top of page

Nietzsche Tragedyanın Doğuşunda Ne Demek İstiyor? Bölüm 2

Bu yazı Nietzsche'nin Tragedyanın Doğuşu kitabının Ahmet İnam tarafından okunarak yorumlanması videoları takip edilirken kaleme alındı. Yorum olarak yazdığım kısa yazıları gözden geçirip yayınlamak istedim.




"Böylesine hazırlanmış ve aydınlatılmış bir kitle şimdi, Euripides'in bir anlamda koro öğretmenliğini yaptığı yeni komedyaya yönelebilirdi; ancak şimdi de koronun seyirciye alıştırılması gerekiyordu. Koro Euripidesçi makamdan şarkı söylemeye alıştığı sürece, satranca benzeyen yeni tiyatro türü, yeni komedya, sürekli kurnazlık ve sinsilik zaferleriyle yükselmiştir. Ancak Euripides –koro öğretmeni– durmaksızın övülmüştür: trajik yazarların da tragedya gibi ölüp gittiklerini bilmiyor olsalardı, Euripides'ten daha da fazla şey öğrenebilmek için kendilerini öldürürlerdi. Ne var ki, Helen insanı onunla birlikte, ölümsüz olduğu inancından vazgeçti, ideal bir geçmişe duyulan inançtan değil, ideal bir geleceğe duyulan inançtan da vazgeçti. " Sayfa 38

Helen insanı ölümsüz olduğu fikrinden gerçekten vazgeçmiş olabilir mi? Bu çok iddialı bir söz. Ben öyle olmadığını düşünüyorum ama velev ki öyle olsun. Bu aynı zamanda insanların büyüdüğünü de göstermez mi? Artık yalanları yaşamak yerine gerçeklerle yüzleştiği anlamına gelmez mi? Gerçi tarih, insanların gerçeklerle yüzleşmenin aksine daha da kendisini kandırmayı tercih ettiğini gösteriyor bize. Ama en azından geçilmesi gereken bir aşama geçilmiş oluyor. Çok tanrılardan tek tanrıya geçiyoruz ama sonuçta insanın bir tanrı ihtiyacı olduğunu da görüyoruz. Halen öyle değil mi? Öleceğini bilen insan, öldükten sonra hiçliğe karışacağını düşünmekten kaçabilmek için uydurmuş da uydurmuş. Silenos da ne öneriyordu? "aslında dünyaya hiç gelmemeliydin, madem geldin biran önce öl." Keşke insan için en iyi olanın ne olduğunu böyle eğlence düşkünü olan bir varlığa değil de yaşamını üreterek geçiren bir varlığa sorsaydı.


Mesela Demeter'le konuşsaydı. O soruyu, insan için en iyi olan nedir sorusunu, Demeter'e sorsaydı ne cevap alırdı? Hasatın tanrıçası İnsanlara ne önerir? Akıllı olun, işinizi düzgün yapın, doğru şeyler yaparsanız aç kalmazsınız, hayatınızı üreterek geçirin vb. şeyler söylemez miydi? Birbirinize destek olun, kendi kişisel çıkarınız için birbirinizi üzmeyin vs. Yani olumlu şeyler öğüt veren bir tanrı/tanrıçayla konuşsaydı ne olurdu? Tamam bir gün öleceksin ama bu geçen süreyi iyi kullan, çevrene zarar verme, iyi çocuklar yetiştir, ölüp gittiğinde arkanda güzel anılar bırakmış ol…. Ne bileyim güzel şeyler söyleyen bir varlıkla konuşsaydı. Ama öyle olmadı. Yiyip, içip, seks peşinde koşan satire gidip sordu insan için en iyi olanın ne olduğunu.


Her ne olduysa oldu. Bizler böyle canlılarız. Gelecekte hormonları ile uyumlu sağlayabilen bir tür haline gelebilirsek belki bu dünyada huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşayabiliriz.

" Yaşanan an, espri, dikkatsizlik, anlık ruh hali Helenliğin en büyük tanrılarıdır; beşinci tabaka, köleler tabakası, şimdi en azından zihniyetiyle iktidardadır; şimdi hâlâ bir "Yunan neşesi"nden söz edilecekse, bu, herhangi bir sorumluluk üstlenmeyi, büyük bir şeye ulaşmak için çaba göstermeyi, geçmişteki ya da gelecekteki bir şeye şimdiki zamandakilerden daha çok değer vermeyi bilmeyen kölelerin neşesidir. " Sayfa 38

Helenliği betimlerken espriden, anlık ruh halinden, dikkatsizlikten, “yaşanan an”dan bahsediyor. Zihniyeti ile iktidarda olan kölelerden bahsediyor. Yani artık espri, yaşanan an, dikkatsizlik yok mu demek istiyor?


