İlkel Akrabalık - Çift Bağı İnsan Toplumunu Nasıl Doğurdu? 14
- Okunduğu Gibi
- 3 Haz
- 13 dakikada okunur
EVRİMSEL TARİHÇİLER OLARAK PRİMATOLOGLAR
(1.5) 6. Davranışsal Düzenliliklerden Kurumsallaşmış Kurallara
Antropologların Primat Verilerini Ele Alışı - The Anthropologists’ Treatment of the Primate Data
Westermarck Düğümü - The Westermarck Knot
Ahlak Sorunu - The Morality Problem
Kıyaslamalı Anatomiden Çıkarılan Dersler - Lessons from Comparative Anatomy
Ahlak Sorunu
Aşağıdaki yazıda ahlak duygusunun kökeniyle ilgili şaşırtıcı bir fikirle karşılaşacaksınız: Ahlaki kurallar, yani "bu doğru, bu yanlış" gibi toplumsal yargılar, sadece insanlara özgü fikirler olmayabilir. Bu düşünce, özellikle ensest (yakın akrabalar arası cinsel ilişki) yasağının kökeninde ne olduğunu sorgulayan bilim insanları sayesinde gündeme geliyor. İnsanlar, çocuklukta birlikte büyüdükleri kardeşlerine karşı cinsel bir istek duymazlar. Bu biyolojik bir eğilimdir ve bazı maymun türlerinde de görülür. Bilim insanları bu duruma "Westermarck etkisi" diyor. Peki bu kişisel isteksizlik, nasıl oldu da toplumlar için geçerli bir ahlaki yasağa, yani "yakın akrabayla cinsellik yanlıştır" kuralına dönüştü? İşte burada devreye insanın düşünme ve empati kurma yeteneği giriyor. İnsanlar sadece kendi duygularını değil, başkalarının davranışlarını da yargılayabiliyor. Kendi kardeşiyle ilişki düşüncesi tiksinti uyandırıyorsa, başkasının da bunu yapmasına tepki veriyorlar. Bu ortak duygular zamanla konuşulup paylaşılınca, kurallara dönüşüyor. Yani bu metinde Chapais’in, ahlakın biyolojik kökenleri olabileceğini ve bu tür yasakların aslında doğamızdan kaynaklanabileceğini iddia ettiğini göreceksiniz.
Bu başlıkla ilgili yazıma ilk paragrafı alıntılayarak başlamak istiyorum. Çünkü konuyu ele alırken kullandığı bir kavramı iyi bir şekilde aktarmak istiyorum. Bu kavram, "temsil sorunu". Alıntıdan sonra yaptığım incelemeyi göreceksiniz.
Sayfa 83:
“Westermarck etkisinin hem insan hem de insan olmayan primatları karakterize etmesi, filogenetik devamlılık hipotezinin lehine önemli bir argümandır. Ancak son zamanlarda vurgu, Westermarck etkisinin varlığı sorusundan ensest tabusunun ahlaki boyutunu anlamak için uygunluğuna kaymıştır. Bu konu, Wolf'un ensestin “temsil sorunu” (Williams 1983'ten sonra) olarak adlandırdığı şeyle ilgilidir: “Genel olarak konuşmak gerekirse, bu, bireylerin aşklarının, umutlarının, korkularının ve fobilerinin, eğer varsa, normlara nasıl yol açtığı sorunudur” (Wolf 2004a, 10-11). Temsil sorununun merkezinde ensestin “kamusal bir kınama konusu” olması yer almaktadır. Westermarck etkisinin insanların kendi yakın akrabalarıyla cinsel ilişkiye girmekten neden kaçındıklarına bir açıklama getirdiği açıksa da, aynı gelişimsel sürecin insanların diğer insanları kendi yakın akrabalarıyla cinsel ilişkiye girdikleri için kınamalarını ve “bu kınamanın evrensel bir onay ortaya çıkarmasını” açıklayabileceği çok daha az açıktır. Gerçekten de Westermarck etkisi esasen ikili bir olgudur: egonun başka bir bireye karşı ne hissettiği ile ilgilidir, egonun üçüncü şahısların yaptıkları hakkında ne düşündüğü ile ilgili değildir. Dolayısıyla ensest tabusunun primat benzeri davranış kalıplarından evrimleştiğini söylemek, ensestin ahlaki boyutunun, primatların ensestten kaçınma mirasının sembolik kapasite ile birleşmesinin bir başka sonucundan başka bir şey olmadığını iddia etmektir. Ahlak, biyolojimizde kök salmış olacaktır.”
