The Village / Köy Filmi ile ilgili spoiler içerir. Filmi izleme düşüncesi olanlar yazıyı okuduktan sonra yazıyı okursa daha iyi olur.
August Nicholson’un oğlu belki de iyileştirilebilir bir hastalıktan dolayı ölmüş. film bu sahne ile başlıyor. Mezar taşında 1890 da doğduğunu 1899da öldüğünü görüyoruz. Bu yanıltmacanın başlangıcı oluyor. August Nicholson karakteri film boyunca geride kalıyor ama bence çok önemli. Tüm akrabalarının öldüğünü öğreniyoruz ileride. Bu kişi neden yaşıyorum sorusunu sormak için iyi bir aday. Bu köyü neden kurmuşlardı? Hayatın acısından, kötülükten korunmak hatta kaçmak için. Peki ama ne için? Her birimizin iki ana amacı var. Hayatta kalmak ve soyunu devam ettirmek (genlerini sonraki nesillere aktarmak). Bu iki amaçtan birisi artık onun için mümkün değil. Bu konuya sonra dönmek üzere ilk sahneden gözümüze takılan bir başka ayrıntı.
Film mezarlık sahnesi ile başlıyor ve mezarlıkta başka mezar taşı ya yok ya
da bir iki tane var. Yani ilk izlediğimde dikkatimi çekmemişti ama bu köyün geçmişi yok. Bir diğer ayrıntı da köy mezarlığının ortasında duran büyük boy bir heykel.
Filmdeki ipuçlarından birisi de cenaze sonrası yenilen yemekte Walker’ın yaptığı konuşma. “Böyle anlarda kendimizi sorgulayabiliriz. Buraya yerleşmekle doğru bir karar mı verdik?” Walker bunları söyledikten hemen sonra August elinden tutup onu susturuyor ve konuşmanın seyrini değiştirmesini istiyor.
Sonra filmin bir diğer ayrıntısı kırmızı çiçeğin koparılıp gömülme sahnesi. Kırmızı renge karşı bir tepki olduğunu görüyoruz ama sebebini bilmiyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki Kırmızı düşmanın (canavarların) rengi. Kırmızının ormanda yaşayan yaratıkların rengi olması.
İhtiyarlar yani köyü kuranlar çocukların beynini yıkıyorlar. Öldürüp, derilerini yüzdükleri domuzlar aracılığı ile ormandaki yaratıklara karşı korkularını zinde tutuyorlar. Güya Ormandaki yaratıklarla yaptıkları bir antlaşma var onlar ormana girmiyorlar ve ormandakiler de köye girmiyorlar.
Lucius bir ihtiyar toplantısı sırasında toplantıya katılıp en yakın kasabaya gidip ilaç getirmek istediğini söylüyor. Yaratıkların duyguları anlayabildiğini, kendilerinden korkmayanlara ilişmediklerini söylüyor ve izin istiyor. Bu izin talebine ihtiyarların nasıl karşılık verdiğini görmüyoruz.
Kulede nöbet tutan arkadaşına yardımcı olmak için gece Lucius arkadaşının yanında ve sohbet ediyorlar. Burada kasabalılarla ilgili görüşlerini öğreniyoruz. Kasabalıların kötü insanlar olduklarını düşündüklerini öğreniyoruz.
********
Köyün lideri konumundaki Bay Walker ile büyük kızı arasındaki diyalog çok safça olmasına rağmen şaşırtıcı da. İnsana şu soruyu sorduruyor. Aşk nedir, sevgi nedir, evlilik nedir? Acaba içine doğduğumuz sosyal, kültürel çevre bizim neyi nasıl yaşayacağımızı ne kadar etkiliyor.
Kız: O zaman başka konularda konuşabilir miyiz?
Edward Walker: Bu bir rahatlama olurdu.
G: Aşık oldum! Evlenmek için iznini istiyorum, baba.
EW: Olayların olması gereken uygun bir tarzı var. Çocuğun normalde böyle bir anda yanında durması gibi... Çocuk tüm bunların neresinde Kitty?
G: Henüz onunla konuşmadım.
EW: Genç adam senin niyetinin farkında değil mi?
G: Sakin bir tarzı var. Onunla konuşacaktım baba ama senin onayın olmadan olmaz. Onayınız olmadan onunla konuşmayacağım.
Kitty!
G: Lucius Hunt.
EW: Lucius mu?
G: Onun hakkında kötü mü düşünüyorsun?
EW: Hayır, hayır. Onu düşünüyordum.
G: O diğer çocuklar gibi değil baba. Şaka yapmıyor ya da övünmüyor.
EW: Hayır, kesinlikle yapmıyor.
G: O halde onayınızı alıyor muyum?
<i>(iç çeker)</i>
EW: Bak, önce bana bir iyilik yap. Genç adamla konuşana kadar açılmalarından kimseye bahsetme.
