum. Hala bunun az da olsa etkilerini görüyoruz. Belki eskisi kadar yaygın ve şiddetli değil ama hala günümüzde şiddet uygulamaya meyilli devlet yetkilileri olduğunu biliyoruz. Sadece polis ve asker değil eskiden öğretmenler de okulda bizleri döverdi. Yani şiddet normal karşılanırdı.
Ne değişti? Kültürdeki bu değişimi görmek mümkün ama bu değişimin arkasında ne var? Artık daha mı eğitimliyiz, daha mı uygarız, daha mı bilinçliyiz? Yada eskiden askeri bir düzen altında olmamız bizi sürekli istim üstünde mi tutuyordu? Demokrasi bilincimiz mi arttı?
Eğer bir yerde toplumsal düzen geleneklerle, örfle, adetle değil de kurallarla, kanunlarla işliyorsa o yerde insan onuru daha mı değerli hale geliyor? Dayak yiyen kişi kendisini dövene “dur bakalım, sen kim oluyorsun da bana tokat atıyorsun, bunu yapmaya hakkın yok” deme cesareti ve gücünü kendinde bulabilmeli. Ve bunu dediğinde gerçekten arkasında kendisini koruyacak bir gücün varlığını hissedebilmeli.
Dayak yemeyi kanıksamış bir insanın, dayak yiyor oluşunu normal gören bir insanın hayata bakışı nasıl değişir? Daha çocukluktan itibaren katı bir hiyerarşi altında büyüyen nesiller dayakla terbiye edilmişlerse bu çeşit bir yaşam onların doğal kültürü haline dönüşüyor. Bebeklikten itibaren önce anne baba, sonra okulda öğretmen, sonra askerde komutan, sonra evlilikte koca, kamusal alanda polis dövüyorsa bunun yanlış olduğunu nasıl iddia edebiliriz ki? Neticede bir şeyi herkes yapıyorsa tabi ki doğaldır, tabi ki normaldir.
TOPLUMLARIN DOĞRUYU GÖREBİLMESİNİN YOLU
Geçtim dayağı çok değil daha 150-200 yıl önce birileri birilerinin kölesiydi. Şimdi bize çok saçma geliyor ama insanlık olarak bizler bunu yaşadık. Hala günümüzde bir yerlerde bazı kadınlar sadece kadın oldukları için insan yerine konulmuyorlar. Dolayısı ile dayak yemek eğer her yerde yaşanıyorsa tabi ki yadırganmıyor.
Bu yüzden toplumların etkileşim halinde olmasından çok memnunum. Yani kendi yaşadığı göleti tüm evren zanneden aptal kurbağalar gibi olmamanın tek yolu başka hayatları da görebilmek.
Bu yüzden kim ne derse desin bizim gibi geri kalmış ülkelerin tek kurtuluş yolunun dünyaya açılmak olduğunu (istersen adına küreselleşme diyelim) düşünüyorum. Çünkü sen istediğin kadar doğru olanı anlatmaya çalış eğer karşındaki bunu anlayabilecek kapasitede değilse hiç bir işe yaramıyor. Ancak kendisi görüp, tecrübe edip algılarsa aslında yaşadığı şeyin hiç de tek alternatif olmadığını anlayabiliyor.
MERKEZ-ÇEVRE
Konuyu Wallerstein ve merkez, çevre kavramlarına getirmek istiyorum. Çevre olan ülkenin çevrede olmasının sebebi merkezde olanın onları sömürmesi midir yada çevrede olan sömürülmeye hazır ve açık bir kültüre sahip olduğu için mi çevre de kalmıştır? Benim görüşüm ikincisi yönünde. Yani çevre ülkelerin aşama kaydedemelerinin sebebi bu durumda olmalarına yol açan bir kültüre sahip olmalarından dolayıdır. Yani konuya senin kültürün doğru, başkasının ki yanlış diye bakmadan değerlendirmek gerekiyor. Eğer küçük balık büyük balık tarafından yeniyorsa bunun sorumlusu büyük balık mıdır? Büyük, büyük olduğu için doğru ve haklı mıdır? Küçük, küçük olduğu için yanlış mıdır? Hayır şartlar büyüğü büyük, küçüğü küçük hale getirmiştir. Küçük olan bir yolunu bulup büyüyemediği sürece de büyük tarafından yenilmeye mahkumdur.
Belki konuyu bu şekilde ele almak biraz kaderci bir bakışa götürüyor bizi ama eğri oturup doğru konuşmak gerekiyor. Toplumların evrimsel gelişimleri eğer birilerini büyük avcı, birilerini küçük avlanan yaptıysa ortada doğru yada yanlış diye bakılacak bir durum yoktur. Sadece durum budur.
