top of page

Bir Halk Düşmanı Oyunu Hakkında

Sosyoloji Bölümünde okumanın bir faydası da bu oldu. Normalde okumayacağım şeylerden haberdar olmama yardımcı oldu. Sosyoloji ağırlıklı paylaşımlar yaptığımız Whatsapp grubumuzda Ajda, Henrik İbsen’in Halk Düşmanı oyununu izlediğini ve çok beğendiğini söyledi. Arkasından Ceren de benzer paylaşım yapınca oyunu izlemek istedim ama İstanbul'da olduğu için gidemeyeceğimi düşündüm. Kitabını okumaya karar verdim. 

Kitabı çabucak okudum. Zaten diyaloglar şeklinde olduğu için hızla okunuyor. Aşağıdaki yazı ortaya çıktı. Beğendiğim bazı konuşmaları alıntıladım ve bana düşündürttüklerini yazdım. Oyunda çok ciddi bir toplum eleştirisi var. Benim de daha önce düşündüğüm konuları içerdiği için konuya yabancı hissetmedim kendimi. 

Norveçli yazar Henrik İbsen tarafından yazılmış bu eser 1882 yılında yayınlanmış.

Sahne -1

PETER STOCKMANN

İlk sahnede ilk olarak Peter Stockmann’ın karakteri dikkatimi çekti. Bu kişi Belediye Başkanı ve oldukça katı kuralları olan bir kişi gibi duruyor. Akşam et yeniliyor olmasını eleştiriyor mesela. Sonra gazeteci ile yazılan yazılarla ilgili biraz tepkili olduğumuz hissettiğimiz tonda konuşuyor. Hamamların öneminden bahsediyor. 

Ayrıca Peter’in doktor olan kardeşi ile ilgili çok da iyi şeyler hissetmediğini de seziyoruz. Katherine kendisine akşam yemek yemesi için davet ettiğinde ekmek, peynir çay bana yetiyor diyerek yaptıklarının yanlış olduğu imasında bulunurken kadın kendilerini müsrif olarak görmemesini söylediğinde sen değilsindir ama kocan müsrif demeye getiriyor. 

Gazeteci ile konuşurken onun yaklaşımını sezecek sözler duyuyoruz:

Her şey bir araya alındığında, kasabada mükemmel bir hoşgörü ruhu var - hayranlık uyandırıcı bir belediye ruhu. Ve hepsi bizi birleştiren büyük ortak bir çıkarımızın olmasından kaynaklanıyor - bu çıkar, her dürüst vatandaşın aynı derecede ilgilendiği bir konudur.”

Şehirde Hamam kurulması fikri anlaşılan Peter’in kardeşi olan Doktor dan gelmiş ve Peter önemli olan fikir sahibi olmak değil eyleme geçmektir görüşünde. 

Peter ayrıca gazeteciyi çiftçi oğulları diye küçümsüyor. Belli ki kendisini bazı insanlardan üstün görme eğiliminde. 

DR.THOMAS STOCKMANN. 

Bir süre sonra eve adını duyduğumuz ama henüz kendisini görmediğimiz Thomas geliyor. Yanında bir de misafirle. Peter ve Thomas arasındaki gerilimi hemen görüyoruz. Thomas’ın kardeşini yemeye, içmeye davet etmesini Peter yadırgıyor. 

Çocukların iştahla yemek yemelerine bile takılıyor. Ve burada dikkatimi çeken bir diyalog yaşanıyor. Thomas çocuklarının bol yemelerini gururla anlatırken şu cümleleri kuruyor:

“(ellerini ovuşturarak) Evet, gençlerin yemek yediğini görmek muhteşem değil mi? Her zaman iştahları vardır, biliyorsun! Olması gerektiği gibi. Bol miktarda yiyecek; güçlerini artırmak için! Onlar geleceğin mayalanan güçlerini harekete geçirecek insanlar, Peter.”

Kısaca bu tespit hakkındaki görüşümü söyleyip sonra bu cümleye Peter’in verdiği tepkiyi ele almak istiyorum. “Geleceğin mayalanan güçleri” ne demek? Çocukların insanın geleceğini yarattığını tespit eden bir cümle. Güzel bir ifade. Çocukların beklemekte olan potansiyelin bir gücün harekete geçiricisi olmaları gelecekte sürekli bir ihtimaller, imkanlar olduğunu bize gösteriyor. Henüz yaşamadığımız ama yaşama ihtimalimiz olan gizil bir güç. Bu gizli güç mayalanarak ortaya çıkıyor. 

