top of page

KORKSAK DA DEĞİŞMEK İSTİYORUZ YETER Kİ SERBEST OLALIM

Uzun bir aradan sonra içimde yazı yazma isteği oluştu. Neden uzun süredir yazmıyordum? Bir süre kendimi dinledim. Hayal kırıklıkları ile geçen bir dönemin ardından normalime dödüm.

Bu yazı Kültür Sosyolojisi dersinde, ders sırasında yaptığım bir tespit üzerine yazıldı. Dersin bu haftaki ünitesi Kültür ve Gelenek adını taşıyordu. Gelenekle ilgili daha önce kafa yorduğum için bildiğim şeylerin tekrarı gibi bir konu oldu benim için. Dersin başlarında şöyle bir tespitimi yazdım:

"İnsanlar değişimi sevmiyor. Varolanı değiştirmek strese yol açıyor. Bu yüzden muhafazakarlık çok kolay ve yaygındır."

Bunu yazdım ama dersten sonra bu konu hakkında düşünmeye devam ettim. Yaptığım tespit doğru muydu? Değişimi kimler isterdi ve neden isterdi? Değişim normalde istenen bir şey midir, başa gelen bir şey midir? Bu konuları düşünürken neden batı toplumları değişim yaşadılar ama doğu toplumları değişime direnç gösteriyorlar diye biraz daha kafa yordum., Bu konuları yazmak istedim ve aşağıdaki yazıyı kaleme aldım.

KORKSAK DA DEĞİŞMEK İSTİYORUZ YETER Kİ SERBEST OLALIM

İlk tespit şu: “İnsanlar değişimden korkarlar bu yüzden sahip oldukları alışkanlıkları sürdürmek isterler.” İkinci tespit: “Batı toplumlarında ortaya çıkan hızlı değişimler geleneksel toplum yapısını değiştirmiştir.”

Sosyolojide en önemli tespitlerden birisi geleneksel toplumların birebir insan ilişkileri üzerine kuruldukları ve sosyal dayanışmanın örf, adet, gelenekler üzerinden yürüdüğüdür. Şehirleşme ile birlikte bu ilişki cemaat ilişkisinden cemiyet ilişkisine kaymış ve insanlar arası ilişkileri kanunlar, kurallar yani rasyonalite biçimlendirmeye başlamıştır.

Şehirleşme, çok sayıda insanın bir arada yaşaması hali, dünyada nerede ortaya çıktı? Özellikle İngiltere'de müthiş bir hızla büyük şehirler kurulmaya başlandı. Bunun sebebi feodal düzenin yani tarıma dayalı ekonominin yerini sanayiye yani mal üretimine yönelik ekonominin alması oldu. İnsanlar önceleri kendi el emekleri ile tarım yaparken makinaların tarıma ve üretime girmesi ile birlikte verimlilik arttı. Feodal lordlar önceden tarımdan az para kazanırken hayvancılık ve dolayısı ile yün sanayiinden çok daha fazla para kazanmaya başladılar. Binlerce, milyonlarca serf işsiz kalmış oldu. Önceden 100 kişinin yaptığı işiten elde ettiğinden çok daha fazlasını hayvancılık, sanayi vb. den elde edince bir çok insan atıl hale gelmiş oldu. Vasıfsız köylüler çözüm olarak şehre göçmeye ve fabrikalarda işçi olarak çalışmaya başladılar.


Sıradan bir İngiliz bu değişimi istedi mi? Ona kalsa büyük ihtimalle bildiği gibi yaşamayı sürdürmek isterdi ama onun elinde olmayan sebepler onun hayat biçimini değiştirdi. Bu anlamda Anadolu'da yaşayan köylü ile Batı Avrupa'da yaşayan köylü arasında bir fark yok. Onlar da aynen Anadolıu köylüsü gibi gelenekeri içinde yaşamayı tercih ederlerdi. Ama bir şekilde, bir şeyler oldu ve tarıma dayalı ekonominin devam etmesi mümkün olmadı. 

Not: 1927'de Türkiyede nüfusun %27'si şehirlerde yaşıyordu. İnsanların şehre göç etmesine 1950'li yıllara kadar gerek olmayacaktı.