“Herhangi bir sorumluluk üstlenmeyi bilmeyen köle” ... “Büyük bir şeye ulaşmak için çaba göstermeyi bilmeyen köle”... Neticede köleden bahsediyorsun, aşağılamak için ne kadar uygun bir kesim bilemiyorum. Sanki köle bilmiyor da onun sahibi biliyor mu? Yada kimler biliyor? Sorumluluk sahibi olmak, çaba gösterecek motivasyon ve enerjiye sahip olmak yetişkin olmak değil midir? Kant'ın da dediği gibi aydınlanan insan ergin olan insan değil midir? Köleye haksızlık yapılıyor. Köle aydınlanmamış olabilir ama sanki onların sahipleri çok aydınlardı? Gerçi daha sonra hristiyanlığı seçecek kişiler neden kölelerdi bu da başka bir tartışma konusu.

"tehlikeden ve dehşetten bu kadınsı kaçış, en rahat hazzı tatmakla bu korkakça yetiniş, onların gözüne yalnızca aşağılık değil, aynı zamanda asıl Hıristiyan düşmanı zihniyet olarak da görünmüştü. " Sayfa 38

Yunan neşesine sahip olanlar kimler? Bu neşeye o dönem yaşayanların tamamı mı sahip? Hiç de öyle bir şey iddia edilemez. Tragedyayı yazan da izleyen de bir azınlıktı herhalde.


Tehlikeden ve dehşetten kadınsı kaçanlar kimler? Yunan Neşesine sahip olan köleler mi? O kadar uzun ve karışık bir cümle ki kim neyi düşünüyor, kim neyden kaçıyor belli değil. Şunu mu anlamalıyız. Zevk ve sefa peşinde olanları aşağılık ve hristiyanlık düşmanı olarak gördüler. Eğer kastedilen buysa bu çok normal değil mi? O tragedyaların yazıldığı dönemde toplumsal yapı, toplumsal tabakalaşma nasıldı? Şimdikinden çok daha beter bir sınıf ayrımı yok muydu? İşte bahsedip duruyorsun kölelerden. Köle varsa sahibi de var. Aristo'dan da biliyoruz ki o dönem kadınlar bile insan olarak görülmezdi. Çocukların adı bile yok. Yukarıda zevk ve sefa içinde yaşayan yönetici bir grup azınlık aşağıdakilerin vay haline.


Tragedya dediğin şey yönetici sınıfın hayatı değil midir? Oradaki tanrılar kimler? Krallar, soylular, yöneticiler, din adamları vb değil mi? Bu bir süreç. Birilerinin zevk-ü sefa içinde olması, birilerinin ise sürekli olarak ezilmesi, öldürülmesi, kullanılması doğal olarak onlara bir ışık tutan ilk şeye sarılmalarına yol açacaktı. Bu ışığı hristiyanlık tuttu. İnsan için en iyi olanın aslında dünyaya hiç gelmemek olmasını öğütleyen tragedyaya nasıl güvenerek devam edeceklerdi? Etmediler de zaten. Onlar da kendi mitlerini yazdılar. Adına da hristiyanlık dediler.


Bir önceki alıntıda da değinmiştim. Bu Yunan neşesine sahip olmayan köleler daha sonradan hristiyanlığı seçecek olanlar. Kaçınılmaz değil miydi? Nietzsche gizliden gizliye şunu hayal ediyor sanırım. Bir düzenimiz var. Bu düzen içinde bir kısmımızda Dyonissos’u keşfetmişiz ve onunla yaşayıp gidiyoruz. Bu düzenin devam etmesi için de birilerinin bu zengin ve elit kesime hizmet etmesi gerek. Neticede sanat da, tragedya da bir zenginliğin oluşmasının ardından devreye giren unsurlar.

"Sokrates ise, eski tragedyayı kavramayan ve bu yüzden ona saygı göstermeyen o ikinci izleyiciydi; Euripides onunla ittifak kurarak, yeni bir sanat yaratımının habercisi olmayı göze aldı." Sayfa 42

Tamamen karşıyım bu tespite. Sokrates'in eski tragedyaya saygı gösterip göstermediğini net olarak bilmiyorum. Sokrates’in sorgulanmayan hayat boşa gitmiş hayattır dediğini biliyorum. Sokrates'in sorgulamadan kabul etmeyle derdi olduğunu biliyorum. Ayrıca ilk tragedya yazarlarının esrime içinde, dalınç içinde yazdıklarına dair elimizdeki veri nedir? Neden böyle olduğunu varsayıyoruz. Sofokles yada Aiskylos'un yazdıklarını kendinden geçerek yazdıklarını nereden biliyoruz? Bu yazarlar yazdıkları şeyleri bir plan dahilinde yazmadılar mı? Şimdi sahneye şu girecek, şunu diyecek onun karşısında şu karakter konuşacak demedi mi? Ya da böyle yapmadıklarına dair bilgimizin kaynağı ne? Bunu yazdıklarına bakarak mı söylüyoruz?