Peter bu cümleyi duyunca ne diyor? 

“Burada sizin deyiminizle "harekete geçirmek" için ne bulacaklarını sorabilir miyim?”

Peter burada derken neyi kastediyor anlayamadım. Yaşadıkları şehri mi yada sadece Thomas’ın evini mi? Sanırım Thomas’ın kendi çocuklarını geleceğin güçleri arasında görmesini yadırgıyor. Yani biraz içi boş bir cümle olarak görüyor olmalı. 

Thomas’ın verdiği cevap manidar: 

Peter, beni çok fazla kelime anlamıyla almamalısın. Bütün kalbimle mutlu ve memnunum, bilirsin. Bütün bu büyüyen, filizlenen yaşamın ortasında olmak olağanüstü bir şans olduğunu düşünüyorum. Yaşamak için harika bir zaman! Adeta etrafınızda tamamen yeni bir dünya yaratılıyormuş gibi.

Ah, tabii ki, sen bu durumu benim kadar keskin bir şekilde takdir edemezsin. Tüm hayatını bu çevrede yaşadın ve izlenimlerin körelmiş. Ama ben, bu yıllarca kuzeydeki küçük köşemde gömülü kaldım, neredeyse hiçbir zaman yeni fikirler getirebilecek yabancıları görmedim-- işte benim durumumda, bu, sanki kalabalık bir şehrin ortasına taşınmışım gibi aynı etkiyi yaratıyor.

Biliyorum, biliyorum; diğer birçok yere göre burası oldukça sıkışık. Ama burada yaşam var--burada vaatler var--çalışmak ve mücadele etmek için sayısız şey var; ve işte asıl mesele bu.

Ve sonra rahatça yaşamak, Peter! Bir insanın açlık sınırında olduğu zaman değer verdiği bir şeydir bu. 

Peş peşe kurduğu cümleler bunlar. Bize Thomas hakkında, geçmişi ve ekonomik durumu hakkında ipucu veriyor. Hayata bakışını seziyoruz bu cümlelerden. Yaşadıkları şehri ikisi aynı gözle görmüyorlar. Peter daha çok küçümserken Thomas bir şehirde yaşıyor olmanın heyecanı ile konuşuyor.

Bundan sonra Thomas gazetede çıkacak yazısı hakkında oldukça gizemli bir konuşma yapıyor. Peter konunun ne olduğunu anlamaya çalışıyor ama Thomas pek bir bilgi vermiyor. Konunun ne olduğunu sahnenin sonunda öğreniyoruz. Hamamlarla ilgili bir sorun var ve Thomas bu sorunu tespit etmiş durumda ama henüz kimseye bir bilgi vermemiş.

Peter diyaloglarını takiben Thomas’la ilgili görüşlerini şu şekilde açıklıyor:

“ — Her halükarda kendi yolunu seçme konusunda kökleşmiş bir eğilimin var; ve bu, iyi düzenlenmiş bir toplumda hemen hemen aynı derecede kabul edilemez bir durumdur. Birey, şüphesiz kendisini topluluğa -ya da daha doğrusu, toplumun refahını gözeten otoritelere- tabi kılmaya razı olmalıdır.

 — Büyük ihtimalle. Ama bütün bunların benimle ne alakası var?

— Öğrenmeye asla istekli görünmediğin şey de tam olarak bu, sevgili Thomas. Ama sözlerime dikkat et, bir gün bunun acısını çekmek zorunda kalacaksın, er ya da geç. Şimdi sana söyledim. Güle güle.”

Peter otoriteye toplumun refahı için itaat etmek gerektiğini söylüyor. Bu bakış açısı bize Peter’in sağ kanat ideolojiye yakın olduğu izlenimini veriyor. Ve sonraki sözleri ile sanki oyunun ilerleyen bölümlerinde neler yaşanacağının sinyalini bize veriyor.

Thomas’ı bir önceki alıntıda gösterdiğim gibi hayat dolu, barışçıl, hümanist bakış açısından sonra Peter’in neden Thomas'la iyi anlaşamadığını daha iyi görmüş oluyoruz. Hayat bakışları aynı değil. 