Chapais’in bu alt başlıkta anlattıklarına devam etmeden önce “temsil sorunu” hakkında kısa bir araştırma yaptım onu aktarmak istiyorum. “Temsil sorunu” kavramını açıklarken kullandığı referansı buldum. (Williams, B. 1983. “Evolution, ethics, and the representation problem.” In Evolution from Molecules to Men, ed. D. S. Bendall, 555–566. Cambridge: Cambridge University Press.) Okuması keyifli bir makale olduğunu söyleyeyim.
Temsil sorunu daha önce benim bilmediğim bir sorundu. Temsil sorunu, hayvanlardaki biyolojik bir eğilim olarak gözlenen bir davranışın, kültürel, dilsel ve kavramsal kapasiteye sahip insanlar gibi bir türde nasıl “karşılık” bulduğunu, nasıl “temsil edildiğini” sorar. Diğer türlerde fenotipik (gözlenebilir) bir karakter olan davranışsal bir eğilim, kültürü ve dili olan insanlarda nasıl işler? Aynı kalabilir mi? Yoksa dönüşür mü?
Makale, kültürün her şeyi etkilediğini ve hiçbir davranışın kültürel bağlamdan tamamen bağımsız şekilde "sadece kendisi olarak" beliremediğini vurguluyor. Bu nedenle, kültürün hayvana dışarıdan uygulanan pasif bir katman gibi görülmesi hatalıdır. Sosyobiyolojinin sosyal antropolojiyle daha yakın ilişkili olması gerektiği düşüncesi de bu hatalı varsayıma dayanır. Makale, insan davranışlarının biyolojik temelleri olabileceğini ve kültürel olarak şekillendirilmiş davranışların bazı yönlerinin biyolojik açıklamalara açık olduğunu kabul ediyor. Ancak, eylem niteliği taşıyan hemen her insan davranışının kültür tarafından biçimlendirildiğini hatırlatır. Özetle, insan davranışı ne sadece biyolojik ne de sadece kültüreldir; her ikisinin iç içe geçtiği karmaşık bir yapıdadır.
Temsil sorununu ciddiye almak, iki bakış açısını dışlar:
Basit bir indirgemeci bakış açısı: Bu, kültürün insan davranışını şekillendirmesi ve oluşturması şeklini ihmal eder.
'Wittgensteinci kaçamak' ('Wittgensteinian cop-out'): Bu, insan faaliyetlerini anlamak için merkezi kavramın bir 'dil oyunu' olduğu fikrinde ima edilir. Bu fikir, insan ve hayvan davranışları arasında ilginç açıklayıcı veya kısıtlayıcı bağlantıların eksikliğini ima eder. İnsanların dilsel ve kavramsal bilinç gibi tanımlayıcı bir fikir altında özerkliğini öne sürer, bu da biyolojik türden ilginç soruları daha başlamadan durdurma eğilimindedir.
İnsan kültürünün ve insan faaliyetlerinin temsil sorununa yol açan özelliği, her şeyden önce insan topluluklarının normları somutlaştırmasıdır.
"Normları somutlaştırmak", insan topluluklarının soyut normları (değerler, kurallar) eylemler, alışkanlıklar, kurumlar ve semboller yoluyla yaşanabilir, gözlemlenebilir ve paylaşılabilir hale getirmesi demektir. Bu, insan kültürünün temel özelliğidir ve davranışlarımızı salt biyolojiyle açıklamayı zorlaştırır.
Makalede biyolojik inhibisyon (içsel, evrimsel bir kaçınma eğilimi) ile kültürel yasaklama (normatif, sosyal kurallar yoluyla oluşturulan yasak) arasındaki farkı ve ensest tabusu örneği üzerinden bu farkın nasıl işlediğini açıklıyor. Hayvanlarda ensestten kaçınma nasıl işler? Bazı hayvan türlerinde akrabalı çiftleşmeden kaçınma eğilimi vardır. Ancak hayvanlar "bu benim kardeşimdir" diye bir kavramsal bilgiye sahip değildirler. Bunun yerine, örneğin "aynı ortamda birlikte büyümüş olmak" gibi göstergelere tepki verirler. Yani, birlikte büyüdüğü bireylerle çiftleşmekten içgüdüsel olarak kaçınırlar. İnsanlardaki ensest yasağı nasıl işler? İnsanlarda bu tür içgüdüsel kaçınmalar olabilir, ancak kültürel normlar bu eğilimin çok daha ötesine geçer. Sadece birlikte büyüyenlere değil, kavramsal olarak tanımlanmış tüm yakın akrabalara (anne, baba, kardeş, çocuk) evlilik yasağı getirilir. Bu yasağın temelinde bilgiye dayalı, kavramsal bir düşünme yatar. İnsanlar akrabalık ilişkilerini tanır, adlandırır, kavramsallaştırır. Yasağın nedeni olarak da örneğin genetik hastalık riski, aile bütünlüğünü koruma, toplumsal düzeni sağlama gibi rasyonel gerekçeler öne sürülür.