Yazdıkları şeyleri neticede kendileri uydurmadılar ki. Halk arasında söylenen masalları yazıya döktüler. Euripides'i gömeceğim diye diğerlerine fazladan paye vermeye gerek var mı? Akıl mı, duygu mu tartışmasında Euripides'i ve Sokrates'i akıl rafına yerleştirip öncekileri duygu rafına koyup öncekilerin doğru yaptıklarını söylemek çok da anlamlı değil gibi.


Sokrates nasıl olur da eski tragedyayı kavramaz. Kavramış ve beğenmemiş olamaz mı?

"Sokrates'in özüne ilişkin bir anahtarı, "Sokrates'in daymonyonu" olarak tanımlanan o mucizevi görüngü sunuyor bize. Sokrates, müthiş anlama yetisinin sendelediği özel durumlarda, böyle anlarda dile gelen tanrısal bir seste sağlam bir dayanak bulmuştu. Bu ses, her gelişinde, bir şeyi yapmaması için uyarıyordu. İçgüdüsel bilgelik, bu tamamen kuraldışı yaratılışta, yalnızca zaman zaman bilinçli bilgiyi engellemek için karşısına çıkma amacıyla gösteriyordu kendisini. Oysa, tüm üretken insanlarda içgüdü, özellikle yaratıcı-olumlayıcı güçtür, ve bilinç, eleştirel ve yapmamaya uyarıcı bir tavır içindedir: Sokrates'te ise içgüdü eleştirici, bilinç ise yaratıcı olmuştur – tam anlamıyla per defectum[55] ortaya çıkmış bir canavarlık! " Sayfa 44

Sokrates neden içgüdüleri ile hareket etmeli anlayamıyorum. İnsan ne zaman içgüdüleri ile hareket eder? İçgüdülerimiz nasıl devreye girer? İnsan içgüdüleri ile yaşamak durumunda olan bir canlı mıdır? Sokrates içgüdüsel olarak bilge öyle mi? Aslında bilge değil yani... Nietzsche içgüdü derken tam olarak neyi kastediyor?


Acaba Nietzsche tragedyadan tam olarak ne anlıyor merak ediyorum. Sanki hayatın anlamı tragedyaymış gibi bir bakışı var. Tragedya iyi felsefe, akıl, bilinç kötü. İçgüdülerimize göre yaşarsak mutlu oluruz. Gerçekten tam olarak nesi kötü bilinçli yaşamanın?


“Şimdi, Sokrates'in bir büyük kyklop gözünün, içinde sanatsal heyecanın sevimli çılgınlığının asla ışıldamadığı o gözün, tragedyaya yöneldiğini düşünelim –o gözün, Dionysosçu uçurumlara keyifle bakmayı başaramadığını düşünelim–, aslında neyi görmesi gerekirdi ki, Platon'un deyişiyle "yüce ve övülesi"[58] trajik sanatta? Sonuçsuz gibi görünen nedenleri, nedensiz gibi görünen sonuçlarıyla düpedüz akıldışı bir şey; üstelik bir bütün olarak öyle rengârenk ve türlü türlü ki temkinli bir duygu durumuna aykırı düşmesi gerekir, aniden parlayan ve duyarlı ruhlar için de tehlikeli bir fitildir.” Sayfa 45

İşte insanın çelişkisi tam da bu noktada değil mi? İçgüdülerimiz bedenimizi ön plana çıkarıyor ama aklımız ise birlikte yaşamaya devam edebilmemiz için bu içgüdüyü bastırmamız gerektiğini söylüyor. Zaten bedenimizi doyurarak yaşamaya devam edebilseydik vazgeçmezdik bu keyif ortamından. Hayatta kalabilmek için, soyumuzu devam ettirebilmek için beden zevklerinden feragat ettik. Diğer türlü büyük ihtimalle içgüdülerimize boyun eğseydik yiyip bitirirdik birbirimizi. Yaşarken bedenimizi ve onun hormonal ihtiyaçlarını öldürdük ama bu sayede bilim ve sanatı ürettik.


Kendimize dert yarattık ki çözebilelim. Derdin yoksa gelişmeye de gerek duymuyorsun. Halinden memnun insan olduğu yerde takılı kalmaz mı? Bu kadar değişip, dönüştüğümüze göre halimizden memnun değilmişiz demek ki?


Belki de hormonal zevklerin geçici olduğunu gördük. Belki de içgüdülerimize uyarak yaşadığımız zaman arkamızda hiçbir şey bırakmadan ölüp gideceğimizi gördük. Neticede diğer hayvanlardan farklıyız. Onlar içgüdüleri ile yaşamaya devam ediyorlar ve sonuç ortada. Bundan 100 sene önce yaşamış olan herhangi bir koyunu hatırlayanımız var mı? Yada bundan 2022 yıl önce yaşamış bir kediyi hatırlayınımız? Yok. Çünkü onların öyle dertleri yok.