THOMAS, HOVSTAD ve HORSTER

Peter gittikten sonra Thomas’la gazete sahibi Hovstad konuşuyorlar. Buradan Peter’in gazeteci ile anlaşamadığını anlıyoruz. Şimdilik aralarında sorunun ateşkesle sonuçlandığını öğreniyoruz.

Sonra gemici olan Horsterle olan diyalogları çok ilgimi çekti. Yakın zamanda bir seçim olacakmış. Bu seçimlerden gemicinin haberinin olmadığını ve oy kullanmak gibi bir derdinin olmadığını öğreniyoruz. Horster’le Hovstad’ın yardımcı olan Billing arasındaki diyalog üstünde durulması gereken bir kaç  durum hakkında.

“ HORSTER. Hayır, politika hakkında hiçbir şey bilmiyorum.

BILLING. Yine de ne olursa olsun oy vermeli.

HORSTER. Ne olup bittiğine dair hiçbir şey bilmese bile mi?

BILLING. Ne demek istiyorsun? Bir topluluk bir gemi gibidir; herkes dümeni almak için hazır olmalıdır.

HORSTER. Belki de karada bu işe yarar; ama gemide işlemez

HOVSTAD. Çoğu denizcinin kıyıda olup bitenleri ne kadar az önemsediği şaşırtıcı.

BILLING. Çok tuhaf.

DR.THOMAS STOCKMANN. Denizciler göçmen kuşlara benzer; her enlemde aynı derecede evlerini hissederler.”

Bu diyaloglar bir kaç konu hakkında düşünmeme yol açtı. Öncelikle herkesin oy vermesi illa ki gerekli mi? Politika dediğimiz şey nedir? Bir ülkeyi yada şehri yönetmeye aday olan kişinin özellikleri ne olmalıdır, bu özellikleri neden sıradan insan belirlemek zorunda? Şehirde ne olup bittiğine dair en ufak fikri olmayan yüzbinler, milyonlar sadece sahip oldukları yüzeysel bilgilerle ve inandıkları çarpık ideolojilerle birilerini şehri yönetmesine karar veriyorlar. O kadar saçma bir tiyatro oyunu ki bu. 

Konuşmanın sonrasında şehri yönetmek için dümene geçmekten bahsediliyor. Nasıl ki bir gemiyi yönetmek sadece o konuda eğitim almış uzman kişinin baş edebileceği bir iş ise aslında şehirleri ve ülkeleri yönetmek de öyle uzman kişilerin işi olmalı ama maalesef yaşadığımız şey böyle değil. Şu anda yönetici olanlar yetkinlikleri ile o pozisyonlara geliyorlar. Siyasetin başarı için kabul ettiği kriterlere sahip olanlar ülkeleri yada şehirleri yönetecek konumlara geliyorlar. Bunu için konunun uzmanı olması gerekmiyor. Ağzı laf yapan, karizmatik, sıradan insanın algılama kapasitesi içine giren, sıradan insanın kendisinden hissettiği herhangi biri yönetici olabiliyor. Bu kişi belki şehri yada ülkeyi dolandırabilir, soyabilir, hırsızlık yapabilir. Bunların hepsi mümkün ama bir kez sıradan vatandaşın gözünü boyamışsa gerisi boş oluyor.

PETRA

Thomas’ın kızı Petra giriyor mekana. Daha gündüzden beri Thomas’ın teslim almayı beklediği mektup meğersem ondaymış. Yanına almış ve bu yüzden sabahtan beri Thomas’ın beklediği postacı ortada görünmüyormuş.

Petra bir öğretmen ve çok çalışkan. Bütün gün ne kadar çalıştığını evdekiler anlatıyor. Çalışmayı ve yorulmayı çok sevdiğini söylüyor. Çok yorulunca kolay uyuduğunu anlatıyor. Bunun üzerine kardeşi ile hoş bir diyalogları oluyor.

“MORTEN. Sen korkunç derecede kötü olmalısın, Petra.

PETRA. Kötü mü?

MORTEN. Evet, çünkü çok çalışıyorsun. Bay Rorlund'a göre çalışmak günahlarımızın bir cezasıymış.

EJLIF. Peh, böyle bir şeyi inanacak kadar budalasın, sen!

…….

HOVSTAD. Sen de Morten, böyle sıkı çalışmak istemez misin?