İnsanın önemli özelliklerinden birisi adapte olabilme yeteneği. Hayatta kalabilmek için ne yapılması gerekiyorsa yapıyoruz. Batıda 1700’lerde, 1800’lerde yaşanan hızlı toplumsal değişimler bizim topraklarda ancak 1950’lerde yaşanmaya başladı. Yani sıradan bir İngiliz köylüsünün yaşadığı bunalımın aynısını bizim topraklarımızdaki köylüler de yaşadılar. Değişmek istedikleri için değişmiş değiller. Değişmek zorunda kaldıkları için değiştiler. 

Avrupa neden bu değişimi önce yaşadı? Neden sanayi devrimi bizim topraklarda değil de o topraklarda ortaya çıktı? Bunun arkasında yatan sebep ne? Coğrafya ne kadar etkili? Tüm Avrupanın bu değişimi bir anda yaşamadığı ortada. Doğu Avrupa ile Batı Avrupa bile değişimi aynı şekilde yaşamış değil. Bu değişimin lokomotifi İngiltere, takipçileri ise Fransa, Hollanda, Belçika ve biraz gecikme ile Almanya. Bunlar dışında kalana Avrupa ülkeleri ile bu sayılanlar arasında da büyük farklar var. Belki ikinci seviyeden İtalya ve İspanya eklesek bile onlar kadar sanayi toplumu olduklarını söylemek güç.

Bu gelişmeler neden Avrupanın batısında ortaya çıktı? Bunda doğuya uzak olmak etkili olmuş olabilir mi? Hem kültürel olarak hem de fiziki olarak uzak olmak etkili olmuş olabilir mi? 

Daron Acemoğlu sorduğum bu soruları kocaman bir kitapla (Ulusların Düşüşü) cevaplamıştı. O kitaptan aklımda kalan en önemli şey bu topraklarda (batıda) insanların bazı haklara sahip olması ve devletlerin bu hakları koruma altına almış olmasıydı. Mal sahibi olma hakkı, fikir patenti hakkı, vs. Yani o coğrafyada yaşayan insanlar bir şey ürettiklerinde yada sahip olduklarında bunun çalınmayacağını bilerek yaşadılar. Bu durum rekabeti teşvik etti ve insanlar arasında üretim yarışına sebep oldu. 

İnsanın bir yönü sahip olduklarını korumaksa diğer yanı da merak etmek ve öğrenmektir. Doğu toplumlarında yeni şeyler öğrenme güdüsü (merak) bir şekilde öldürülmüş olmalı. Bunun önemli sebepleri: din ve devlet. Sorgulamak, araştırmak, keşfetmek, yeni şeyler öğrenmek, günah olarak görüldüğü için; devlet bu şekil bakan insanların ortaya çıkmasını ve serpilmesini engellediği için, insanlar var olanla idare ederek yaşamayı seçmişler. Yeni şeyler bulmak ve bulduğu şey üstünde hak iddia etmek mümkün olmadığında insanlar motive olamıyorlar. Mal sahibi olma imkanları ellerinden alınmış ve fikir ürettikleri zaman bunun arkasında duracak kanunlar yok. Çünkü tüm mallar, topraklar, eşyalar devlete ait. Kimse sahip olduğu toprakları çocuğuna bile miras bırakamıyor. (Bu yüzden Vakıf kurmak zorunda kalıyorlar) Yani eğer bir insan çaba harcayarak mal sahibi, mülk sahibi, eşya sahibi olamıyorsa neden daha iyisi için uğraşsın ki? 

İnsanlar ilk tespitimizde olduğu gibi değişimden korkuyor olabilir ve elinde olan ile yaşamayı tercih edebilir. Ama aynı zamanda insanlar yeni şeyler bulmak için de motive olurlar. Özellikle her bir yeni nesil önceki nesilden farklı şeylere sahip olmak isterler. Ve insanlar rekabet etmeyi sever. Yarışmayı sever. Mücadele etmeyi sever. Çünkü toplum içinde statü sahibi olmak, İtİbarlı olmak hatta çok basit şekilde karşı cins tarafından beğenilmek ve istenilmek için bile yeni işlere atılmaktan, risk almaktan korkmazlar. Tüm mesele risk alan, tehlikeye göğüs geren kişinin bu eylemi sonucunda bir şeyler elde edebilme ihtimalidir. Eğer yeni şeyler elde etmenin yolu bilimse bilim yapar, seyahatse seyahate çıkar, sistemi değiştirmekse sistemi değiştirir. Yani insanı serbest bırakılırsa değişim ve gelişim kaçınılmaz hale gelir. 

