top of page

Viktor Frankl - İnsanın Anlam Arayışı - Toplama Kampı Deneyimleri - 1. Bölüm

Uzun süredir okumayı planladığım bir kitaptı. Araya sürekli bir şeyler girdi ve ancak kitabı bugünlerde okumaya fırsat bulabilmiş oldum. Kitabı alır almaz önsözünü okumdum ve orada geçen bir cümle ile ilgili görüşlerimi giriş mahiyetinde bir önceki yazıda yazdım. Biraz alelacele olduğunu biliyorum. Her zamanki gibi heyecanıma yenik düştüm. Şimdi kitabın ilk bölümü olan “Toplama Kampı Deneyimleri”ni bitirmiş durumdayım ve bu kısma kadar okuduklarımı yazmak istiyorum.

İlk olarak Viktor Frankl’ın ve onunla aynı şartları paylaşan diğer (sıfat bulmakta zorlanıyorum, tutsak desem mi daha uygun olur, mahkum desem mi, savaş mağduru mu, bahtsızlar mı? Yaşadıkları şey o kadar acımasızca ki onların pozisyonunu tasvir edecek bir sıfat bulmak çok güç. ) çaresizlerin yaşadıkları şeyin adını koymak çok zor. Hiç bir kelime bu kabusu adlandırmak için yeterli değil. Zaten Frankl bir yerde kabus gören bir kişiyi uyandırmak istemediğini çünkü en kötü kabusun bile içinde bulundukları durumdan kötü olamayacağını yazıyor. O kadar büyük bir acımasızlık ki bunu ne hayal etmek mümkün, ne de anlamak. Kendi başına geldiğini düşündüğünde bir boşlukla karşılaşıyorsun. Birilerinin gözünde herhangi bir nesneden daha değersiz olmak ne demek anlamak mümkün değil. Ne sebebini anlamaya çalışabiliyorsun ne amacını, ne de sonucunu. Öyle bir akıl yoksunluğu durumu ki yaşananlar hakkında bir şeyler söylemek istediğinde kelimelerin de bir anlamı kalmıyor, kelimelerin gücü yetmiyor. Ne metaforlar, ne analojiler, ne benzetmeler bulmak mümkün. 

İlk bölümü hızla okudum.  Bir kalp sıkışması eşliğinde sonuna geldim. Bazı yerlere notlar aldım, bazı yerlerin altını çizdim. Bir cümleyi arkamdaki panoya not kağıdına yazıp yapıştırdım.  Sadece bir cümle değil belki onlarca cümle insanın beynine saplanıyor ama ben bir şekilde o cümleyi seçtim. Kitaptan bir çok alıntı yapacağım. Kitaptaki bazı tespitler hakkında görüşlerimi yazacağım. Sadece bir yer hariç tüm yazılan tespitleri yerinde bulduğumu söyleyeyim. 

İlk aldığım not 19. sayfadan: 

“Birçok şanslı olay veya mucizenin (artık buna ne derseniz) yardımıyla geri dönebilmiş olan bizler ise biliyoruz ki en iyilerimiz dönemedi.”

Her altını çizdiğim yerle ilgili yorum yazmayacağım ama bu cümle okuyacağım şeyle ilgili bir izlenim edinmemize yardımcı oluyor. Acımasızlığa maruz kalanların da bir süre acımasızlaşması ve diğer insanlara istemese de kötü davranması. Dünyanın en iyi insanını bile düzenden çıkaracak iğrençlikleri tahmin etmek güç deği.

Viktor Frankl orada yaşananları  evrelere bölerek anlatıyor. İlk evre “şok” evresi. İkincisi “Duyarsızlık, umarsızlık” evresi ve son evre “tutsağın serbest bırakıldıktan sonraki psikolojisi”. İlk iki evre daha uzun son eve ise daha az yer tutuyor. 

Kitabın şu ana kadar okuduğum kısmını hızlıca taradığımda en çok altını çizdiğim ve notlar aldığım kısım duyarsızlık evresini anlattığı bölüm. Burası en uzun olan, en çok şeyin anlatıldığı ve Frankl’ın tespitlerde bulunduğu kısım.