Ölümsüz olmanın en pratik yolunun bir çocuk sahibi olmak olduğunu gören kişinin o çocuğun gerçekten kendisine ait olduğunu bilmesi gerekir. Bu durumda benimle birlikte olan kadının bir başkası ile birlikte olmasına izin veremem. Onunla sadece ben seks yapmalıyım ki ondan çıkacak olan çocuk sadece bana ait olsun. Büyük ihtimalle bu ahlak dünyasının kapısını soyumuzu devam ettirme isteği açtı. Onun da sebebi bu yolla ölümsüzlüğe ulaşmak.


Sokrates ve benzerleri sanatı ve hayatın bu ince zevklerini yok saymış yada küçümsemiş olabilirler. Onlar böyle yaptığı için trajediler de son bulmuş olabilir. Nietzsche'nin iddiası sanki trajediler ortadan kalmasa insan daha mutlu olurdu gibi duruyor. Bu çok basite indirgenmiş bir bakış değil mi? İnsanın gelişimini göz ardı eden bir bakış.


*****

Az önce yazdıklarımı okudum ve hiç sevmediğim bir şey yaptığımı gördüm. Tek yönlü olarak, erkek bakış açısıyla yazmışım. Kadınları sanki edilgen konuma sokmuşum. Aynı ölümsüzlük isteği kadınlarda da vardı illa ki. Neticede insanın tümünü kapsıyor bu içgüdü. Ölümsüz olma isteğini çocuğu aracılığı ile yerine getirme ihtiyacı kadında da var ama onun kendisinden şüphe edecek durumu yok. Eşi kim olursa olsun çocuk kesin olarak ona ait.


Peki, kadınlar neden erkeğin sadece kendisine ait olunması isteğine karşı çıkmadı? Yani kadınları kendi tekellerine alma eğilimlerine karşı çıkmadı. Sen kim oluyorsun, ben istediğimle birlikte olurum demedi.


İki ihtimal var: İlk olarak, Özgürlüklerinde diretmiş ama söz geçirememiş olabilirler. Çünkü erkek fiziksel olarak güçlü ve kadını tahakküm altına almış olabilir. Diğer ihtimal buna kadın da razı olmuş olabilir. Kadınlar neden erkeğin tek kadını olma isteğini geri çevirmemiş olsun ki? Bundan kadının çıkarı ne? Erkek şunu taahhüt etmiş olabilir. Sen benim kadınım ol ben de sana el bebek gül bebek bakayım. Bu kadının hoşuna gitmiş olabilir. Diğer erkeklerle birlikte olma şansını kaybediyor ama bir yandan da kendisini diğerlerinden sürekli olarak koruyacağını iddia eden bir erkeğe sahip oluyor.


Bu konu hakkında çok fazla kaynak yok. Tarih öncesi dönemde kadın erkek ilişkileri nasıldı bilinmiyor. Bu şekilde benim gibi spekülasyon yapanlar var sadece.

""Erdem bilgidir, ancak bilgisizlikle yitirilir; erdemli olan mutlu olandır": iyimserliğin bu üç temel biçiminde tragedyanın ölümü yatar. Çünkü şimdi erdemli kahramanın bir diyalektikçi olması gerekmektedir; şimdi erdem ile bilgi, inanç ile ahlak arasında zorunlu, görünür bir bağ olması gerekmektedir; şimdi Aiskhylos'un aşkınsal adalet çözümü, sığ ve küstah "şiirsel adalet" ilkesine, onun bildik deus ex machina'sıyla alçaltılmıştır." Sayfa 46

Nietzsche'nin derdi bu işte. Erdemin bilgi ile ilişkilendirilmesi. Bunu Sokratesten görüyoruz ama inançla ahlak bağlantısını nasıl kuruyor onu çok anlayamıyorum. Şunu mu demek istiyor? Sokrates'e kadar inançla ahlak bağlantısızdı Sokrates inançla ahlağı bağladı. Aiskhylos'un adaleti aşkınsal yani sanatsaldı? Sokrates bunu yıktı ve konuyu akılla çözdü. Bağlantıyı kuramıyorum. Nietzsche şunu mu demek istiyor. Bırak bazı şeyler çocuksu kalsın, büyümeyelim, bazı şeyleri yalan da olsa yaşayalım. Sokrates ise ne diyor, bilmeden yaşama, ezbere yaşama, yaşadığının farkında ol, yalanla dolanla yaşama. Tam olarak Sokrates'in neyine karşı çıkıyor?