Girl: Can we speak on other matters, then? Edward Walker: lt would be a relief. G: l'm in love! l want your permission to marry, Papa. EW: There's a proper manner in which things are supposed to happen. Such as the boy would normally be standing next to you, in a moment such as this... Where is the boy in all this, Kitty? G: l haven't spoken to him as of yet. EW: The young man is unaware of your intentions? G: He has a quiet way. l was going to talk with him, Papa, but not without your blessings. l won't talk with him without your blessings. EW: Kitty! G: lt's Lucius Hunt. EW: Lucius? G: You think badly of him? EW: No, no. l have been thinking about him. G: He's not like the other boys, Papa. He doesn't joke or bounce about. EW: No, he certainly does not. G: Do l have your blessings, then? <i>(sighs)</i> EW: Look, do me one favor first. Do not tell anyone else of your burstings until you have spoken with the young man.
Sevgi, sevmek ve bunun ifadesi bu şekilde olur mu? Sanmıyorum. Bu saflığı genele yansıtabileceğimizi düşünmüyorum. Toplumsal kurallar yada kültür bu konuda ne kadar devreye girebilir. İnsan sadece sosyal çevresinden öğrenen bir canlı değil ki işin bir de hormon boyutu var, genetik boyutu var. Yani bir kadınla bir erkek birbirinden hoşlanıyorsa bu bir çekim oluşturur yada filmin ilerleyen sahnelerinde görüleceği üzere sevdiğin kadının eline dokunmaya bile çekinir hale gelirsin. Az önceki diyalog ancak henüz hormonların devreye girmediği bir evrede olabilir.
*******
Bizim gibi acılardan kaçabilirsin ama acılar seni bulur. Lucius ve August sohbet ederken August söylüyor. Gecelerdir uyumadığını söyledikten sonra.
*******
Lucius ile Ivy ile bir kayanın üstünde oturmuş konuşurlarken: “Sometimes we don't do things we want to do so that others won't know we want to do them.” / "Bazen yapmak istediğimiz şeyleri, başkaları yapmak istediğimizi bilmesinler diye yapmıyoruz."
Buradan öğrendiği bu tespiti ilerleyen zamanlarda Lucius annesine satacak ve bu sayede Lucius’un annesi Edward Walker’ın kendisinden hoşlandığını keşfedecek. Utangaç erkeklerin yazgısı gibi bir şey bu. Hoşlandığı kızın gözlerine bile bakamamak, onun yanındayken dizlerinin titremesi vs.
Bir şeyi yapmıyor olmak ve yapmamanın altında yatan anlam… Normal şartlarda bunun bir açıklaması olmaz, olmamalı, yani şunu niye yapmadın sorusuna çünkü yapmak istemedim gibi bir cevabın yetersiz olduğu durum. Peki ama neden yapmak istemedin? Normalde her zaman yaptığın halde artık yapmıyorsan bunun bir sebebi olmalı. Görmek için illa ki gözlere gerek olmadığının bir göstergesi. Bazılarımız yaşadığı hayatı ezbere yaşarken bazılarımız alt metinleri de okumayı biliyoruz. İnsan Sarrafı deniyor bu kişilere. Gözlem yeteneği olan kişiler bu kişiler.
****
Kaya üstünde Lucius, Ivy ve akli dengesi yerinde olmayan genç (Noah Percy) otururken Noah ormandan kırmızı bir bitki getirir. Burada konuşmadıklarımız dedikleri, ormanda yaşadıklarını düşündükleri canlıları çeken bir renk olduğunu anlıyoruz. Burada bize dayatılan gerçekliğin en somut halini görüyoruz. Bize kırmızı rengin kötü olduğu toplum tarafından dayatılırsa kaçınılmaz olarak (eğer sorgulamazsak) biz de kırmızıyı kötü olarak algılayabiliriz. Buradan yola çıkarak bizim ulusumuza düşman diğer ülkeleri görebiliyoruz. Yıllarca Komünistler kötü, Hristiyanlar kötü, Ermeniler kötü, Aleviler kötü, Ateistler kötü ve düşmanımız diye yetiştirilen insanlar bir süre sonra kendilerini o nesnelere karşı düşman halde buluyorlar.
Bu din konusu devreye girdiğinde daha da somutlaşıyor. Kadının saçının gözükmesi kötü. Birisi bunu diyor ve arkasında da kutsallığı, yani tanrıyı koyuyor. Durum böyle olunca tartışmaya girmen de engelleniyor. Yahu bu saçmalık, koskoca evreni yarattığını söylediğiniz tanrı kadının saçı ile uğraşmaz, uğraşmamalı, bu işte bir yanlışlık var, bu bir toplumun geleneği ve erkeklerin kadınlar üstündeki tahakkümü için bir araç vb. şeyler söylesen de maalesef işe yaramıyor. Çünkü bir kere kadın saçının gözükmesi kötü olarak kodlanmış. Eline aldığı kırmızı çiçeği bir an önce gömerek ondan kurtulmak istemesinden bir farkı yok. Kadının saçı da aynen kırmızı çiçek gibi kimsenin göremeyeceği bir yere kapatılmalı.