İnsanın ister din ile olsun ister devlet (otorite) ile olsun serbestliğini elinden alırsan değişimin de, gelişimin de önünü kapatmış oluyorsun. Batının yapıp da bizim yapamadığımız bu olmuş. O zaman devreye şu soru giriyor batı neden ve nasıl insanları serbest bıraktı? Bu serbest durumda dinin ve devletin etkisi destekleyici bir etken miydi? Geldiğimiz noktadan bakarsak köstekleyen bir durum yokmuş gibi duruyor. Gerçekten batıda yaşayan insanlar için her şey çok mu kolaydı?

Devlet insanların özgür hareket edebilmesi için koşulları hazırlamış gibi duruyor ama aynı şeyi din için söyleyebilir miyiz? Çok uzun zaman din gelişimin önünde engel oldu. Batının tarihi anlatılırken yaşanan en önemli konular arasında Sanayi Devrimi ve Bilim Devrimini laf olsun diye ön sıralara koymuyorlar. Sanayi Devrimi devletin desteği ile (en azından Osmanlı gibi kösteklemediğini biliyoruz) gelişmiş olsa da bilim devrimi aynı şekilde yaşanmadı. Dine rağmen yaşanan bir süreçten bahsediyoruz. 1500’lerin ortasından itibaren başlayan bir süreç. Yani sanayi devriminde 200 yıl önce başlayan bir durum var.

Değişimin ve gelişimin yaşandığı bölge neden Avrupa'nın batısı olduğunu anlamak için başlangıç noktası olarak Amerika kıtasının keşfi de ele alınabilir, bilimsel devrimler de, rönesans da, protestanlığın ortaya çıkışı da. Bir başlangıç noktası bulmaktansa bir zihniyetin ortaya çıkmasını görmek çok daha önemli.

Belki de Osmanlı ipek yolunu kapatmasaydı Avrupalıların doğu ile ticaret yapabilmek için alternatif bir yol aramaya motivasyonu olmayacaktı. Belki de tüm yaşanan bu sürecin sebebi Avrupanın üç tarafı denizlerle çevrili bir kara parçası olmasıdır. Belki de kuzeyi, batısı, güneyi deniz ile doğusu ise Rusya ve Osmanlı ile kuşatılmış bir çeşit hapishane olduğu için Avrupa çözüm üretmek, hapishaneden kaçmak zorunda kalmıştır. Belki bu sebeple bir yandan doğudan gelen Osmanlı akınlarını durdurmak, bir yandan da kendi içlerinde yaşadıkları çarpışmalarla boğuşmak zorunda kaldıkları için bir orta yol bulmak zorunda kalmışlardır. Belki de Batının kralları kendilerini Doğunun kralları kadar özgür hissetmiyorlardı. Çünkü rekabet o kadar fazlaydı ki eğer alttan gelen baskıları uygun bir şekilde karşılayamazsa kendi koltuğu tehlikeye girecekti. Sonuç olarak daha hoşgörülü, daha rekabete açık, daha anlayışlı olmak zorunda olduklarını gönülsüz de olsa kabul etmek zorunda kaldılar.

Belki Avrupa halklarına bıraksan onlar da değişmek istemeyeceklerdi. Onlar da kendi hallerinden memnun şekilde yaşamaya devam edeceklerdi. Ama yaşananlar bu rahatlık lüksünü onlara yaşatmadı. Değişmezlerse hayatta kalamayacaklardı ve gerekeni yaptılar. Rekabet ettiler, keşfettiler, icat ettiler ve sonunda planlı olarak olmasa da bugünkü Avrupayı yaratmış oldular. 

Resmin diğer tarafında durum ne? Doğu toplumlarını, değişmek için motive eden bir dış güç yoktu. Dışarıdan zorlama olmadığı sürece de değişmeye gerek olmayacağı açık. Değişmezsen hayatta kalamayacağını ne zaman görürsen ancak o zaman konforunu bozma pahasına harekete geçiyorsun. Yani geleneklerine bağlı yaşamak bir tercih olmaktan çıkıyor. Bugün de kendimizi bir rekabet içinde bulduğumuz için değişmek zorunda kalıyoruz. Değişmezsen değişenler tarafından sömürülüyorsun. O zaman tercih senin, ya sömürüleceksin yada rekabet edebilmek için değişeceksin. Korkmana rağmen değişşeceksin, konforundan feragat etme pahasına değişeceksin. Hayatta kalmak istiyorsan uyum sağlamak zorundasın. Uyum sağlamak din de reform yapman gerekiyorsa (protestanlık) gerekirse dini bile revize edeceksin, uyum sağlamak devlette reform gerektiriyorsa (Cumhuriyet) devleti de revize edeceksin. 