Makalede İnsanlardaki ensest yasağı, sadece biyolojik bir içgüdünün kültürel bir ifadesi değildir savı öne sürülüyor. Aksine, bu yasağın içeriği (kime karşı, neden) kültürle şekillenir ve kavramlara, bilgiye, ortak akla dayanır. Dolayısıyla bu yasağın açıklanmasında artık biyolojik bir içgüdüye atıfta bulunmaya gerek kalmaz. Sonuç olarak ensest yasağı, evrimsel inhibisyonun değil, onun işlevinin (yani genetik zararı önleme vb.) bilinçli, kolektif, kültürel bir yeniden inşasıdır.
Makale aslına bakacak olursak tam olarak benim düşündüğüm şekilde sonuca varmış. Şİmdi “Ahlak Sorunu” başlığına devam edeyim.
Temsil sorunu ile ilgili bu araya girişten sonra kitapla devam ediyorum.
Ahlak Sorunu başlığı, Westermarck etkisinin ahlaki kuralların ve ensest yasağının kökenine dair açıklamaları ele alıyor. Westermarck etkisi, çocukluk döneminde birlikte büyüyen bireylerin birbirlerine karşı cinsel çekim duymamalarını açıklar. Ancak bu etki, yalnızca bireysel kaçınmayı değil, aynı zamanda ensest eylemlerinin toplumsal olarak kınanmasını da açıklayabilir mi? Westermarck etkisi bireysel düzeyde ensestten kaçınmayı açıklar, ancak toplumların ensesti neden evrensel olarak kınadığı belirsizdir.
Ensest yasağı, yalnızca biyolojik bir eğilimden ziyade, bu biyolojik kaçınma davranışının sembolik düşünceyle birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir norm olabilir. Ensest kaçınma, çocuklukta gelişen cinsel ilgisizlikten kaynaklanır. Bu ilgisizlik, ensest fikrine karşı bir tiksinti duygusuna dönüşebilir. Zamanla bu tiksinti sosyal norm ve yasalar şeklinde kurumsallaşır.
Edward Westermarck, insanların yakın akrabalarla cinsel ilişkiden biyolojik olarak kaçındığını öne sürer; bu eğilim “Westermarck etkisi” olarak bilinir. Ancak Frazer ve Freud gibi düşünürler bu görüşe karşı çıkar. Onlara göre, bir davranış doğuştan kaçınılıyorsa onu ayrıca yasalarla yasaklamaya gerek olmaz. Yasak varsa, bu davranışa karşı doğal bir eğilim var demektir. Westermarck bu itiraza karşı çıkar ve hukukun doğasını yanlış anlamakla eleştirir. Bestialite (hayvanlarla seks), sodomi (eşcinsellik) ve ebeveyn öldürme gibi davranışlar da doğuştan tiksinti uyandırır ama yine de toplumlar bunları açıkça yasaklar. Bu nedenle, bir davranışın yasaklanması, insanların onu yapmak istediğini değil, o davranışın toplumsal düzen için ne kadar önemli ve tehlikeli olduğunu gösterir. Yasalar, sadece arzuları bastırmak için değil, aynı zamanda toplumun temelini korumak için vardır.
Bireyler, başkalarının ensest eylemlerini gördüklerinde kendi kardeşleriyle böyle bir ilişkiye girme fikrinden tiksinti duyabilirler. Bu paylaşılmış tiksinti, kolektif bir norm haline gelebilir ve zamanla ahlaki kınamaya dönüşebilir. Aynı süreç, yalnızca yasaklayıcı kurallar (ensest yasağı) için değil, teşvik edici kurallar (örneğin, annelik bakımı gibi) için de geçerli olabilir. Sonuç olarak, Chapais, ensest yasağının biyolojik temelli bir kaçınma davranışından türeyebileceğini ve bunun ahlaki bir norm haline gelmesinin insanın bilişsel yetileriyle mümkün olduğunu savunuyor.