Toplumların korkutularak bir arada tutulması, birbirine kenetlenmesi bir vakıa. Yani insanlık olarak kendimize mukayyet olabilmek için bu yöntemi icat etmişiz. Korkularımızla yüzleşip, arkasında yatan şeyleri sorgulamak zorundayız. Bize dayatılan günah, yanlış, kötü her ne varsa akıl süzgecinden geçirip bu gerçekten mi öyle yoksa bu birinin uydurması mı görmek, bilmek, anlamak zorundayız. Başka türlü gerçek bir hayat yaşayamayız.
********
Lucius ve annesi Lucius’un köyden kasabaya gitmek istemesi üzerine konuşurlar:
LM: Baban bir salı günü sabah dokuzu çeyrek geçe pazara gitmek için yola çıktı. İki gün sonra pis nehirde soyulmuş ve çıplak bulundu.
L: Neden bana bu karanlığı (Kötülüğü) anlattın?
LM: Böylece arzuladığın şeyin doğasını bileceksin.
L: Bunu arzulamıyorum. Niyetim gerçek. Bu köyün insanlarından başka bir şey düşünmüyorum.
LM: Beni affet. Tek oğlumun hayatı için korkuyorum.
L: Sırları olan ben değilim.
LM: Ne demek istiyorsun?
L: Bu köyün her köşesinde sırlar var. hissetmiyor musun? görmüyor musun?
LM: Bu benim kendi iyiliğim için,.... böylece geçmişimdeki kötü şeyler yakınımda tutulur ve unutulmaz. .... Unutmak, onların başka bir biçimde yeniden doğmasına izin vermek olacaktır.
L: O zaman açalım.
LM: Hayır!
Babasının öldürüldüğünü öğreniyoruz. Lucius’un tepkisi bana neden bu KÖTÜLÜĞÜ (siyahlığı) anlattın oluyor. Yine aynı tema, kötülük dışarıda bir yerde, geçmişte ama bu köyde kötülük olamaz, olmamalı. Arzuladığın şeyin doğasını bileceksin diyor annesi. Yani kasabaya gitmek de bir nevi kötülük. Kötü insanlar kasabaya gitmek isterler anlamı da çıkabilir buradan. Arzulamak ve onun doğasının kötülüğü. Desire kelimesinin yan anlamları istemek, arzulamak, tutku, şehvet, ihtiras, hırs bu şekilde gidiyor. Tam bir kavram karmaşası var. Lucius niyetim samimi diyor tek derdim köydekilere yardım etmek diyor. Benim anladığım, İstiyor olmak, bir şeyler için tutkulu olmak kötülük olmamalı diyor. Annesi ölmenden korkuyorum diyor.
Başka bir konuya geçiliyor. Köydeki sırlar konusu. Unutmak istemediğin şeyleri yakınında tutuyorsun, böylece hep gündemde kalmasını sağlıyorsun. Yani sırtında küfeyle geziyorsun sürekli. Geçmişi geçmişte bırakıp hayatına devam etmek yerine sürekli unutmadan yaşıyorsun. Buradan acıların miras bırakılamayacağını görüyoruz. Hiçbir anne baba kendi yaşadığı acıyı çocuğuna miras bırakamaz.
LM: Your father left for the market on a Tuesday, at a quarter past nine in the morning. He was found robbed and naked in the filthy river, two days later. L: Why'd you tell me this blackness? LM: So you will know the nature of what you desire. L: l do not desire it. My intentions are true to my word. l think of nothing but the people of this village. LM: Forgive me. l am but scared for my only son's life. L: l am not the one with secrets. LM: What is your meaning? L: There are secrets in every corner of this village. Do you not feel it? Do you not see it? LM: That is for my own well-being, so the evil things from my past are kept close and not forgotten. Forgetting would be to let them be born again in another form. L: Then let us open it. LM: No!
*********
Lucius: Ya Noah'ın sakinleşmesine ve öğrenmesine yardımcı olabilecek ilaçlar varsa?
Ivy Walker: Bundan bahsetmeyi kesebilir miyiz? Midemde düğümler oluyor.
Lucius Ivy’i evine bırakırken Lucius’un Noah’a ilaç getirip onu daha sakin yapma fikri üzerine kız konuşmayı sürdürmüyor. Bütün film boyunca filmde işlenen durum bu. Bir sorun hakkında konuşunca eğer canımız yanıyorsa, içimiz daralıyorsa bir an önce o konuyu kapatıp eğlenceli ve canımızı sıkmayan konulara yönelelim. Köydeki ana felsefe bu. Bizi üzen, korkutan, içimizi sıkan, içimizi acıtan konuları görmezden gelirsek sorun da ortadan kalkar. Yani çözmeyelim de görmezden gelelim durumu yaşanıyor.