Doğu toplumları bu değişimin gerekli olduğunu göremiyorlar. Bu değişimi gönüllü olarak yapmayı istemiyorlar. Batıyı yakalayabilmek için peşlerinden koşmaları gerekiyor. Doğu toplumlarının doğal evrimsel gelişimleri batı medeniyetinin gittiği yoldan çok farklı ama kabul etmesi ne kadar zor olursa olsun bundan yüzlerce yıl önce kendi mecralarında yola çıkmış olan batı toplumları teknolojik, ekonomik, bilimsel olarak çok çok öndeler. Değişmeyi seçmek sanki batılı olmak gibi algılanıyor ama aslında durum böyle değil.

Bu değişim bizim ülkemizde olduğu gibi dayatma ile olabiliyor. Değişime direnenler bir şekilde sömürülüyorlar. Tüm Orta Doğu ülkelerinin öyle veya böyle yaşadıkları şey bu. Afrika'yı bu sürece maalesef hiç dahil edemiyoruz çünkü batının değişiminin enerji kaynağı ilk olarak Afrika olduğu için onlar değişimle ilgili ilk kıvılcımı bile çakacak ne fırsatı buldular ne de o bilince erişme imkanları oldu. Batının doğusunda yer alan Osmanlı ve Rusya o kadar güçlüydü ki bu iki büyük devletin doğusundakiler Afrika'nın yaşadığı şeyi yaşamakdan korunmuş oldular. Fakat bu çok uzun sürmedi. 1800’lerin sonu, 1900’lerin başına gelindiğinde karnı aç batı devletleri kendilerini doyurmak için gözlerini Ortadoğu'ya diktiler. Çünkü Afrikada olmayan petrol Ortadoğu'da vardı ve bu toprakların sahibi, bu değerleri görmeyen, anlamayan bir Osmanlı Devleti idi.

Doğu toplumları ölü toprağı serpilmiş gibi geleneklerine bağlı kalmaya devam etmek istiyorlar. Yüzyıllar süren bir korku battaniyesi altında başlarını dış dünyaya kapatmışlar. Onlar aydınlığa bakmaktan korkuyorlar. Aydınlık gözlerini kamaştırıyor. Binlerce yıllık korku masalları ile uyutulmaya o kadar alışmışlar ki uyanmak istemiyorlar. Korkuları ile yüzleşmek yerine, felç geçirmiş gibi yataklarına takılı kalmayı tercih ediyorlar. Bu korku öyle bir korku ki sömürülmeye bile rıza göstermelerine yol açıyor. Akıllarını kullanmak onları özgürleştirecek, aynı zaman da akıllarını kullanmak onları anlamsız korkularından da kurtaracak. Çocukların karanlıktan korkması gibi Doğu toplumları Aydınlıktan korkuyorlar. Büyümek istemiyorlar, korkuları onları çocuk bırakıyor, çocuk kaldıkları için korkmamaları gerektiğini göremiyorlar, tam bir kısır döngü hali. 

Son söz: Türkiye çok değişik bir örnek. Bize aydınlanma fırsatı altın tepsi ile sunulduğu halde bunu reddediyoruz. Cumhuriyeti, demokrasiyi, bilimi bir batı komplosu olarak görüyoruz. Halbuki konunun batı ile ilgisi yok. Bu sadece bir sembol. Konu tamamen aklını kullanmakla ilgili. Aklını kullanmaya batılılaşmak deniyorsa varsın öyle olsun. Aklını kullanmanın patent hakkı onlara ait değil ki. Sadece bir tercih meselesi. Aklını kullanınca dinsiz olmuyorsun, ahlaksız olmuyorsun, cehenneme gitmiyorsun sadece hayatını yönlendirirken sana dayatılanı seçmemiş oluyorsun. Kendi aklınla hala bir Allah, Cennet, Melek, Cin, Peygamber, Kutsal kitap inancın devam edecekse etsin. Etmeyecekse neden korkuyorsun. İnanç dediğin şey bu şekilde değişecekse değişsin. Demek ki değişmesi gerekiyormuş. Hayatının anlamını kendin arayıp bulman daha anlamlı bir hayat yaşamanı sağlar. Kolay bir yalanı yaşamaktansa zor olan bir gerçekliği yaşamak daha değerlidir.


bottom of page