Tiksinti Hakkında
Açıkçası ben de aynen Freud ve Frazer gibi düşünüyorum. Herhangi bir şey içgüdüsel ise onun tartışmasının olmaması gerekir. İçgüdü dediğimiz şeyde akıl devreye girmez ki. Daha doğrusu devreye akıl devreye giriyorsa zaten ona içgüdü denilebilir mi?
Chapais’in bu başlıkta ele aldığı konulardan birisi de tiksinti konusu. Metinde geçen tiksinti kelimesi “aversion” kelimesinin karşılığı. Bu kelimeyi detaylı şekilde incelediğimizde şu anlamlara geldiğini görüyoruz.
Tiksinti / İğrenme (Disgust / Revulsion) – Fiziksel ya da duygusal olarak bir şeyden nefret etme veya uzak durma hissi.
Kaçınma eğilimi (Avoidance instinct) – Hoş olmayan bir şeyden bilinçli veya içgüdüsel olarak uzak durma isteği.
Hoşlanmama / Sevimsizlik hissi (Dislike / Disinclination) – Daha hafif bir tonda, bir şeye karşı sempati duymama.
İçgüdüsel reddetme (Innate rejection) – Biyolojik veya gelişimsel olarak oluşan kaçınma refleksi.
Chapais, ensestin tiksinti uyandıran bir konu olduğunu söylüyor. Tiksinti bireysel bir konu iken nasıl oluyor da bireysel bir durumdan toplumsal bir duruma dönüşüyor diye tartışıyor.
Ben tiksinti ile ilgili olarak Chapais’e çok fazla katılamıyorum. İnsanlar nelerden tiksinir? Bir kişi yada toplumun bir şeyden tiksinmesi, o şeyden tüm insanların tiksineceği anlamına gelir mi?
Tiksinti söz konusu olduğunda iki çeşit tiksinti olduğunu görüyoruz. Biyolojik kökenliler ve kültürel kökenliler.
Biyolojik tiksintiler, genellikle hayatta kalma içgüdüsüne dayanıyor ve evrimsel olarak bizi hastalık, enfeksiyon, zehir gibi tehlikelerden koruma amacı taşıyor. Biyolojik kökenli tiksintilerin evrensel olduğunu görüyoruz. Bu çeşit tiksintiler genellikle çocuklukta kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bir şeyin biyolojik tiksinti olduğunu nasıl anlarız. içgüdüsel ve aniden ortaya çıkan duygusal tepki olmasından anlayabiliriz.
Evrensel olarak nelerden tiksiniyoruz diye düşünürsek aklımza ilk gelen şeyler, çürümüş yiyecekler ya da kötü kokular, kusmuk, dışkı, kan, irin gibi maddeler, ölü bedenlere bakmaktan çekinme, bulaşıcı hastalık taşıyan canlılardan kaçma, tehlikeli hayvanlardan (örneğin yılan, örümcek) korku. Belki arada bazı istisnai kişiler olabilir ama genelimiz bu saydığım şeylere refleksif olarak tepki veririz. Belki kişi hekimdir ve sürekli iltihaplı yara görmeye alışmıştır o kişi sıradan insan gibi gördüğü şeyden tiksinmez ama benim kastettiğim ortalama insanın verdiği tepki.
Biyolojik tiksinmeden başka bir de kültürel tiksinmeler var. Toplumdan topluma değişebilir. Tarihsel süreç içinde de değişebilir. Bu çeşit tiksinmeler toplum içinde öğrenilmiş normlara ya da değer yargılarına dayanır. Toplumdan topluma büyük farklılık gösterir. Genellikle ahlaki yargılarla iç içedir. Sosyal öğrenme yoluyla aktarılır. Bazı toplumlarda domuz eti ya da belirli hayvanları yemek tiksinti verici kabul edilirken, başka yerlerde bunlar normal kabul edilir. Ben bir belgesel bir çeşit karasinek yiyenleri görmüştüm ve gördüklerime inanamamıştım mesela. Yada uzak doğu mutfağının sıradan yiyeceklerini aklım almıyor.
Ensest ilişkiler çoğu kültürde tiksintiyle karşılanıyor. Fakat enseti biyolojik sınıfına mı sokacağız kültürel olana mı? Tüm toplumlarda tüm tarih boyunca yani her zaman ve her yerde ensest tiksintiyle karşılanıyor mu? Yada bir hekimin iltihaptan iğrenmemesi gibi bu da sonradan öğrenilebilecek bir şey mi? Yani aslında ortalam bir insan ensestten iğrenir ama kendisini öyle bir eğitir ki normalde iğreneceği o şeyi normal olarak görmeye başlar. Bunlardan hangisi ensest için geçerli?