Çünkü çözmek sorunla göğüs germeyi gerektiriyor. Çünkü sorumluluk almayı gerektiriyor. Bu dünyada acıların da olduğu gerçeğini itiraf etmemiz gerekiyor. Hepimiz, bütün insanlar bir şekilde acılar yaşıyoruz. Yaşamak bu. Bize vaat edilen cennette sadece sınırsız yemek, sınırsız içecek, sınırsız genç kızlar (erkek konusu şüpheli, acaba kutsal kitabı yazan erkek olduğu için olabilir mi) ölümsüz bir hayat var. Bu dünya öyle değil. Bu dünyada ölüm var, açlık var, içgüdülerimizin tatmin edilememesi var (cinsellik) yani adına ister kötülük diyelim ister başka bir şey yaşamak bu. Sen ne kadar kaçarsan kaç yaşamak bu.
L: What if there are medicines for Noah that could help him be still and to learn? IW: May we stop speaking of this? lt is putting knots in my stomach.
Gömleği kırışmasın diye hiç bir şeye dokunmayan genç neden bu filmin bir karakteri. Bizler insanlar genetik olarak sorunlu canlılarız. Yani bir şekilde ister kültürel olsun ister genetik hasta olabiliyoruz. Noah’ın zeka geriliği, Ivy’nin körlüğü, Gömleği kırışmasın takıntısı olan gencin durumu. Yani bu kadar rafine ve yalıtılmış bir grup insanın içinde bile sorunlu, sıkıntılı insanlar ortaya çıkıyor. Sen ne kadar kaçarsan kaç hayat senin peşini bırakmıyor. Kötülük böyle yalıtılmış bir toplulukta bile gelip seni buluyor. Lucius’u bıçaklayan Noah buna bir örnek.
******
38. dakikada düğün ziyafeti sırasında bir grup köylü orman kıyısındaki bir taşa et bırakıyorlar. Bunu bir çeşit kurban gibi değerlendirmek mümkün sanırım. Peki ama neden? Bunu bir grup insanı, korkacakları ve kurban vermeleri gereken bir tür canlıya ikna etmek için mi yapıyorlar? O kurbanı vermeseler o düşmanlar onlara kötülük mü yapacak?
Sıfırdan bir toplum kuruyorsun ve tercihin bu oluyor çok saçma gibi gelse de mecbur kaldıkları kesin. Neden çünkü eğer bu çeşit korku duvarları örmezsen insanları o sınırlar içinde kalmaya ikna edemeyeceğini düşünüyorlar. Bu baştan insana güvensizliğin bir sonucu. İnsanı kendi özgür iradesine bırakırsan kendi kurallarına uymayacaklarını düşünüyorlar.
Kimseyi zorlamadan, korkutmadan bir arada yaşamak mümkün olmaz mı? Bu grubu kuran insanların psikopatolojileri maalesef bu grubun da kültürel kodlarını üretmiş durumda. Demek oluyor ki toplumu kuran insanların hastalıklı düşünceleri toplumun normlarını, geleneklerini, değerlerini yani kültürünü oluşturuyor. Tersten bakarsak bugünümüzü inceleyerek atalarımız hangi konulara takıntılı olduğunu anlayabiliriz.
Atalarımız korkuyordu, korkularını bastırmak istiyorlardı, kendilerini çaresiz hissediyorlardı, dünyanın adaletsiz bir yer olduğunu görüyorlardı, bu dünyada isteyip de ulaşamadıkları şeyleri başka bir hayatta ulaşabilmenin hayalini kurdular ve bugün biz bütün bunlara din diyoruz.
*********
Ivy Wlaker ablasının düğünü sırasında bir yetişkinle konuşuyor ve o sırada onun da ablasının 23 yaşında evlerinin yakınlarında öldürüldüğünü öğreniyoruz. Lucius’un babasından sonra bu öğrendiğimiz ikinci ölüm.
*******
Lucius ile Ivy Ivy’nin evinin önündeki verandada sohbet ederler. Ormana arkasını dönüp hareketsiz kalma oyunları vardır bu oyunda rekor Lucius’un elindedir. Ivy Lucius’a nasıl korkmadan durabildiğini sorar.
IW: Hepimiz tir tir titrerken sen nasıl bu kadar cesur olabiliyorsun?
L: Ne olacağı konusunda endişelenmiyorum, sadece yapılması gerekenleri yapıyorum.
Lucius kendisine dayatılanı kabul etmiyor, Akılcı çözümler peşinde. Doğru olanı her ne pahasına olursa olsun yapma niyetinde.
IW: How is it you are brave when all the rest of us shake in our boots? L: l do not worry about what will happen, only what needs to be done.