"Sanatçı, hakikatin örtüsünün kaldırılışı sırasında, büyülenmiş gözlerle yalnızca, örtünün kaldırılışından sonra da hâlâ örtü olarak kalana bakar; kuramcı insan ise yalnızca örtünün fırlatılıp atılmasından haz duyar ve tatmin olur ve en büyük haz alma hedefi, hep başarılmış, kendi gücüyle başarılmış bir örtüyü atma sürecidir. Kendisine yalnızca o tek bir çıplak tanrıça uğruna önem verilseydi, bilim diye bir şey olamazdı. ................... Bu yüzden Lessing, en dürüst kuramcı insan, hakikati bulmaktan çok onu aramaya önem verdiğini söyleme cesaretini gösterebilmişti: böylelikle, bilimin temel gizemi, bilimsel kişileri şaşırtarak, hatta kızdırarak, ortaya serilmiştir. Elbette, bir kibirlilik değilse bir aşırı dürüstlük olan bu ender bilginin yanı sıra, ince duygulu bir kuruntu da vardır; ilk önce Sokrates'in şahsında dünyaya gelen bu kuruntu, düşüncenin, nedenselliği ipucu alarak varoluşun en derin temellerine kadar ulaşacağına ve düşüncenin, varlığı yalnızca bilebilecek değil, üstelik düzeltebilecek durumda da olduğuna duyulan sarsılmaz inançtır. Bu yüce metafizik kuruntu, bilim içgüdüsü olarak verilmiştir ve onun hep yeniden sanata –aslında bu mekanizmada hedeflenen şeye– dönüşmesi gerektiği sınırlarına dek gitmeye zorlar." SAyfa: 48

İlk cümleden ne anlamalıyız? Hakikatin Örtüsünü kaldırıyorsun ama sanatçı olarak hakikate değil de örtüye mi bakıyorsun? Yada örtüyü kaldırıyorsun ama örtünün altında da hala örtüler var sen o örtüye bakmaya devam mı ediyorsun? Örtünün kaldırılışının sonra da örtü olarak kalana bakmak ne demek? Yani hakikat sanatçının derdi değil, örtü kalksın ama önemli olan örtünün altında olan değil. Bir eylem olarak örtüyü kaldır ama o kadar. Hareket olsun yani, yoksa derin amaçlar yok ortada.


Kuramcı ise o örtüyü kaldırıp hakikati bulmaya can atıyor. Zaten örtüyü kaldırmak için yaşıyor. Nietsche, düşünürün varlığı bilme ve onu düzeltmeye yeltenmesini bir kuruntu, bir kibir olarak yorumluyor anlaşılan. Yani aslında hakikati bulduğunu sanır ama bulamaz diyor yanlış anlamıyorsam. Hatta bu işi asıl sanatçılar yapar demeye getiriyor. Bu upuzun, karmakarışık anlatıdan ben bunu çıkardım.


Bu arada yine ve tekrar aynı fikirde değilim. Sanatla bilimi kıyaslamak çok anlamsız geliyor bana. Hakikati aramak tabi ki bir yaşama amacıdır ve saygın bir amaçtır. Bilim ise bildiğimiz bilgi üretme yollarının başında gelir. Sanatın böyle bir iddiası olabilir mi? Sanat yolu ile hakikate ulaşmak da nedir? Sanatın hakikati bulmak gibi bir derdi olamaz. Ancak hakikati kendine has dili ile insanlara gösterebilir. Belki insanların farkına varmadığı şeyleri insanların gözüne sokmaya çalışır. Fakat sanatın ve sanatçının derdi hakikati keşfetmek değildir. En azından ilk hedefi bu değildir.


Sanatçı belki diğer sıradan insanların göremediklerini görür. Diyelim bir şair yada yazar daha önce kimsenin görmediği bir şeyi gördü ve bize bunu sundu. Tamam yeni bir bilgi üretti ve hakikatin perdesini araladı. Ne güzel. Bunu bilim adamı yada kuramcı yada filozofdan (adına ne dersek diyelim) daha iyi yaptı diye kıyaslamaya girebilir miyiz? Bir çok roman okumuşuzdur yazarın yeteneğine hayran kalırız. Yada bir şiirle yüzlerce sayfada anlatılmayacak bir duyguyu bir mısra ile sunan şaire hayran kalırız. Fakat şair, ressam, yazar bunu yapabiliyor diye neden bilim insanından üstün olsun. Böyle bir kıyaslamanın alemi ne?


Keşke insanlar hiç felsefe yapmasaydı, akıllarını ön plana çıkarmasaydı. Bütün insanlık sanatçı ruhu ile, Dyonissosun hakimiyetinde, kendinden geçmiş bir şekilde dünyayı eda etseydi ne güzel olurdu değil mi? Bu çocukça bile değil... bu naiflikten de öte.... Bunun adı nedir ben bilemiyorum.