Yukarıda biyolojik olarak adlandırdığımız tiksintilerin bir ortak noktası var mı? İlk söyleyebileceğim şey her biri direk hayatta kalma ile ilgili. İğrendiğimiz şeyler ya bizi hasta edebilecek yada hayatımızı riske atacak şeyler. Bunları gördüğümüzde, duyduğumuzda yada kokladığımızda bizi refleksif olarak ayaklandırıyor. Yani bunlara maruz kaldığımızda düşünme işlevi devreye girmeden anında ortaya çıkıyorlar. Yüzümüz buruşturyoruz, gözümüz kapatıyoruz, kulağımızı kapatıyoruz yada kaçıyoruz. Yani bir şekilde anında bve refleksif olarak tepki gösteriyoruz. Biyolojik tiksinti kaynaklarını bize kimse öğretmese de yani daha öne maruz kalmasak da ilk karşılaştığımızda tepkimiz aynı oluyor. Zaten bu yüzden içgüdüsel. Kısacası, biyolojik tiksintilerin ortak noktası, fiziksel zarar ve bulaşıcı tehlikelerden korumak üzere ortaya çıkmış olmaları.Hayatta kalmamız için ortaya çıkmış şeyler. Bunlar evrensel, refleksif, öğrenilmeden ortaya çıkıyor.
Ensest Biyolojik mi Kültürel mi?
Ensest için bu parametreleri tek tek değerlendirelim. Ensest kaçınması hayatta kalmamızı engelleyen bir kökene sahip mi? Yani ensest yaşandığında herhangi bir ölüm tehlikesi var mı? Hayatta kalmamızı riske atan bir durum ortaya çıkıyor mu? Sanırım bu soruların cevabı olumsuz. Uzun vadede genetik kusurların birikmesi sebebi ile sakat doğumlar ortaya çıkıyor ama ensestin yaşandığı anda böyle bir sorun yok. Evet bir çok insan ensesti iğrenç buluyor olabilir ama bunu bizim hayatımızı tehlikeye atan bir savunma mekanizması ile yapmadığımız söyleyebiliriz.
Ensest kaçınması evrensel mi? Sanırım değil. Tarihin birçok zamanında bir çok farklı yerde görülmüş. Bugün belki suç olmasına rağmen günümüzde bile hemen her gün yaşanıyor. Eğer evrensel bir içgüdü olsaydı tarihte ve günümüzde bu kadar sık görülmezdi.
Ensest kaçınması refleksif mi? Yani vücudumuz anında tepki gösteriyor mu? Sanırım bu da geçerli değil. Diğer tiksinti kaynaklarına içgüdüsel olarak vücudumuz tepki veriyor. Yani duyu organlarımız bizim istemimiz dışında devreye giriyor. Ensest için böyle bir durum yok.
Son olarak ensest kaçınması öğrenmeden mi ortaya çıkıyor. Galiba bu sorunun da yanıtı olumsuz. Eğer doğduğumuz anda akrabalarımızdan ayrılsak aradan geçen yıllar sonra o kişilerin bizim için yabancıdan farkı olmayacağı aşikar. Yani öğrenmeden değil tam tersi öğrendiğimiz için ortaya çıkan bir tiksinme hali söz konusu.
Bu durumda sanırım şu tespiti yapabiliriz: ensest ahlaki ve kültürel bir tiksintidir. Asıl önemli olan ahlaki bir tiksinti olması değil biyolojik bir tiksinti olmaması bence. Bir kere bu tespiti yapınca o zaman tüm teorini bunun üstüne kurman gerekiyor. Sanırım bu tespitin tartışılacak boyutu şu olmalı: bir annenin oğluna cinsel istek duyması mümkün mü? Bu konuyu tartışmaya açmaya bile gerek olmadığını düşünüyorum. Ruh sağlığı ile ilgili bir sorun olmadığı müddetçe böyle bir durumun olmasının söz konusu olmadığını düşünüyorum. Bu da bana şu tespitimi tekrarlattırıyor. Ensest kaçınması kadınlar için biyolojik içgüdüsel, erkekler için kültüreldir.