Birinci Evre

 Şok evresinden altını çizdiğim ilk yer 29. sayfada:

“Duş için beklerken çıplaklığımızı tam olarak hissetmiştik: Çıplak bedenlerimiz haricinde hiçbir şeyimiz hatta saçlarımız bile kalmamıştı; sahip olduğumuz tek şey, tam anlamıyla çıplak varoluşumuzdu.” 

Sayfa 30:

“Soğuk merak, Auschwitz’te bile beni ele geçirdi; ….. Sonraki günlerde merak şaşkınlığa dönüştü; üşütmediğimiz için şaşkındık.”

Kitabı okurken iki şey sürekli aklımda idi. İlk olarak, Ben onların yerinde olsam ne yapardım ve ikincisi, bu kadar büyük acılara denk gelmese bile yaklaşan her hangi bir şey yaşadım mı?

Kitap okurken insan ister isemez kendisini karakterin yerine koyuyor. Bir şekilde empati kuruyorsun ve okuma işi boyunca da yaşanan olaylar senin başından geçiyormuş hissi ile devam ediyorsun. Fakat bu kitapta ve anlatılan konularla ilgili olarak bunu yapmak mümkün değil. Yaşanılanları hissedebilmek için kendini onların yerine koyduğun anda için burkuluyor. Kendinden utanıyorsun, insanlığından utanıyorsun. Kendi acıların, kendi geçmişin bir anda basitleşiyor. 

Bir şekilde kitaptan dersler çıkarmak istiyorsan, kendi hayatındaki benzer durumları bulma ihtiyacı hissediyorsun. Bu kadar büyük acıları yaşamamışsın ve bu büyük acılardan alınacak dersler senin hayatında karşılığı olmadığı için boşa düşebilir. Okuduklarını bir macera romanı okur gibi okumak da mümkün değil. Biliyorsun ki birileri burada anlatılanları kanlı canlı yaşadılar. Aynen Frankl’ın merak ederek direndiği gibi ben de acaba bu iğrençliklerden nasıl bir getiri sağlanabilir merakı ile okumaya devam ediyorum. Kitapla ilgili, Frankla ilgili bildiğim, insanların, özellikle belli bir duyarlılıktaki insanların kafasını çok meşgul eden bir konuyla ilgili tespitleri var. Yani bu kişi yaşadığı iğrençliklerden bir “hayatın anlamı” bilinci çıkarmış. Okurken sürekli bunu düşünüyorum. Nasıl oldu da bu kişi (doğru yada yanlış, boş yada dolu) bir “hayatın anlamı şudur” önermesi çıkarabildi.

Sayfa 33:

“Sanırım “Mantığını kaybetmene yol açan şeyler vardır ya da kaybedecek bir mantığın yoktur” diyen Lessing’di. Anormal bir duruma anormal bir tepki normal davranıştır.”

İkinci Evre

En uzun ve tespitlerin bulunduğu evreye yani duyarsızlık evresine geldik. Altını çizdiğim her cümleyi aktarmayacağım. Çok fazla yer var. Hakaretler, dayak, şiddet, açlık, işkence… bu şekilde bir çok anı yazmış Frankl. 

Sayfa 37:

"Dayağın en acı verici yanı, ima ettiği hakarettir. ….."

Sayfa 50:

"Hakikat şuydu; sevgi, insanın ulaşabileceği en yüksek ve en büyük hedefti. … İnsanın kurtuluşu sevgiyle ve sevgidedir. "

Sayfa 55:

"Keman ağladı ve benim de bir parçam onunla ağladı çünkü o gün, birinin yirmi dördüncü doğum günüydü. O kişi, Auschtwitz kampının başka bir yerinde, belki de birkaç yüz metre ötede ama tamamen erişilmez bir yerdeydi. O kişi benim karımdı."

Bu bölüm çok içimi acıttı. Acaba gerçekten karısı mıydı yada o durumu hayal mi etti anlayamadım. Zaten Frankl de bu konuda net bir bilgi vermekten kaçınmış. Kitap bittikten sonra biyografisine bakıp öğrenirim. Şimdilik kendisi net bir bilgi vermediyse bir bildiği vardır diyerek bu şekilde okumaya devam ettim.