"Çünkü, o dünya eğilimi için bilginin hizmetinde değil de bireylerin ve halkların pratik, yani egoist hedefleri uğruna harcanan, sayılarla belirtilemeyecek tüm bu enerji miktarı düşünülseydi bir kez, herhalde genel imha savaşlarında ve süregelen kavimler göçlerinde içgüdüsel yaşama zevki öylesine zayıflamış olurdu ki, belki de bireyin, Fiji adalarının sakinleri gibi, bir oğul olarak anne babasının, bir arkadaş olarak arkadaşının boğazını sıktığında, intihar alışkanlığında görev duygusunun son kalıntısını duyumsaması gerekirdi: korkunç bir soykırım etiğini bile merhametten yola çıkarak üretebilmiş pratik bir kötümserliktir bu – üstelik dünyada, sanatın, herhangi bir biçimiyle, özellikle din ve bilim olarak, o vebalı soluğa karşı ilaç ve korunma olarak görünmediği her yerde vardır, ve vardı." Sayfa: 48

Ne diyor yine? Halklar pratiktir, egoisttir, savaşır, göçer bunu yapabilmek için de içgüdüsel yaşama zevki vardır onların. Sokrates gibilere kalsaydı işimiz ne göçerdik, ne savaşırdık mı demek istiyor? Sokrates gibilerde yaşama zevki yoktur mu diyor? Aklını kullanan sapıtmaz mı diyor? Gerçekten tam olarak ne diyor? Sanat mı bunlara yol açtı (din ve bilim mi) yoksa tam tersi sanat mı bunları engelliyor. Allah için adam gibi yazsaydın ne olurdu şunları.

"Ama şimdi bilim, güçlü kuruntusunun dürtüklemesiyle, sınırlarına varıncaya dek durmaksızın koşturmakta, mantığın özünde gizli olan iyimserliği, bu sınırlarda başarısız kalmaktadır. Çünkü bilim çemberinin çevresinde sonsuz sayıda nokta vardır, ve çemberin ne zaman tam olarak kapanacağı henüz hiç kestirilemezken, soylu ve yetenekli insan, daha kendi yaşamının ortasına varmadan ve kaçınılmaz bir biçimde çevredeki bu sınır noktalarına rastlamakta ve orada, gözlerini aydınlatılamaz olana dikmektedir. Bu sınırlarda mantığın kendi etrafında döndüğünü ve sonunda kendi kuyruğunu ısırdığını burada dehşet içinde gördüğünde – o zaman yeni bilgi biçimi, yalnızca katlanılır olmak için, koruyucu ve ilaç olarak sanata gereksinen trajik bilgi ortaya çıkmaktadır." Sayfa 49

Sanat trajik bilgi üretiyor... ne için... katlanmak için... neye... aydınlatılamaz olana.... aydınlatılamaz olan ne? Ölüm mü? Ölümün varlığı mı?


Bilim ne kadar uğraşırsa uğraşsın bilim yolu ile bulunacakların sonu yok öyle mi? O zaman madem sen buldukça yeni bilinmeyenler ortaya çıkıyor ne diye uğraşıyorsun mu demek istiyor? Bu şuna benziyor. Anne çocuğuna yatağını topla der, çocuk neden nasıl olsa akşam yine dağılacak. Ama anne çocuğun bu argümanını duymazdan gelir. Toplaman gerek. Neden? Çocuk haksız mı? Zaten dağılacak olan yatağı neden her sabah toplayalım ki? Bu mantıkla herşeyi çözmek mümkün. Zaten yaptığım şey sonunda boşa gidecek ne diye uğraşayım ki?


Tam madem dünyaya geldik en kısa yoldan ölmeli felsefesine uygun bir bakış. Şuna karar vermek gerek. Bu dünyaya gelmemiş olmamız en iyisi olabilir yada olmayabilir ama lanet olsun ki artık buradayız. Şimdi ya bu zamanı doğru dürüst geçiririz yada rezil ederiz. Tercih bize kalmış. Aslına bakacak olursak insanların çok, çok, çok büyük bir kısmı rezil ediyorlar. Hatta bir yalanı yaşamayı tercih ediyorlar. Aslında satirin tavsiyesini bir şekilde dinliyorlar, bu dünyayı biran önce atlatıp öte dünyada cennete gitme hevesi ile boşa harcıyorlar. Fakat içten içe aslında bunun da doğru olmadığını biliyorlar ama itiraf da edemiyorlar. Nietzsche haklıysa eğer bu konuda haklı. Sıradan insan hayatını boşa harcıyor. Adına übermensch diyelim yada başka bir ad verelim gerçekleri olduğu gibi kabul edip, cesurca yaşamayı göze alanlar gerçekten ölmeden yaşayabiliyorlar.