Erkek ve kadın arasındaki farka dikkat çekmek için bir araştırma yaptım. Özellikle erkekler için biyolojik bir içgüdü olmadığının kanıtını istatistiklerde görebiliyoruz. Ensest tiksinme duygusunu uyandırıyor olsa kendi çocuğuna veya kız kardeşine veya aynı evde büyüdüğü yeğenine tecavüz eden erkekler olmamalıydı. Küçük yaşta tecavüze uğrayanların çok büyük kısmının aile içinden kaynaklandığı biliniyor. Hatta istatistik vermek gerekirse Türkiye’de yapılan çalışmalarda, çocuk istismarı vakalarının yaklaşık %70–80’inin aile içinden kaynaklandığı görülüyor (anne, baba, amca, dayı vb.). ABD’deki çalışmalarda, kız çocuklarına yönelik cinsel istismar vakalarının %46’sının baba, üvey baba veya yakın erkek akraba tarafından yapıldığı bulunmuş. WHO (Dünya Sağlık Örgütü) ve UNICEF raporlarına göre, çocuk istismarında faillerin %70–90’ı çocuğun tanıdığı birisi, çoğunlukla da aile bireyidir.
Burada dikkat edilmesi gereken şeyin daha önce de üstünde durduğum gibi kadın ve erkek arasında ensest konusunda fark var. Çünkü annelik içgüdüselken babalık öyle değil. Bu yüzden karşılaşılan tecavüz vakalarının hemen hemen tamamı ya kız çocuklarına yada erkek çocuklarına karşı erkekler tarafından uygulanıyor. Yani insan olarak erkeklerde cinsel ilişkiye girme içgüdüsü bazen diğer dürtülere ve ahlaka baskın çıkabiliyor. Bu durumu tüm erkeklere yansıtmak mümkün değil. Erkeklerin çok büyük bir kısmı cinsel ilişki içgüdüsünü kontrol altına almayı bir şekilde başarıyor ama az da olsa bir kısım erkek bunu beceremiyor.
Bu durumda ensestin diğer biyolojik tiksinme türleri gibi evrensel ve içgüdüsel olduğunu söylemek zor. Tamamen biyolojik kökeni yok da diyemeyiz. En azından kadınların kesin olarak ensestten tiksindiklerini söylemek mümkün. (kadınların oğullarına yada kardeşlerine enset uyguladığına dair hiçbir anlamlı istatistik yok) Erkeklerin de çok büyük bir kısmı için bunu söylemek mümkün.
Tüm bunları tartışırken aklıma gelen kışkırtıcı bir soruyu ortaya atarak bu kısmı bitireyim. Doğduğu anda annesinden ayrılmış bir erkeğin, aradan 20 yıl geçtikten sonra annesi ile cinsel ilişkiye girmesini ne engelleyebilir? Annesi oğlunu hiç görmemişse ve aradan 20 yıl geçmişse bu ilişkiyi engelleyecek herhangi bir sistem var mıdır? Çürümüş yiyecek ya da kötü kokulardan tiksinme; Kusma, dışkı, kan, irin gibi maddelere karşı iğrenme; Ölü bedenlere veya bulaşıcı hastalık taşıyan canlılara karşı tiksinti için söylediklerimizi 20 yıl birbirini hiç görmemiş anne ile oğlu için de söyleyebiliyor muyuz? Bu durumda kadın için dahi ensest kaçınmasının biyolojik kökenleri olduğunu, gerçekten tiksinme ile ilgili bir konu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ahlak nedir?
Ahlak, bireyin ve toplumun doğru ile yanlışı ayırt etmesine yardımcı olan değerler, ilkeler ve davranış kuralları bütünüdür. İnsanın neyin iyi, adil, erdemli ya da kötü, haksız ve zararlı olduğuna dair yargılarını şekillendirir. Ahlak, hem bireysel vicdana hem de toplumsal normlara dayanır. Dürüstlük, yardımseverlik, saygı gibi tutumlar genellikle ahlaki olarak kabul edilir. Ahlak din, kültür, felsefe veya toplumsal geleneklerle şekillenebilir. Evrensel ilkeler içerse de, tarihsel ve kültürel bağlama göre değişebilir. Ahlak, bireylerin ve toplumların birlikte uyum içinde yaşamasını sağlar.
Ahlakın Biyolojik Kökeni Ne Olabilir?