Sayfa 56:

“Bir mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahın ışığında görebilme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hile gibiydi.”

Sayfa 62:

“ İnsan hayatının değerini ve insan onurunu artık tanımayan, insanın iradesini elinden alan ve onu yok edilecek bir nesne haline getiren …… bir dünyanın etkisi altında, kişisel ego sonunda değer kaybına uğruyordu. Toplama kampındaki adam özsaygısını kurtarmak için son bir çabayla buna karşı mücadele etmediyse, birey olma, aklı olan, iç özgürlüğü ve kişisel değeri olan bir varlık olma duygusunu kaybediyordu. O zaman kendisini muazzam bir insan kitlesinin yalnızca bir parçası olarak görüyordu; varlığı hayvan yaşamı düzeyine iniyordu. İnsanlar ….. kendi düşünceleri ya da iradeleri olmayan bir koyun sürüsü gibi sürülüyorlardı.” 

Bu bölüm bana ister istemez ülkemizi hatırlattı. Maalesef elimde olmadan (kendimi engelleyemiyorum) Türkiye'de yaşayanların çok büyük bir kısmını bu şekilde görüyorum. İnsanların çok büyük bir kısmı yaşadıkları hayatı değerli görmüyorlar. Bu dünyayı geçici bi r yer olarak görüyorlar ve bu durum bu hayatı anlamsız hale getiriyor. Bu konuya daha sonra tekrar geleceğim çünkü ilerde altını çizdiğim yerlerin bir kısmı bu tespitimi destekler nitelikte olacak. Birey olmak, aklını kullanmak, iradesi olmak, kendi düşünceleri olmak kavramlarını bir kenara not edip devam ediyorum.

Sayfa 68:

“Kamp mahkumu karar vermekten ve herhangi bir şekilde inisiyatif almaktan korkuyordu. Bu, kaderin kişinin efendisi olduğu ve onu hiçbir şekilde etkilemeye çalışmaması, bunun yerine kendi akışına bırakması gerektiği yönündeki güçlü duygunun bir sonucuydu. Buna ek olarak, mahkumun duygularına hiç de azımsanmayacak bir katkıda bulunan büyük bir ilgisizlik vardı. Zaman zaman, ölüm kalım anlamına gelen yıldırım kararların verilmesi gerekiyordu. Mahkum, kaderin kendisi için seçim yapmasına izin vermeyi tercih ederdi. ….. Karar vermesi gereken o dakikalarda -ki bu her zaman dakikalar meselesiydi- cehennem azabı çekerdi.”

Kadere inananlara yönelik çok değerli bir tespit. Eğer verdiğin kararın sonuçları çok acı verici olacaksa karar vermemek daha iyi gibi duruyor. Kader inancının arkasında bu çaresizlik halini görmek gerekiyor. Ne yaparsan yap öleceksen karar vermenin ne anlamı var?

Sayfa 74:

“Mahkumların çoğunluğu bir tür aşağılık kompleksinden muzdaripti. Hepimiz bir zamanlar "önemli biri" olmuştuk ya da kendimizi öyle görüyorduk. Şimdi ise tamamen önemsizmişiz gibi muamele görüyorduk. (Kişinin içsel değerinin bilinci daha yüksek, daha ruhani şeylere bağlıdır ve kamp hayatı tarafından sarsılamaz. Ama bırakın mahkumları, kaç özgür insan buna sahiptir?) Bilinçli olarak düşünmeksizin, ortalama bir mahkum kendini tamamen aşağılanmış hissediyordu.”

77-79. sayfalar arası altını koyu şekilde çizdiğim kitabın kenarlarına not aldığım bir bölüm oldu.  

“Ve her zaman yapmanız gereken seçimler vardı. Her gün, her saat bir karar verme fırsatı sunuyordu; sizi benliğinizden, iç özgürlüğünüzden mahrum bırakmakla tehdit eden güçlere boyun eğip eğmeyeceğinizi belirleyen bir karar; tipik bir mahkum kalıbına girmek için özgürlük ve haysiyetten vazgeçerek koşulların oyuncağı olup olmayacağınızı belirleyen bir karar.