Öleceğini bilerek yaşıyor olmanın getirdiği basıncı sanatla aşmayı denemek mümkün ama bilginin insanın eylemsiz yaptığı önermesinin dayanağı yok. Mesela ben kişisel olarak bilmek için, öğrenmek için, öğrendiklerimi insanlara yaymak için yaşıyorum. Bunun ilk halkasını da bizzat kendi oğlum oluşturuyor. Kimseye değilse bile ona bu katkıyı verebilirim. Bilmekten başka bu anlamsız hayatı anlamlı hale çevirmenin yolu yok. Neden bu dünyada olduğumuzu, neden nefes alıp verdiğimizi, neden bir bilince sahip olduğumu bilmiyorum. Çok garip ama bu evrende bilinci olan bir canlı olarak yaşamaya devam ediyorum. Çok heyecan verici. Hayatıma sanatı da katmış durumdayım, bilimi de. Birisi diğerini dışlamıyor. Dışlamasına da gerek yok. Sofokles'e de teşekkür ediyorum, Sokrates'e de, hatta gıcık olsam da Nietzsche'ye bile müteşekkirim.


Kendi kuyruğumu yakalamaya çalışan bir yılan gibi değil, bir çemberin üstünde dolanır gibi değil, bilinmeyen ama keşfedilmeyi bekleyen kıtalara yelken açmış bir geminin üstündeymişim gibi hissediyorum. Varsın sonunda ölüm olsun. Sürekli öleceğini düşünerek yaşanmaz ki. Ne yapalım sonuçda öleceğiz. Bir an önce bu acı gerçeği kabul edip yoluna devam etmek zorundasın. Sürekli ağlayıp bir yetişkinden yardım beklemek çocuklara mahsusdur. Artık büyümek gerek.

"Gerçekten de kısa anlarda ilk-varlığın kendisiyizdir ve onun dizginsiz var olma hırsını ve var olma zevkini hissederiz; görünüşlerin savaşımı, ıstırabı, yok edilişi şimdi zorunluymuş gibi gelir bize, yaşamın içine atılan ve itekleyen sayısız var olma biçiminin aşırı çokluğunda, dünya istencinin aşırı coşkulu doğurganlığında; bu ıstırapların hiddetli dikeni, var olmadan duyulan adeta sınırsız ilk-hazla bir olduğumuz ve bu hazzın bozulmazlığını ve bengiliğini Dionysosçu bir cezbe içinde sezdiğimiz o anda batar bize. Korku ve merhamete karşın mutlu-canlılarızdır, bireyler olarak değil, onun dölleme hazzıyla kaynaştığımız bir canlı olarak." Sayfa 52

Bu kısmı da bir çok anlamadığım yer gibi bir kaç defa okudum ama bu sefer önce Ahmet İnam'ın söylediklerine bir itirazım var. Yada hem Nietsche hem de Ahmet Bey'e.


Yaşama coşkusuna sahip olmak çok cezbedici bir söz. Sanatçılar ve bilim adamlarında bulunan o yaşama karşı duyulan dyonisossçu zevk. Ne güzel sözler. Yaşamaktan korkmamak... Coşkun duygulardan suçluluk duymamak.... Bana sanatçı olmak için para kazanma derdinin de olmaması gerektiği tespitini hatırlattı. Orhan Pamuk gibi yazabilmek için Nişantaşında apartmanı olmak yani, yada Celal Şengör gibi olmak için babanın fabrikatör olması gerektiği gibi. Tabi ki istisnalar vardır ama hayata tutunabilme gayretinde olan birisinin içinde yaşama coşkusunu duyması ne kadar mümkün. Bir de üstüne üstlük Türkiye gibi gelenek ve göreneklerle sarmalanmış bir şekilde büyümüşken.


Bu konular yani "yaşamak"la ilgili konular zamanı ve parası olanların konuları değil mi? Bizi bu dünyaya getirenler de hattizatında sıradan insanlar değiller miydi? Kendi varoluş problemleri ile çırpınırlarken bir de bizimle uğraşmamışlar mıydı? Sanatla, felsefe ile, bilimle uğraşmanın sanırım ön koşulu en azından burjuva olmak. Belli bir maddi özgürlüğü olmayan kişinin burada bahsedilen konuların yakınından bile geçmesi mümkün değil.


Neden Ahmet Bey'e itirazım var? Neden onun sözleri bana dokundu? Onun tüm insanlar böyle yaşamalı gibi bir kastı olmadığının farkındayım ama bu dünyadaki herhangi bir insan olmanın bilinci insanı üzüyor. Yani o seçilmiş az kişilerden birisi olmadığını bilmek. Belki de bir çeşit kıskançlık benimkisi yada kaybettiğim onca zamanın üzüntüsü. Geri getiremeyeciğimi bildiğim boşa geçmiş o yıllar. Önümde kalan yılların arkamda bıraktıklarımdan az olduğunun bilinci. "Keşke"ler. Her ne kadar yanlış olduğunu bilsem de.


Wagner, Picasso, Einstein olmadığını bilmek ama doğru şartlar altında olsa idin onlar gibi olabilme ihtimalinin de olduğunun farkında olmak... işte acı olan bu.