*********
Üniversite yıllarında arkadaşlar bir araya gelip hayaller kurardık. Birbirini çok seven 10-15 arkadaş bir arada komün hayatı yaşasak derdik. Kendi yiyip içeceğimiz şeyleri ekip biçim, dışarıya bağımlı olmadığımız bir hayatı hayal ederdik. Bu film bana o günleri, o hayallerimizi hatırlattı.
Tabi ki bir hayaldi ve hayal olarak kaldı. Son yıllarda da büyük şehrin yorucu hayatından kaçıp, şirin bir ege köyünde yaşama hayali kuruyoruz yine. Bu sefer çok da hayal değil, artık parası pulu olan insanlar olduğumuz için mümkün bir hayal ama bu sefer de çocukların varlığı sorun yaratıyor. Bir köyde çocuk büyütmek, onların alabileceği eğitimden onları mahrum bırakmak ne kadar doğru?
İçinde bulunduğumuz dünya nasıl bir dünya? Nasıl bir çocuk yetiştirirsek en doğrusunu yapmış oluruz? Kendi konforlu hayatım için bu dünyada olmasından sorumlu olduğum oğlumu yanlış bir şekilde yönlendirirsem yanlış bir şey yapmış olmaz mıyım? Hayat zor, yaşamak (bu şekilde yaşamak) zevksiz, bir telaş içinde neyin değerli olduğunun farkında olmadan sürüklenip gidiyoruz. Durup bir dinlenmek, kendini dinlemek, değerlendirmek ve doğru şeyi yapmak istiyorsun. Doğru olan nedir?
İnsan zehirlenmesi diye bir şey var mı bilmiyorum ama ben kendimi bir süredir bu şekilde hissediyorum. Kesinlikle tek panzehiri yalnızlık. Çok uzun zamandır bir seyahat içindeyim. Bu seyahat piramidin tepesine doğru bir yolculuk. Piramidin zemininde herkes var. Her katı tırmandıkça geride birilerini bırakıyorsun. Senin bulunduğun kattaki insan sayısı da tırmandıkça azalıyor. Tırmandıkça bir değişim yaşıyorsun.
Önceleri Alt katta kalanları küçümsüyorsun hatta kendinle gurur duyuyorsun. Edindiğin her yeni bilgi, kendine kattığın her yeni bilgi bunları bilmeyenlerden seni ayrıştırıyor. Zaten ilk başta amacın öğrenerek kendini daha bilinçli hale getirmek. İnsan olmanın gereğini yerine getirdiğini düşünüyorsun. Bizi diğer canlılardan ayıran şeyi yaptığın için kendinle gurur duyuyorsun. Katları tırmanmayı sürdürüyorsun ve ilişkiye girdiğin insan sayısı da azalıyor. Başka bir eziyet seni bekliyor.
Senin fark etme eşiğin düşüyor. Yani başka insanların görmediği şeyleri görüyorsun, başka insanların duyarlı olmadığı konularda duyarlı hale geliyorsun. Diğerlerinin üzülmediği konular seni üzüyor. İnsanların düşük zevkleri, düşük bilinçlerini sen yükseldikçe daha çok insanın bu sınıfa girmesi senin kendini daha da yalnız hissetmene yol açıyor. Bir başka sorunu daha tetikliyor bu. Senin durumunu değerlendirip sana hak ettiğin değeri verecek insan sayısı azalıyor.
Kibirli hale geliyorsun. Diğer insanların emek harcamıyor oluşlarını eleştiriyorsun. Diğer insanların altta olduklarını gözlerine sokmak istiyorsun. Ben bu kadar emek harcayıp, kendimi geliştirirken siz zavallı cahiller olduğunuz yerde kalıyorsunuz diye onları aşağılama ve küçük görme hakkını görüyorsun kendinde. Antipatik ve egoist ve kibirli tavırların zaten yalnızlaşan hayatının daha da yalnızlaşması için katkıda bulunuyor.
Senin zekanı, bilgini takdir edecek insan eksikliği yaşıyorsun ve insanları sevmemeye başlıyorsun. Piramitte basamakları çıkmaya devam ediyorsun ve geldiğin yerde çevrene bir bakıyorsun kimse yok. Alt katlara bakıyorsun birbirleri hır gür içinde yaşayan bir sürü insanın gürültülü telaşını görüyorsun. Artık eskisi kadar kibirli de değilsin. Kimseye hava atma ihtiyacın da yok. İnsanların eksikliklerini yüzüne vurmaya da gerek duymuyorsun. Bu aşamada daha kabullenmiş haldesin durumunu.
Belki başkalarından ayrışmak için çıktığın bu yolda, belki diğerlerinden üstün olmak ihtiyacı ile girdiğin bu yolda, belki başka türlüsünü beceremediğin için girdiğin bu yolda artık diğer insanların ne düşündüğü senin pek de umrunda olmuyor. Yalnızlığı da eskisi kadar dert etmiyorsun. Durumu kabullenmiş durumdasın. Dünya böyle bir yer. İnsanların durumu bu. Bir çan eğrisi içinde olduğunu görüyorsun. Şimdiye kadar kullandığım metafor olan piramidin bir başka versiyonu da bu çan eğrisi. İster piramit diyelim, ister çan eğrisi. Neticede senin gibi insanların az olduğu, yoğunluğun çok düştüğü bir yerdesin.