Bu açıdan bakıldığında, bir toplama kampındaki mahkumların zihinsel tepkileri bize belirli fiziksel ve sosyolojik koşulların ifadesinden daha fazlası gibi görünmelidir. Uykusuzluk, yetersiz gıda ve çeşitli zihinsel stresler gibi koşullar mahkumların belirli şekillerde tepki vermeye mahkum olduklarını düşündürse de, son tahlilde mahkumun nasıl bir insan haline geldiğinin yalnızca kamp etkilerinin değil, içsel bir kararın sonucu olduğu açıktır. Dolayısıyla, temelde, her insan bu koşullar altında bile zihinsel ve ruhsal olarak ne olacağına karar verebilir. Toplama kampında bile insanlık onurunu koruyabilir. Dostoyevski bir keresinde şöyle demişti: "Korktuğum tek bir şey var: çektiğim acılara layık olmamak." Bu sözler, kamptaki davranışları, acıları ve ölümleri, son içsel özgürlüğün kaybedilemeyeceği gerçeğine tanıklık eden şehitleri tanıdıktan sonra sık sık aklıma geldi. Onların acılarına layık oldukları söylenebilir; acılarına katlanma biçimleri gerçek bir içsel başarıydı. Yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan, elimizden alınamayacak olan bu ruhani özgürlüktür.

Aktif bir yaşam insana yaratıcı çalışmalarla değerlerini gerçekleştirme fırsatı verme amacına hizmet ederken, pasif bir zevk yaşamı da ona güzelliği, sanatı ya da doğayı deneyimleyerek tatmin olma fırsatı verir. Ancak hem yaratıcılıktan hem de zevk almaktan neredeyse yoksun olan ve yüksek ahlaki davranış için yalnızca bir olasılığa izin veren bu yaşamda da bir amaç vardır: yani insanın varoluşuna, dış güçler tarafından sınırlandırılmış bir varoluşa karşı tutumunda. Yaratıcı bir yaşam ve keyif veren bir yaşam ona yasaklanmıştır. Ancak sadece yaratıcılık ve zevk almak anlamlı değildir. Eğer yaşamın bir anlamı varsa, o zaman acı çekmenin de bir anlamı olmalıdır. Acı çekmek, kader ve ölüm gibi yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmadan insan yaşamı tamamlanamaz.

Bir insanın kaderini ve beraberinde getirdiği tüm acıları kabullenme biçimi, çarmıhını yüklenme biçimi, ona - en zor koşullar altında bile - yaşamına daha derin bir anlam katmak için bolca fırsat verir. Cesur, onurlu ve özverili kalabilir. Ya da kendini korumak için verdiği amansız mücadelede insanlık onurunu unutabilir ve bir hayvandan farksız hale gelebilir. Burada bir insan için, zor bir durumun kendisine sağlayabileceği ahlaki değerlere ulaşma fırsatlarını kullanma ya da bunlardan vazgeçme şansı yatmaktadır. Bu da onun çektiği acılara layık olup olmadığını belirler.

Bu düşüncelerin dünyevi olmadığını ve gerçek yaşamdan çok uzak olduğunu düşünmeyin. Yalnızca birkaç kişinin böylesine yüksek ahlaki standartlara ulaşabildiği doğrudur. Mahkumlardan sadece birkaçı içsel özgürlüklerini tam olarak korumuş ve çektikleri acıların sağladığı değerleri elde etmiştir, ancak böyle bir örnek bile insanın içsel gücünün onu dışsal kaderinin üzerine çıkarabileceğinin yeterli bir kanıtıdır. Böyle insanlar sadece toplama kamplarında değildir. İnsan her yerde kaderle, kendi acıları sayesinde bir şeyler elde etme şansıyla karşı karşıyadır.

Bu kısım beni çok etkiledi. Bazı şeyleri daha önce düşünmüşlüğüm vardı. Nietzsche'nin Amor Fati kavramına benziyordu bir parça. Ama bir yandan da çok özgün şeyler de söylüyordu. Önemsediğim şeylerin üstünde durmak istiyorum.