Kaldığımız yerden devam edelim. Polis Hasan'ın karısını alıp Abdullahlara doğru yola çıkıyor. Bu sırada Abdullah da oğulları ile birlikte dağda yürüyorlar. Polis onları dağda yürürken tespit ediyor. Abdullah çocuklara kaçmalarını söylüyor. Polisler araçlarından indikleri gibi kaçanların üstüne ateş etmeye başlıyorlar. (Yine bir kuralsızlık daha, dur demeden, ikaz etmeden direkt ateşe başlıyorlar) Kayaların arkasına saklanıyorlar. Ateş devam ediyor. Ve Yusuf’un abisi panikleyip kayanın arkasından çıkıp koşmaya başlıyor. Anında bacağından vuruluyor. Çocuğun adının Ahmet olduğunu öğreniyoruz. Abdullah oğlunun yanına gittiğinde tüfek boşta kalıyor ve Yusuf boşta kalan tüfeği kaptığı gibi polislere ateş etmeye başlıyor. Ve polislerden birisini vuruyor. Sahne burada bitiyor.
FAS-5
1:43’e geldik ve tekrar Fas’a döndük. En son Abdullah ve oğulları polis ateşi altında kalmışlardı. Abdullah Yusuf’un elindeki tüfeğe atılıyor. Yusuf babasına ben iyi bir nişancıyım bana bırak diyerek silahı vermemek için diretiyor. Bu sırada bacağından yaralanan Ahmet ayağa kalkıp yürümeye çalışınca bir polis tarafından sırtından vuruluyor. Polis durumu görüyor ve ateşi kesiyor, Abdullah ölen oğlunun başında çığlık atarak ağlarken, Yusuf tüfeği kayalara vurup parçalıyor. Yusuf ellerini havaya kaldırıp Amerikalıyı ben vurdum size ben ateş ettim diyerek teslim oluyor. Onların suçu yok tek suçlu benim diyor. Beni öldürün ama kardeşimi kurtarın diye yalvarıyor. Ve sahne bu şekilde bitiyor.
İNSANIN ÖZEL OLUP OLMAMASI
Çok yorumlanacak bir durum yok. Tam bir aptallığı, saçmalığı, anlamsızlığı resmetmiş yönetmen. Niye diye soruyorsun? Niye yaşandı ki bu? Binlerce başka şey yaşanabilecekken neden bu yaşandı? Bu kadar gereksiz, bu kadar boş, bu kadar anlamsız bir ölüm veya daha doğrusu hayat olabilir mi? İnsanın neden bu dünyada yaşadığını sorgulatan bir sahne. Tamam her birimiz kendimize göre inanılmaz değerliyiz, özeliz, dünyada var oluşumuzun “mutlaka muhteşem bir önemi, değeri, anlamı!!!” var ama bu kadar da değil dedirtiyor. Tabi ki az önce ironi yaptım. Kendimizi değerli görmemiz sadece bir yanılsama. Aslında bugüne kadar dünyadan göçüp gitmiş 100 milyarlarca insandan bir farkımız yok.
Sorunumuz bilinç sahibi canlılar olmamız. Sorunumuz bu anlamsızlığı aslında görüp, bilip, hissedip görmezden, bilmezden, hissetmezden gelmemiz. Diğer türlü nihilizm tuzağına düşmek kaçınılmaz. Diğer türlü bu anlamsızlık içinde yok olmamak mümkün değil. Öyle büyük bir ve güçlü bir vakum ki içine çekilmemek mümkün değil. Zaten bu yüzden dinleri yaratmışız, zaten bu yüzden ölümden sonra tekrar dünyaya geleceğimizi uydurmuşuz. Diğer türlü bu hayatın anlamsızlığı ile baş etmek sıradan insan için mümkün değil.
Abdullah’ın, Yusuf’un Ahmet’in yada Zehra’nın yada Hasan’ın bu dünyada var olmaları…. Ve biz ister farkına varalım yada varmayalım bu çeşit milyarlarca hayatın yaşanıyor olması… Daha doğduğu gün ölen bebekler… Her bir insanın aslında dünya üzerinde nefes alan herhangi bir canlı olduğunu fark etmek çok şoke edici bir kavrama düzeyi ve bu düzey çoğunluğun boyunu aşıyor. Kendimizi diğer tüm canlılardan üstünleştirerek bu boy aşan durumu kabul edilebilir seviyeye indirmek gibi bir çözüm üretmiş durumdayız.
Bu dünyadan milyonlarca, milyarca Ahmet geldi geçti. Kendilerine göre öyle yada böyle bir hayat yaşadılar ve oyundan çıktılar.
FAS-6
Hemen arkasından Fas’da dağdan indirilen Ahmet’in bedenini taşıyan polisleri görüyoruz. Yusuf ekrana geliyor, ağlayarak abisinin bedeninin taşınışını izliyor. Bir yandan da abisi olan güzel günlerini hatırladığını görüyoruz. İkisi de kollarını rüzgara doğru açmış ve rüzgara karşı uçmamak için direnç gösterdikleri anısını görüyoruz.
Fas-Silah bölümü bu şekilde bitiyor. Bir sonraki yazıda Yusuf'un ateşlediği silahın nereye gittiğini göreceğiz. Şimdi tekrara düşmemek için diğer bölümlerde yazdıklarımı buraya da almak istemiyorum. Ama dünyada böyle hayatların olduğunu hatırlattığı için çok sevdim bu filmi. Abdullah'ın bakışları için sevdim.
Belki de aslında tüm insanlık olarak hayata karşı bakışımızı sanırım bu resim çok iyi veriyor.
Comments