top of page

Kendinle Yüzleşmek Neden Bu Kadar Zor?

İç Sesi Dinlemek: Kendimle Yüzleşme Üzerine

Dünkü hislerimi yazdıktan sonra bir rahatlama yaşadım ama yine de sanki derdimi tam olarak yansıtamamış gibi hissediyorum. Son iki ayda bir şeyler değişti fakat bu değişimin adını koymakta zorlanıyorum. Hızlı bir değişim beklentisiyle yola çıktım ama hayat bana bunun gerçekçi olmadığını gösterdi. Sihirli bir değnekle her şeyin yoluna girmesini bekledim ama bunun mümkün olmadığını gördüğümde hayal kırıklığına uğradım.

Asıl mesele, dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi algıladığımız gerçeği. Dünya sabit kalıyor; değişmesi gereken biziz. Elma her zamanki gibi dalında sallanıyor. Ona yüklediğimiz anlam bize ait. Sorun, gördüğümüzle görmek istediğimiz arasındaki farkta başlıyor.

Dünyayı, çevremi ve ilişkilerimi ne kadar çarpıtılmış bir şekilde gördüğümü sık sık sorguluyorum. Bir etkileşim yaşadığımda, onu gerçekten olduğu gibi mi görüyorum, yoksa kendi algı süzgecimden geçmiş haliyle mi? Zihnimde yerleşmiş bir algılama tarzı var; bu tarz yıllar içinde deneyimlerimle şekillendi. Karşılaştığım olaylar, maruz kaldığım insanlar ve yaşadığım anılar bana dünyayı nasıl görmem gerektiğine dair bir çerçeve sundu. Bugün olduğum kişi, bütün bu iyi ve kötü maruziyetlerin sonucu. Bazı özelliklerim bana fayda sağlarken, bazılarıysa yoluma engel koyuyor.

Bende en kritik olan nokta içimden gelen sesle olan ilişkim. O ses bana saf isteklerimi fısıldıyor ama ben onları gerçekleştiremediğimde üzülüyor, kaygılanıyor, korkuyorum. Zamanla bu sesi duymaktan bile kaçmaya başlıyorum. Çünkü bana yapamayacağım şeyleri hatırlatıyor. Ama aslında bu ses düşman değil; aksine bana temel ihtiyaçlarımı gösteriyor.

Sorular çoğalıyor:

  • İçimden gelen ses doğru mu söylüyor?

  • Onu dinlemeyi biliyor muyum?

  • Duyduklarımı nasıl ayırt ederim?

  • Bana faydalı olan sesi nasıl güçlendiririm?

Okuduklarımdan çıkardığım sonuç şu: Daha en baştan kendimi kontrol etmeye çalışırken bu çabalarım sekteye uğramış. Oysa hayat, karşılaştığımız sorunlara çözüm üretmeyi yavaş yavaş öğrenmekten ibaret. İçimizden gelen sesler de bu sürecin bir parçası. Onlarla nasıl ilişki kuracağımızı, söylediklerini nasıl yorumlayacağımızı ve hangi tepkilerin bize iyi geleceğini zamanla öğreniyoruz. Bazen bu sesleri düşman gibi algılıyoruz, bazen de bize yol gösteren bir dost gibi. Kimi zaman fayda sağlıyorlar, kimi zaman da zarar veriyorlar. Önemli olan, onlarla kurduğumuz ilişkinin niteliği.

İçimizden gelen seslerle nasıl başa çıkacağımızı aslında ailemizden öğreniyoruz. Onları dost mu, düşman mı göreceğimizi büyük ölçüde çocukken aldığımız deneyimler belirliyor. Daha 2-3 yaşında bir çocuk duygularını tek başına yönetemez; bu yüzden duygularıyla nasıl ilişki kuracağını ailesinden öğrenir. Eğer bu öğrenme sağlıklı gerçekleşmezse, kişi büyüdüğünde içindeki sesi ya hiç duymaz, ya yanlış duyar ya da duysa bile bastırır. Sonuçta kendiyle teması zayıflar. Bu da dışarıdan kaygı, korku, huzursuzluk ve kendini sevmeme olarak görünür. Zamanla insan, hem kendisinden hem de hayatından uzaklaşıp doyurucu bir yaşamdan mahrum kalabilir.

Çocuklukta yaşadığımız deneyimler burada belirleyici oluyor. Bize “sus, yapma, konuşma, otur” diye öğretilirse iç sesimizden korkar hale geliyoruz. Halbuki sağlıklı bir aile, duygularımızı tanımayı ve yönetmeyi öğretir. Bunu öğrenemediğimizde iç sesimizi ya duymuyoruz ya da yanlış yorumluyoruz. Sonuçta kendimizle bağımız kopuyor.

Değişimin kapısı belki de içimizden yükselen sesle kurduğumuz ilişkide açılıyor. Çoğu zaman bu sesi tehdit gibi algılıyoruz; çünkü bize hatırlattıklarıyla başa çıkamayacağımızı düşünüyoruz. Oysa ses, kendi başına iyi ya da kötü değil. Sadece varlığımızın derinliklerinden gelen bir yankı. Bazen korkularımızı dile getiriyor, bazen özlemlerimizi, bazen de unuttuğumuzu sandığımız yaraları. İçimizde beliren bu çağrıya kulak verdiğimizde, hemen yargılamadan ya da bastırmadan, yalnızca dinlediğimizde, aslında hangi duygunun ön planda olduğunu fark edebiliriz. Utanç mı, kaygı mı, öfke mi, yoksa çaresizlik mi?

Bu soruların yanıtı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Belki de mesele, o an hissettiğimiz duygunun neden orada olduğunu görebilmekte. Kaygı bir koruma mekanizması mı? Utanç toplumsal bir kalıntı mı? Öfke bastırılmış bir ihtiyacın sesi mi? İç ses, bu soruların izini sürmemiz için bir işaret fişeği gibi.

Yıllar içinde eğer iç sesini dinlemeyi öğrenmediysen, kafanda sürekli bir gürültüyle yaşamak zorunda kalıyorsun. Bu noktada kendine zaman tanımak gerekiyor; bir anda bir Budist keşiş gibi olamazsın. İçinden geçen düşünce ve duyguların karmaşasında yaşadığın ana odaklanmak, o anda gerçekten ne hissettiğini fark etmek önemli. Buna özfarkındalık ya da mindfulness deniyor. O an korkuyor musun, kaygılı mısın, utanıyor musun, öfkeli misin? Önce bunu gör, sonra bu duygunun o durum için doğru bir tepki olup olmadığını sorgula. Belki de alıştığın için hep aynı duyguyu seçiyorsun ama aslında başka ihtimaller de var.

Eğer duygularınla bağın kopmuşsa değişim de mümkün olmuyor. Çünkü önce duygunu fark etmen, sonra ondan kaçmadan onunla kalabilmen gerekiyor. Aksi halde duygunu bastırıyor, görmezden geliyor ya da yanlış yorumluyorsun. Böyle olunca da davranışların gerçeğe değil, çarpıtılmış bir algıya dayanıyor.

İzole bir figür, geniş ve boş bir manzaranın ortasında düşüncelere dalmış şekilde oturuyor. Yağlı boya tarzında yapılmış bu tablo, yalnızlık, iç sesle hesaplaşma ve varoluşsal sorgulamaları simgeliyor.
Bazen en derin yolculuk, insanın kendi içindeki sese kulak verişidir. Dış dünya aynı kalır ama biz değiştikçe gördüğümüz anlam da değişir.

Yorumlar


Abonelik Formu

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

©2020, Okunduğu Gibi tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page