İlk olarak sürekli çevresinde dolandığım ama bir türlü dile getirmediğim bir şeyi bakalım yazabilecek miyim? Çocukluğunda travma yaşayan birisiyim. Fakat bunu çocukken dile getirmem mümkün değildi. Yani aklımın erdiği 5-6 yaşlarımdan kendimi sağaltmaya  çalışmaya başladığım 17-18 yaşlarıma kadar geçen süre içinde yaşadığım o berbat çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın adına tabi ki o zamanlar travma demiyordum. Belki de o dönem psikoloji terminoloji ile travmatik bir dönem de değildi ama ben kendimi değiştirmeye ve düzeltmeye çalıştığım yıllar boyunca geçmişimi hep travmatik olarak hatırladım. Bu yüzden travmatik bir çocukluk geçirdim demekte bir beis görmüyorum. Çocuklukta ne yaşadığımı yazmayacağım ama bu kitap üzerinden konuşursam Viktor Frankl’ın yaşadıklarının milyonda biri bile değildi benim kisi. İşte bu durumu bu yazının ilk başında da ifade etmeye çalıştım. O kadar büyük bir acıyla karşı karşıyayız ki kendimizle özdeşleştiremiyoruz. Peki ama benim çektiğim acılar onun yanında çok az diye benim geçmişimin değeri düşüyor mu? Hayır. Kendime göre ben de yaşamamı engelleyen şeyler yaşamış olmaktan dolayı kendime göre haklıyım. Yani bu sorunların yanında kuruntu haline gelebilecek şeyler yaşamış gibi bir durum yok. Kısacası benim dertlerim de bana göre büyüktü. Bilemiyorum kaygımı yada kafamdakileri doğru dürüst aktarabildim mi?

Frankl’la benim aramdaki fark onun yetişkin olarak yaşadığı şeyleri algılaması ile benim 5-6-7-8 yaşlarımda yaşadığım şeyleri algılamam aynı değil. Sevilmeden büyüyen tüm çocukların yaşadığı bir acıydı benimkisi. Onaylanmayan, yargılanıp eleştirilen çocukların yaşadığı. Çocukken kendini ifade edemeyen, değer görmek isteyen ama göremeyen, sürekli aşağılanan birisini yaşadığı bir acı. Belki fiziksel şiddet görmüyordum ama o esir kamplarındaki mahkumların yaşadığına benzer bir aşağılama ve küçümseme ve nbenliğinin değersizleştirilmesine maruz kalmıştım. İşin kötüsü bunu bana yaşatan aileme soracak olsanız onların kesinlikle böyle bir şey yapmadıklarını söyleyeceklerini de biliyorum. Çocuklarını aslında sevmeyen tüm anne babalar bunu söyleyeceklerdir. 

Burada merkeze kendimi koymak istemiyorum ama bir esir kampında acı çeken kişinin yaşadıklarının belki yanına bile yaklaşamayacak bir geçmişim olmasına rağmen çocuk olarak bir şeylere maruz kalmanın da fiziksel şiddet hariç insanda benzer bir etki yaratabileceğini söylüyorum. 

Bir başka sorun da şu. Belli bir karakteri olan, hayata karşı duruşu olan, bir iç gücü olan kişinin başına gelen şeylere verdiği tepki ile karakteri oluşmamış, bir hayat görüşü olmayan, dışarıya bağımlı bir çocuğun yaşadıklarına verdiği tepki aynı olamaz. Ortada hakaret uğrayan bir yetişkin yok ortada terbiye edilen bir çocuk var. Ortada onuru yerle bir edilen bir yetişkin yok, her bukunan fırsatta ders verilen bir çocuk var. Ortada benliği yerle bir edilen bir yetişkin yok, benliği bilinçli bir şekilde törpülenen bir çocuk var.

Bir süredir yazdığım şeylerin birinci tekil şahıs yazıyorum ama benim başıma gelenlerin bir benzerinin neredeyse ülkenin tamamında yaşandığını biliyorum. Çok şanslı bir %10-15 lik azınlık ideal şartlarda büyüyor. Çan eğrisinin neresinde olduğumu bilmiyorum. Olumsuz yönde ortalamanın az üstünde olduğumu düşünüyorum ama yaşadığım şeylerin elimde bir veri olmasa da çok yaygın olduğunu görüyorum. Yani esir kampında acı çeken bir kişinin söylediklerini o derece yüksek olmasa da hissedebileceğimizi düşünüyorum.  