Ahlakın biyolojik kökeni, evrimsel psikoloji ve biyoloji açısından insan türünün sosyal bir canlı olmasıyla ilişkilidir. İşbirliği, empati, adalet duygusu gibi ahlaki eğilimler, grup içinde hayatta kalma ve üreme şansını artırdığı için evrimsel avantaj sağlamış olabilir. Örneğin, başkalarına yardım eden bireyler sosyal destek görerek hayatta kalabilir. Empati gibi duygular ise başkalarının acılarını anlamayı ve topluluk içinde düzeni sağlamayı mümkün kılar. Bu eğilimler zamanla genetik olarak aktarılmış ve beyin yapılarında karşılık bulmuş olabilir. Yani ahlak, biyolojik temelli sosyal bir adaptasyondur.
Ensest ahlaki bir sorun tespitini yaptık. Yani o zaman şu soru gündeme geliyor: Ensestin ahlaken yanlış olduğuna neden karar verdik? Ensesti ahlaki bir konu olarak tespit ettiğimizde şunları da demiş oluyoruz:
ensest
yanlıştır;
değerlerimize, ilkelerimize, davranış kurallarına aykırıdır;
iyi, adil ve erdemli değildir;
kötüdür, haksızdır ve zararlıdır;
bireysel vicdanımızı rahatsız eder, toplumsal vicdana zarar verir;
bireylerin uyum içinde yaşamasını bozar, toplumsal birlikteliğe zarar verir;
İşbirliği yapmamızı engeller;
empati yaptığımızda kendimizi kötü hissetmemize sebep olur;
adalet duygumuzu zedeler;
hayatta kalma ve üreme şansımızı azaltır.
Yukarıda yazdıklarım ahlakı tarif ederken ve ahlakın biyolojik kökenlerini kullandığımız sıfatlar, durumlar, kavramlar. Onları ensest içim kullandım. Ensestin yanlış, zararlı, kötü olduğuna karar vermemizin arkasında sanırım iç huzurumuzu bozması, vicdanımızı rahatsız etmesi ve toplumsal birlikteliğimize zarar vermesi var. Ensest bizim bir şekilde hayatta kalma şansımız azaltmış olmalı ki bir şekilde öyle veya böyle sağlıklı insanlarda bir huzursuzluk kaynağı oluyor.
Terstten gidersek buradan şu sonucu da çıkarabiliriz. Ensestti sorun olmak görmeyenler iyi, adil, erdemli değiller. Bu kişiler kötüdürler, başkalarına haksızlık yaparlar ve zarar zarar verirler. Vicdanları sağlıklı şekilde çalışmaz.
Ensest yapan kişi bu işlemi yaptığında aslında ne yapmış oluyor. Hayatta kalması için kendisine güvenen, güçsüz, bakıma muhtaç, yardım isteyen bir kişiye ihanet etmiş oluyor. Normalde tam tersini yapmalıydı değil mi? Eğer dede, baba, abi, amca yada dayı söz konusuysa bu kişilerden beklenen nedir? Bakımına muhtaç olan kızın (yada bazı durumlarda oğulun) sağlığını korumak, bakımını üstlenmek ve onu aynen kendisine zamanında yapıldığı gibi geleceğe hazırlamaktır değil mi? Ama sen kendinden beklenen bu görevi yapmak yerine korumasını yapmakla mükellef olduğun ailenin küçük bireyini istismar ediyordun. Bu yaşandığında bunu yapmayan vicdan sahibi akrabaların tarafından ayıplanman kaçınılmaz. Böylece enset neden ahlaki değildir, neden bir toplumun birlikteliğini bozar görmüş oluyoruz.
Tüm bu tespitler bize şunu gösteriyor. Ensestten ve onun zararlarından bahsetmek için grup içindeki bireylerin görevlerinin belli olması gerekiyor. Yani bir anne çocuklarına bakar aynen kendi annesinin ona baktığı gibi. Eğer babalık kurumu oluşmuşsa aynısı baba için de geçerli olmalı. Böylece ensestle ilgili olarak şunu söyleyebilriz. Bu konu ahlakla ilgili bir konudur çünkü insanların vicdanlarını rahatsız eder. Çünkü adil değildir, haksızlıktır. Çünkü insanın kendisinden bekleneni yapmaması ile ilgilidir.
Ensestin ahlaken yanlış olarak görülmediği toplumlarda sanırım yukarıda yazdıklarım söz konusu olmamış. Yani onlar kadınların cinsel olarak kullanılmasını yanlış bir durum olarak görmemişler. Toplumsal birliği zedeleyici ve bireysel vicdanları yaralayıcı bir eylem olarak görülmemiş.