Dağa tırmandıkça nasıl oksijen oranı düşer ve nefes almak deniz seviyesine göre daha zordur işte bu durumu yaşıyorsun. Zirveye doğru yolculuğun devam ediyor. Arada atmosfere, sıcaklığa, basınca alışmak için bir çok kamp yeri kurmuştun. Geriye bakınca durak noktalarını görebiliyorsun. Yalnız olduğuna üzüldüğün günler geride kalıyor ve yalnızlığınla barışıyorsun. Çözemediğin şeyi kabul ediyorsun.
İnsanların kendi küçük yaşama alanlarında yaşamaları ve bu alandan memnun olmaları onların sorunu ama maalesef bu insanlarla aynı dünyayı paylaşmak zorunda olmak yıpratıcı. Trafikte, iş yerinde, markette, pazarda bu insanlarla iletişime geçmek zorundasın ve 3 metre ötende sigara paketini çimlere atan adamı görmezden gelmeye devam etmek zorundasın. Parkta çocuğuna tokat atan anneyi görmezden gelmek zorundasın. Burçlara inanan ve her sabah burcunu okuyarak güne başlayan mesai arkadaşına katlanmak zorundasın. Erkekleri tavlamak için dekolte giyinen kadının sonra kadınları seks objesi olarak görüyorsunuz diye yakınmasına katlanmak zorundasın…
Köy filmi çok anlamlı bir film. Yönetmen ne anlatmak istedi bilemiyorum ama ben kendimce çok şey anladım. Özellikle bize dayatılanların bizim hayatımızı bu denli etkilemesi gerçeği çok çarpıcı. İçine doğduğumuz dünyanın gelenekleri, ananeleri, örfleri, değerler, normları, kurumları, kuralları var. Bir kültür içine doğuyoruz ve seçme şansımız olmuyor. Bize dayatılan bu totale sarılıyoruz ve savunuyoruz. Bildiğimiz şeyi yaşıyoruz. Bize bir isim veriyorlar, bir ulus, din, kültür veriyorlar ve bunları sırtımıza yüklenip devam ediyoruz yaşamaya.
Bundan 500 yıl önce doğmuş olsam bambaşka bir gerçekliği yaşayacaktım. Hatta bugün İsveç'te doğmuş olsam başka, Somali'de doğsam başka, Afganistan'da doğsam başka bir gerçekliği bana tek doğru diye yutturmaya çalışacaklardı. Sınırlı bir zaman diliminde dünyaya geliyoruz ve başımıza milyonlarca şey geliyor. Bir karakter oluşturuyoruz, kendimize bir rol bulup yaşıyoruz. Kendimizce doğru bildiğimiz şeylerin peşinden sürükleniyoruz. Bazılarımız vatanı için şehit oluyor, bazılarımız 6 yaşında bir sapığın eline düşüyor, bazımız anne babası hapiste olduğu için daha 6 yaşındayken yaşamaya başlayamadan bu dünyadan ayrılıyor. Bütün bu kötülüklerin ortasında insan da sormadan edemiyor anlamı ne? Neden buradayız?
Kötü haber, (En büyük lanetimiz) bilinç sahibi olmamız. İyi haber ise bilmezden gelmeyi çok iyi başarıyoruz. Şu an ben bu kelimeleri yazarken, siz bu satırları okurken bir çok kadın, erkek, çocuk tecavüze uğruyor, birçok bebek ailesinin dikkatsizliği yüzünden ölüyor yada ömür boyu sakat kalacağı bir kazaya uğruyor, çok değil belki de yan apartmanımızda bir adam karısını dövüyor, bir memur rüşvet yiyor…. Saymakla bitmez. Kötülüğün illa ki bizim başımıza, bir yakınımızın başına gelmesi gerekmiyor, her an, her saniye yaşıyoruz bunu. Ve iyi haber bunları bilmemize rağmen yaşamaya devam edecek şekilde kandırabiliyoruz kendimizi.
Yolda yürürken kendi halinde yaşayan kaç karınca öldürmüşüzdür şu ana kadar? 10 mu, yüz mü? bin mi? Bu karıncaların sebepsiz yere ölmesindeki payımızı görmezden gelmiyor muyuz? Yada kaç tavuk yedik şimdiye kadar, kaç koyun, kaç inek? Hepimiz yaptıklarımızın neye mal olduğunu biliyoruz ama bilmemek işimize geldiği için sanki bu dünyada ölüm yokmuş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Emek zorundayız. Bilinçli olmanın getirdiği yan etki ile boğuşmak ve onu alt etmek zorundayız.