Sanırım çok uzattım ama bu kitapta geçen şeyleri bu yazdığım gözle okuyunca neyin altını niye çizdiğimi de daha iyi ifade edebilmiş olduğumu düşünüyorum. 

benliğinizden, iç özgürlüğünüzden mahrum bırakmakla tehdit eden güçlere boyun eğip eğmeyeceğinizi belirleyen bir karar”. Çocuk olmakla boyun eğmek arasında bir ilişki var. İdeal şartlarda büyümeyen çocuklar benliğinden ve içözgürlüklerinden mahrum kalarak büyüyorlar. Maalesef hiçbir çocuğun boyun eğmemeyi seçme gibi bir seçim hakkı yok. En fazla şımarık olabiliyorlar, söz dinlemez olabiliyorlar, hiperaktif olabiliyorlar ama bu bir çözüm olmuyor. Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenmiş oluyor bir kere. 

Bir şekilde yetişkin olana kadar, kendi ayakların üstünde durana kadar devam ediyor bu saçma ilişki. Büyüyüp de yetişkin olduğunda bir bakıyorsun üstündeki gömlek gömleklikten çıkmış. Ve yıllarını alıyor o gömleği çıkarıp yenisini üstüne oturtmak.  

"Korktuğum tek bir şey var: çektiğim acılara layık olmamak." İşte arkamdaki panoya astığım söz. Kendime yaptığım yatırımın boşa gitmediğini görmekten dolayı çok gururluyum. Keşke demekten kendimi almam mümkün değil. Çünkü bambaşka bir hayatım olabilirdi ama geldiğim noktadan çok memnunum. Çünkü layık olduğumu düşünüyorum.   

“Eğer yaşamın bir anlamı varsa, o zaman acı çekmenin de bir anlamı olmalıdır.” Bu tespitten önce hayatı yaratıcı yada pasif şekilde yaşıyor olmak ve bunun bile engelleniyor oluşunu yazıyor ve ardından da bu tespiti yapıyor. Yani yaratıcı ne de pasif hiçbir şekilde yaşama katılamıyorsan da bir anlamı olmalı. Sana sürekli işkence edilirken ve bazen ölümün bile tercih edilebileceği acılar yaşarken neden yaşamaya devam edersin? Sadece bu kitap özelinde değil genel bir bakış vardır. İnsanın kendini kandırabilme yeteneği ile mutluluk arasındaki ilişki. Çoğunlukla insanlar bir şekilde bir yol buluyorlar. Akıl sağlığımız için, yaşamaya devam edebilmek için bir şekilde kendimizi kandırmamız gerekiyor. Çoğunlukla bunu görmezden gelerek yapıyoruz. Hepimiz her an dünyada acı çeken insanlar olduğunu biliyoruz. Her an bir yerlerde kadınlara, çocuklara tecavüz ediliyor, her an her yerde insanların bazıları birileri tarafından işkence görüyor. Bunun yaşandığının farkındayız. Belki gözümüzün önünde olmasa da bir yerlerde yaşanıyor. Belki 10metre uzağımızdaki yan dairede şu anda 5-6 yaşında bir çocuğa tecavüz ediliyor ama sırf biz onu görmediğimiz için hayatımıza devam edebiliyoruz.

Acıyı yaşayan biz de olsak, bir sevdiğimiz de olsa, hatta hiç tanımadığımız bir insan bile olsa bir şekilde bu var. Bunun önüne geçmemiz mümkün değil. Görmezden gelerek, duymazdan gelerek, yokmuş gibi davranarak yaşamaya devam etmek zorundayız. Diğer türlü tüm acıların her an bilincinde olarak yaşayamazdık, buna gücümüz yetmezdi. 

Bu durum iyi mi, kötü mü tartışması yapmak mümkün ama gerekli veya anlamlı mı? Hayatın bu boyutunu sürekli aklımızda tutarak devam edebilir miyiz? Bir şekilde ruh sağlığımızı bozmadan devam etmek istiyorsak kendimizi kandırmaya devam etmek zorundayız. 