Coşkun duygulardan suçluluk duymamak mı, coşkun duygulardan korkmak mı, coşkun duygularını dizginlemek zorunda kalmak mı, coşkun duygular ile uyum sağlamak mı? Şu kesin coşkun duygular var. Şu da kesin bu coşkun duygular doğru şekilde kullanılabilse çok güzel olurdu. Asıl soru herkes coşkun duyguları ile yaşasa nasıl bir dünya olurdu? Coşkun duyguları kontrol altına alıp bir de kimseye zarar vermeden bir denge içinde olmak. Acaba toplumsal bir varlık olduğumuz unutuyor muyuz? Acaba Bit toplumun herhangi bir üyesi olarak ne tür birikimlerin sonucuyuz? Sanki daha öncesi hiç yaşanmamış gibi, sanki insanların bir tarihi yokmuş gibi dünyayı tasavvur etmek çocukca değil mi? Gerçek bu değil. Gerçek ile ideal çarpışıyor ve her seferinde gerçek kazanıyor.


Son Söz


Tüm Tragedyanın Doğuşu videolarının altına çeşitli alıntılar yaparak yorumlar yazdım. Nietzsche'nin önemli bir filozof olduğunu biliyorum ve anlamaya çalışıyorum ama bir yandan da hiç sevmiyorum. Sanırım onu aşırı kibirli buluyorum. Onun bana üsten baktığını ve beni aşağıladığını hissediyorum. Bu senin kuruntun denilebilir belki öyledir ama bunu bilerek ve isteyerek yaptığını düşünüyorum. Bu kitap da öyle. Ahmet Bey sağolsun onun yol göstericiliğinde anlamaya biraz daha yaklaşmış gibi hissediyorum ama sanırım hala anlayabilmiş değilim.


Anlayamıyor olmamla ilgili iki ihtimal var. Ya benim zeka ve bilgi seviyem onu anlamaya uygun değil yada o derdini doğru dürüst anlatamıyor. Tabi ki egom ikinci ihtimali seçmem için zorluyor beni. İlk ihtimal için bir şey demem gerekirse zekama güveniyorum ama bilgim eksik olabilir. Bu kitabı benim kadar az bilenler için yazmamış olabilir. Kendime de haksızlık etmek istemiyorum o yüzden orta yolu bulmak için Nietzsche'nin dilinin çok anlaşılmaz olduğunu ve onu anlayabilmek için çok şeye hakim olmak gerektiğini söyleyeyim.


Bu kitaptan ben ne anladım? Hayatı anlamak için sanata gerek olduğunu söylüyor sanırım. Aklı devreye sokmamızın hatalı olduğunu söylüyor. Hayatı bir esriklik içinde yaşamamız gerektiğini, duygularımızın ön planda olması gerektiğini, aklımızı devreye sokunca mutsuzluğun kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Yunan Neşesini kaybettiğimizi bunun da sorumlusunun trajediyi aşağılayan Sokrates olduğunu söylüyor. Bir yalana inanarak yaşamanın daha insani olduğunu söylüyor. Gerçeği arama çabamızın anlamsız olduğunu, gerçeği akıl aracılığı ile değil sanat aracılığı ile bulabileceğimizi söylüyor. Akılla bir şeyleri buldukça altından başka bir bilinmeyen çıktığını ve bunun bir kısır döngü olduğunu söylüyor. Bu kısır döngüden çıkmanın yolunun müzikte, tragedyada, sanatta olduğunu söylüyor. Ama Apollon'un sanatında değil Dyonissos'us sanatında.


Belki de yanlış anladım, eksik anladım yada hiç anlamadım ama tespitlerim bunlar. Nietzsche'yi bir kez daha sevmememin doğru karar olduğunu anlamış oldum. Derdini doğru dürüst anlatmaması, anlatmayı tercih etmemesi, okuyucuyu zor durumda bırakması çok küstahça bence. Denilebilir ki sen niye üstüne alınıyorsun, hedef kitlesi sen değilsin. Ne bileyim yazılmış, basılı eser haline gelmiş ve benim önüme konmuş ya, okuyup yorum yapma hakkım olduğunu düşünmeme yol açıyor bu durum. Yani demek istiyorum ki sen ne kadar anlamsız, dolambaçlı, saçma sapan şeyler yazarsan yaz, benim de bunları sana söylemeye senin bu saçmalıkları yazman kadar hakkım var.




Tragedyalar bize bir hayal alemi, bir düş sunabilirler ve bizler de bu düşe kanıp mutlu mesut yaşayabiliriz ama gerçek dünyayı keşfetmek ve gördüklerinle yüzleşmek cesaret ister.
Gerçek mi Tragedya mı?

Tragedyalar bize bir hayal alemi, bir düş sunabilirler ve bizler de bu düşe kanıp mutlu mesut yaşayabiliriz ama gerçek dünyayı keşfetmek ve gördüklerinle yüzleşmek cesaret ister.




bottom of page