Bu film harika bir filmdi. İnsana yaşadığı hayatı sorgulatan bir film.
NOTLAR: Filmden alıntılar
Ivy Walker: When we are married, will you dance with me? I find dancing very agreeable. Why can you not say what is in your head?
Lucius Hunt: Why can you not stop saying what is in yours? Why must you lead, when I want to lead? If I want to dance I will ask you to dance. If I want to speak I will open my mouth and speak. Everyone is forever plaguing me to speak further. Why? What good is it to tell you you are in my every thought from the time I wake? What good can come from my saying that I sometimes cannot think clearly or do my work properly? What gain can rise of my telling you the only time I feel fear as others do is when I think of you in harm? That is why I am on this porch, Ivy Walker. I fear for your safety before all others. And yes, I will dance with you on our wedding night.
**************
Ivy Walker: My sister cried alot. You wonder how I recognize you? Some people - just a handful, mind you - give off the tiniest color. It's faint. Like a haze. It's the only thing I ever see in the darkness. Papa has it, too. Do you wonder what your color is? Well, that I won't tell you. It's not ladylike to speak of such things. You shouldn't even have asked.
[pause]
Lucius Hunt: You run like a boy.
Ivy Walker: Thank you. I know why you denied my sister. When I was younger... you used to hold my arm when I walked. Then suddenly you stopped. One day, I even tripped in your presence and nearly fell. I was faking, of course, but still you did not hold me. Sometimes we don't do things we want to do so that others won't know we want to do them.
****************
Mrs. Clack: [Edward Walker tells the group he has sent Ivy to the towns to fetch medicines] What have you done?
Edward Walker: He is the victim of a crime.
Mrs. Clack: We have agreed never to go back. Never
Edward Walker: What was the purpose of our leaving? Don't forget, it was out of hope of something good and right.
Robert Percy: You should not have made decisions without us!
Edward Walker: I'm guilty, Robert! I made a decision of a heart, I cannot look into another's eyes and see the same look I see in August's without justification! It is too painful, I cannot bear it!
Mrs. Clack: You have jeopardized everything we have made.
Edward Walker: Who do you think will continue this place, this life? Do you plan to live forever? It is in them that our future lies, it is in Ivy and Lucius that this way of life will continue. Yes I have risked, I hope I am always able to risk everything for the just and right cause. If we did not make this decision, we could never again call ourselves innocent, and that in the end is what we have protected here, innocence! That I'm not ready to give up.
August Nicholson: Let her go. If it ends, it ends. We can move towards hope, that's what's beautiful about this place. We cannot run from heartache. My brother was slain in the towns, the rest of my family died here. Heartache is a part of life, we know that now. Ivy is running toward hope, let her run. If this place is worthy, she'll be successful in her quest.
Mrs. Clack: How could you have sent her. She is blind.
Edward Walker: She is more capable than most in this village. And she is led by love. The world moves for love. It kneels before it in awe.
*********
Mrs. Clack: My sister did not live passed her 23rd birthday. A group of men raped and killed her. They stuffed her in a dumpster three blocks from our apartment.
August Nicholson: My brother worked in an emergency room downtown. A drug addict came in with a wound to his ribs. My brother tried to dress the wound. He pulled a gun from his jacket and he shot my brother through his left eye.
Alice Hunt: My husband, Michael, left for the supermarket at a quarter past 9 in the morning. He was found with no money and no clothes in the East River three days later.
Edward Walker: My father was shot by a business partner who then hanged himself in my father's closet. They had argued over money. I am a professor. I teach American History at the University of Pennsylvania. I have an idea that I would like to talk to you about.
*********
August Nicholson: I often wondered if you and my son bonded because neither of you was fond of speaking. You're very kind. You must pardon my manners; I haven't slept in many nights.
*********
August Nicholson: Who'll pinch me to wake me up? Who will laugh at me when I fall? Whose breath will I listen for so that I may sleep? Whose hand will I hold so that I may walk?
—-------------------------------**********-------------------
Ivy Walker: Evlendiğimizde benimle dans eder misin? Dans etmeyi çok hoş buluyorum. Neden aklından geçenleri söyleyemiyorsun?
Lucius Hunt: Neden aklından geçenleri söylemeyi bırakmıyorsun? Ben yönetmek isterken, neden sen yönetmek zorundasın? Dans etmek istersem senden dans etmeni isterim. Konuşmak istersem ağzımı açıp konuşurum. Herkes daha fazla konuşmam için beni sürekli rahatsız ediyor. Neden? Uyandığım andan itibaren her düşüncemde senin olduğunu söylememin ne faydası var? Bazen sağlıklı düşünemediğimi ya da işimi düzgün yapamadığımı söylememin ne faydası olabilir? Başkaları gibi korku hissettiğim tek zamanın seni düşündüğüm zaman olduğunu söylemem bana ne kazandırabilir? İşte bu yüzden bu verandadayım, Ivy Walker. Herkesten önce senin güvenliğinden korkuyorum. Ve evet, düğün gecemizde seninle dans edeceğim.