Konuyu böyle genel konulardan değil de bireye indirdiğimizde durum biraz değişiyor. Yani genel olarak insanlık şöyledir, böyledir demek yerine Ahmet’in başına şu gelmiş, Ayşe’nin başına bu gelmiş dediğimizde konu kişiselleşiyor. En kişiseli de benim başıma şu olay geldi dediğimizde oluyor. Aynen deniz kıyısındaki deniz yıldızı hikayesinde olduğu gibi. O kadar çoğuz ki her birimiz topluca önemsizmişiz gib gözükebiliyoruz ama topluluktan bireye geldiğimizde her bir birey çok değerli.

Gelelim Frankl’in alıntısına. Acı çekmenin anlamı olmalı mı, olmamalı mı? Olursa ne olur, olmazsa ne olur? Ben bu yazıdan önceki yazdığım ilk yazıda “yaşamak acı çekmektir” önermesini arabesk bulduğumu söylemiştim. Bu sözü söyleyen kişinin yaşamak “sadece” acı çekmektir demek istemediğinin farkındayım. “Yaşamak mutlu olmaktır”, “yaşamak yemek yemektir”, “yaşamak sevişmektir”, “yaşamak baba olmaktır”, “yaşamak yazı yazmaktır” gibi hayatın bir yönü olarak ele almak gerekir. Yaşamanın içinde acı da var. Acı da yaşamaya dahil diyelim, ayrılık ve sevda ilişkisinde olduğu gibi. 

Yaşarken acı çekmeyen var mı? Tamam, bazılarının acısı bazılarına göre çok daha fazla olabilir ama acısız bir hayat mümkün değil. Acısız bir hayat anlamlı olabilir miydi onu da bilmiyorum. Bir referans noktası olmadan hızı tarif edemediğimiz gibi acı da bir referans noktası oluşturuyor. Şu an kendimi iyi hissediyorum dediğimizde mutlaka bir başka zamana göre oluyor bu. Sanırım acı konusunda sıkıntı bu kitap bağlamında ortaya çıkıyor. 

Aynı cümle bu kitapta değil de bir çocuk masalında geçse bizde oluşturacağı his bambaşka olacaktı. Diyelim 3 yaşında bir kız çocuğu parkta oynarken yere düşer, elleri acır ve ağlamaya başlar. Annesi yanına gelir ve onu teselli eder. Ellerini öper ve göz yaşlarını dindirir. Hatta ellerinin acımasına sebep olduğu için yeri de döver. Bu küçük çocuğun hoşuna gider ve gülümsemeye başlar. Anne çocuğuna bak gördün mü insan düşünce canı yanıyor. İşte böyle başımıza kazalar geldiğinde acı çekiyoruz. Yaşamak biraz da acı çekmektir. Bu da sana ders olsun.

Frankl’in kitabında aktardığı şekilde yaşamak acı çekmektirden anladığımızla, küçük kız çocuğunun başına gelenlerden sonra duyduğumuz yaşamak acı çekmektir aynı etkiyi yapmıyor. Frankl’dan okuduğumuzda, “iyi de kardeşim acı çekmek tamam da bu kadar da değil” hissi oluşuyor.

“kaderini ve beraberinde getirdiği tüm acıları kabullenme biçimi,” bu tespit bana Nietzsche’yi hatırlattı. İnsanın yaşamaya devam edebilmesi kabul etmesi şart. Diğer türlü yaşamak zorunda kaldığın hayata itiraz ettiğin sürece çaresiz ve çözümsüz kalmaya mahkum oluyorsun. İçinden binlerce şey yapmak, binlerce şey yaşamak geliyor ama bunu yapabilecek imkanlardan yoksunsun. İster senin yetersizliklerinden olsun, ister çevren bu imkanları sana sunmasın. Sonuç olarak durumu kabul etmek zorundasın. İtiraz etmeye devam ettiğin sürece, kabul etmemeye devam ettiğin sürece hem hiç bir şey daha iyiye gitmeyecek hem de geçen süre sana zehir olmaya devam edecek. 