Bilmiyorum belki bu tartışmayı çok modern kavramlarla yürüttüm. Yani burada yazdığım duygu, sıfat, kavramlar bundan milyon yıl önce ortaya çıkmış olmayabilir. Bu durumda tüm bu yazdıklarım boşa düşer. Ama yazdığım her şey doğru olmasa da bir noktada ensestin toplumsal birliği bozucu etkisi ortaya çıkmış olmalı. Çünkü hiçbir şey değilsek bile bizler sosyal canlılarız. Eğer yaptığımız herhangi bir şeyi ahlaken yanlış buluyorsak bu en sonunda toplumsallığımıza zarar veren bir şey olmalı. Ensest hangi mekanizma ile toplumsal birlikteliğimize zarar veriyor, sanırım sorulması gereken soru bu.
Üreme ve Zevk Alma İlişkisi
Son olarak bir tespitimi daha ekleyip konuyu kapatayım. İki temel içgüdümüz var diyoruz: hayatta kalmak ve üremek. Hayatta kalmak için de üremek için de bilincinde olmadığımız güdüler devreye giriyor. Bunları düşünerek yapmıyoruz. Doğduğumuz anda içimizdeki bir yazılım da devreye giriyor ve sahip olduğu algoritmalar sayesinde hayata tutunuyoruz ve hayat tutunacak yeni bireyler oluşturuyoruz. Bu sadece bize özgü değil. Adına “yaşamak” dediğimiz şey özü itibari ile bu.
Ensest esas itibari ile hayatta kalmaktan çok üreme içgüdümüzün bir sorunu. Eğer söz konusu şeyi üreme bağlamında değerlendirsek aslında bir sorun yok. Karnımız acıktığında yemek yediğimizde herhangi bir yasayı, kuralı, normu, ahlaki sözleşmeyi ihlal etmiş oluyor muyuz? Hayır. Çünkü bunu yapmadığımız takdirde ölürüz. Pek aynı şeyi her türlü cinsel ilişki için niye söyleyemiyoruz da devreye ahlak, kural, yasa, norm giriyor? Çünkü üreme içgüdüsü başka bir şeyin yan ürünü. Yani aslında bizler bir eylemi karın doyurma eyleminde olduğu gibi direk olarak gerçekleştiremiyoruz. Asıl derdimiz net bir şekilde üremek değil. Üremek, yaptığımız şeyin sonucu. Yaptığımız şey ise çok basit bir ihtiyacımızı gidermek. Bizler üremek için değil zevk almak için cinsel ilişkiye giriyoruz. Bugün de böyle bundan milyon yıl önce de böyleydi. Cinsel ilişkide hiçbir uhrevi, kutsal, mistik şey yok. Her hayvan gibi biz de aynı şeyi yapıyoruz. Canımız sevişmek istiyor ve sevişiyoruz. O kadar. Doğa bizi bu şekilde şekillendirerek üreme sorununu çözmüş.
Daha fazla uzatmayayım. Bizi diğer hayvanlardan farksız kılan bu eylemi diğer şeylerden özel bir yere koymuşuz. Aslında sadece zevk aldığımız için yaptığımız şeyin anlamını değiştirmişiz. Bunu tam olarak ne zaman yaptık bilemiyorum ama yaptığımız bu anlam değişikliği bir sebepten dolayı ortaya çıkmış olmalı. Bir anne kendi oğlu olduğunu bildiği sürece oğluyla cinsel ilişkiye girmiyor. Çünkü zevk almak için yaptığı bir eylemi oğluyla tatmin etmeyi uygun görmüyor. Kendi bakımına muhtaç bir canlıyı, yıllarca bakmış, beslemiş, tüm ihtiyaçlarını gidermiş, bir çeşit sahip olduğu en değerli varlıktan bahsediyoruz. Bir anneye, bu değerli varlığı, zevk aldığı bir eylemde araç olarak kullanmak doğru gelmiyor.
Cinsel ilişkiye bu açıdan bakınca yapılan iş zevk aldığın bir eylemi kendine hak görmekle ilgili bir konu haline geliyor. Zevk almak için kendi çocuğun, kardeşini kullanmayı yanlış bulmaktan bahsediyoruz. Ben şefkat duygumuzun devreye girdiğini düşünüyorum. Yıllarca bakımını üstlendiğin bir çocuğu kendi zevkin için kullanmanın yanlış olduğuna karar vermek gerekiyor. Böylece kendimiz diğer hayvanlardan farklı bir konuma da getirmiş oluyoruz.
Şimdilik konuyu bu şekilde bırakıyorum ve sonraki başlığa geçiyorum.
Comentários