**************
Ivy Walker: Kız kardeşim çok ağladı. Seni nasıl tanıdığımı merak ediyor musun? Bazı insanlar - sadece bir avuç, dikkat edin - en küçük rengi yayarlar. Siliktir. Bir pus gibi. Karanlıkta gördüğüm tek şey o. Babamda da var. Senin renginin ne olduğunu merak ediyor musun? Bunu sana söylemeyeceğim. Böyle şeylerden bahsetmek bir hanımefendiye yakışmaz. Sormamalıydın bile.
[pause]
Bir çocuk gibi koşuyorsun.
Teşekkür ederim. Kardeşimi neden reddettiğini biliyorum. Ben küçükken, yürürken kolumu tutardın. Sonra birden bıraktın. Hatta bir gün senin yanında ayağım takıldı ve neredeyse düşüyordum. Numara yapıyordum elbette ama yine de beni tutmadın. Bazen yapmak istediğimiz şeyleri başkaları yapmak istediğimizi bilmesin diye yapmayız.
****************
Bayan Clack: [Edward Walker gruba Ivy'yi ilaç getirmesi için kasabaya gönderdiğini söyler] Sen ne yaptın?
O bir suçun kurbanı.
Bayan Clack: Asla geri dönmemeye karar verdik. Asla.
Edward Walker: Ayrılmamızın amacı neydi? Unutmayın, iyi ve doğru bir şey umduğumuz içindi.
Robert Percy: Biz olmadan karar vermemeliydin!
Edward Walker: Ben suçluyum, Robert! Kalbimle bir karar verdim, başka birinin gözlerine bakıp August'un gözlerinde gördüğüm bakışı haklı bir nedenim olmadan göremem! Bu çok acı verici, buna katlanamam!
Bayan Clack: Yaptığımız her şeyi tehlikeye attın.
Edward Walker: Burayı, bu hayatı kim devam ettirecek sanıyorsunuz? Sonsuza kadar yaşamayı mı planlıyorsun? Geleceğimiz onlarda yatıyor, Ivy ve Lucius'ta bu yaşam tarzı devam edecek. Evet risk aldım, umarım her zaman haklı ve doğru bir amaç için her şeyi riske atabilirim. Eğer bu kararı vermeseydik, kendimize bir daha asla masum diyemezdik ve sonuçta burada koruduğumuz şey de bu, masumiyet! Bundan vazgeçmeye hazır değilim.
August Nicholson: Bırak gitsin. Biterse biter. Umuda doğru ilerleyebiliriz, buranın en güzel yanı da bu. Kalp acısından kaçamayız. Kardeşim kasabada öldürüldü, ailemin geri kalanı burada öldü. Kalp acısı hayatın bir parçası, bunu artık biliyoruz. Ivy umuda doğru koşuyor, bırakın koşsun. Eğer burası buna değerse, arayışında başarılı olacaktır.
Onu nasıl gönderebildiniz? O kör.
Bu köydeki çoğu kişiden daha yetenekli. Ve sevgi tarafından yönetiliyor. Dünya aşk için hareket eder. Huşu içinde önünde diz çöker.
*********
Bayan Clack: Kız kardeşim 23. yaş gününü göremedi. Bir grup adam ona tecavüz etti ve öldürdü. Onu evimizden üç blok ötede bir çöp konteynerine attılar.
August Nicholson: Kardeşim şehir merkezinde bir acil serviste çalışıyordu. Bir uyuşturucu bağımlısı kaburgalarında bir yarayla geldi. Kardeşim yarayı sarmaya çalıştı. Adam ceketinden bir silah çıkardı ve kardeşimi sol gözünden vurdu.
Alice Hunt: Kocam Michael sabah 9'u çeyrek geçe süpermarkete gitmek için evden çıktı. Üç gün sonra Doğu Nehri'nde parasız ve elbisesiz olarak bulundu.
Edward Walker: Babam bir iş ortağı tarafından vuruldu ve daha sonra babamın dolabında kendini astı. Para yüzünden tartışmışlardı. Ben bir profesörüm. Pennsylvania Üniversitesi'nde Amerikan Tarihi dersi veriyorum. Sizinle konuşmak istediğim bir fikrim var.
*********
August Nicholson: İkiniz de konuşmayı sevmediğiniz için mi oğlumla aranızda bir bağ oluştu diye sık sık merak etmişimdir. Çok naziksiniz. Terbiyemi mazur görün; kaç gecedir uyumadım.
*********
August Nicholson: Beni uyandırmak için kim çimdikleyecek? Düştüğümde kim gülecek bana? Uyuyabilmek için kimin nefesini dinleyeceğim? Kimin elini tutacağım ki yürüyebileyim?
Comments