Acı gerçekle yüzleşmek gerekiyor. Evet içinde binlerce şey yapmak geliyor ama yapamıyorsun. Keşke yapabilsen, keşke hayal ettiğin gibi bir hayatın olsa ama olmuyor. Bu durumda iki seçenek var ya bu acı gerçeği kabul etmelisin yada duvara kafa atmaya devam etmelisin. Duvara kafa atmaya devam ettiğin sürece duvar olduğu yerde kalmaya devam edecek ama olan senin kafana olacak. Karşında aşamayacağın duvarı görmek insanın işini kolaylaştırıyor. Duvarı geçmek için emek ve zaman harcamak yerine o emek ve zamanı sana faydası olacak yerlere kanalize etmeni sağlıyor. Yani duvarla yüzleşmek belki bir yenilgi ama en azından duvara yenildiğini kabul ederek alternatiflerin önünü de açmış oluyorsun. 

Boşver. Sadece boşver. O kadar. Belki paralel evrende yaşayan bir kopyanın hayatı o duvar olmadan gelişti. Böyle hayal et. Bir başka evrendeki kopyanın duvarsız yaşadığını düşün. Fakat senin gerçekliğinde o duvar var. Bununla yaşamak zorundasın. Bu bakış açısında anlam nerede? İnsan sürekli yapmak isteyip de yapamayacağı şeylere odaklı şekilde yaşadığında görmesi gerekenleri de göremiyor. Yani gözlerinin önünde sürekli bir perde varmış gibi geziyor. Çünkü seçici algımız bize ne görmek istiyorsak onu gösteriyor. Bu durumda da yanımızdan, yöremizden geçen binlerce başka şeyi görmemiz engellenmiş oluyor. Biz kendi küçük dertlerimizle uğraşırken hayat akıp geçiyor. Zaten yaşayamamaktan yakınırken şikayet etmekten, itiraz etmekten, kabul etmemekten fırsat bulup yaşamaya başlayamıyorsun. Halbuki kendini, dünyanı, çevreni kabul ettiğinde bu sefer gözünün önündeki perde kalkmış oluyor. Omuzlarında taşıdığın tonlarca yükten kurtuluyorsun. Bu sayede kendini tanıma fırsatı elde ediyorsun. Kendini gerçekleştirmek için önündeki en büyük engele kendini tanıyamamak, ne yapabileceğini bilememek.

O kadar uzun yıllar yapamayacağın şeylerin peşinde koşuyorsun ki yapabileceğin şeylerin neler olduğu hakkında kafa yormaya fırsatın kalmıyor. 

“zor bir durumun kendisine sağlayabileceği ahlaki değerlere ulaşma fırsatlarını kullanma ya da bunlardan vazgeçme şansı yatmaktadır. Bu da onun çektiği acılara layık olup olmadığını belirler.” Acı çekmeyi bir fırsata dönüştürmek konusu. Acıyı ne zaman, nerede, hangi şartlarda yaşadığın çok önemli. 10 yaşında bir çocuğun yaşadığı acı ile 30 yaşında bir insanın yaşadığı acı aynı mıdır? Aynı şeyi yaşasalar bile üstlerinde aynı etkiyi mi bırakır? Bir de acının yaşandığı “o an” neler hissetiğimizle, acı yaşandıktan yıllar sonra neler hissetiğimiz aynı mıdır? Acıyı yaşıyor olduğumuz o an algıladığımızla, acı yaşanıp bittikten yıllar sonra üstümüzde bıraktığı etki aynı mıdır?  

Madem bir acı yaşadım, yada yaşıyorum en azından bir işe yarasın. Diğer türlü yaşadığınla kalıyorsun. Madem bu bir kere gerçekleşti o zaman neden bundan bir fayda elde edebilir miyim diye bakmayasın? Bu hayat senin ve senden başka devreye girebilecek bir başkası da yok. Yani ister yaşadığın şeyden bir anlam çıkart ister çıkartma neticede bir şeyler yaşadın ve o şeyler senin sütünde iz bıraktı. O izi işe yarar bir şeye dönüştürmek de senin elinde. 

Toplama Kampı Deneyimleri kısmının bitmesine daha 20 sayfa var. Bir kaç yerde daha bu şekilde notlarım var o yüzden daha fazla uzatmadan yazıyı burada kesiyorum. Toplama Kampına diğer yazıda devam edeceğim.


bottom of page