MORTEN. Hayır, asla istemem.

HOVSTAD. Peki, ne olmak istiyorsun o zaman?

MORTEN. Ben en çok bir Viking olmak isterdim.

EJLIF. O zaman bir pagan olman gerekecek.

MORTEN. Peki, bir pagan olabilirim, değil mi?

BILLING. Sana katılıyorum, Morten! Benim duygularım tam olarak bu.

MRS. STOCKMANN [onu işaret ederek]. Eminim bu doğru değil, Bay Billing.

BILLING. Evet, yemin ederim doğru! Ben bir paganım ve bundan gurur duyuyorum. İnan bana, yakında hepimiz pagan olacağız.

MORTEN. Ve sonra istediğimizi yapmamıza izin verilecek mi?”

İlk olarak çalışmanın günahların cezası olma durumunu ele alalım. Antik çağlarda çalışmak o kadar kötümsenirmiş ki sadece kölelerin çalışması doğru bulunurmuş. Sanırım Protestanlık ve Kalvinizm inanışına kadar bu durumun algılanışı çok değişmedi. Çalışmayı bir ibadet gibi görmek ancak o düşünsel dönüşümle yaşandı. 

Çalışma ile günahın örtüştürülmesinin sebebine bakınca dini bakış açısı ile çok da anlamsız değil. İnsanın cennette ekmek elden su gölden yaşarken rahat duramadığı için  dünyaya kovulması hikayesine inanan bir kişi için tabi ki çalışmak ceza gibi algılanır. Orada hiç bir şey yapmıyorlardı, şarap akan nehirler; her yer yemek dolu; hatta seks bile emeksiz. Sen git günah işle bu dünyadan kovul. Sabahtan akşama kadar çalışacağın hayata atıl. Konuya bu açıdan yaklaşınca çalışmanın iyi bir şeyle özdeşleştirilmesi mümkün mü?

Biz konuyu dini bakışla değil de aklımız kullanarak incelediğimizde ne görüyoruz? Yani neden böyle bir hikaye uydurmuşuz? Bu dünyada hayatta kalmak istiyorsan çalışmak zorundasın. Diğer türlü kimse sana bedava  yemek vermiyor. O ancak hayallerinde mümkün. Çalışmak insanı yoran, yıpratan, sağlıksız hale getiren bir şey. Özellikle fizik gücüyle iş yapan insanlar için böyle. Bu durumda bunu bir ceza gibi görmek hiç de mantıksız değil. Bu saçma hayat biçiminin mantıklı bir açıklaması olamaz. Eğe bu şekil bir hayat yaşıyorsam kesin bir suçun cezasını çekiyor olmalıyım düşüncesi doğal olarak ortaya çıkıyor. 

Bütün mitler ve dini hikayeler bu amaca hizmet ediyor. Yaşadığımız şeyleri anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bu her şey için geçerli. Nasıl bugün ben neden çalışmak zorundayım diye soruyorsam bundan 10 bin yıl önceki atalarım da soruyordu. Bir de üstüne sütlük bu çalışmak öyle kolay bir çalışma da değil. Tamamen fizik gücüne dayalı. Bugün yaşadığımız Marksçı anlamda üretimden kopan insanın yaptığı işe yabancılaşması gibi psikolojik bir durum da yok. Bildiğin kas gücüyle yapılan işler. Bildiğin emek isteyen işler. Yani en Polyanna olanın bile yaptığı işte iyi ya göremeyeceği türden işler. Ne demiştik çalışmak kölelerin işidir. Bu algılama biçimi durup dururken çıkmış bir şey değil. Belki de savaşlar, kölelik, sömürme hep bunun için ortaya çıktı.

Tekrar oyuna dönelim. Bizim hikayemizde küçük çocuğun ablasına çok çalışması ile kötü olması arasında kurduğu ilişki aslında komik. Oyunun ilerleyen sahnelerinde küçük çocukların aklını yalan dolanla doldurmanın ne kadar yanlış olduğunu ele aldıkları bölümde görüyoruz. 

Diyalog bir örtük din eleştirisi ile bitiyor. Kitabın yazarı Norveçli, dolayısı ile çocuğun Viking olmayı istemesi normal. Viking olunca doğal olarak pagan da oluyorsun. Pagan olunca peki çalışmaktan kurtuluyor musun? Hristiyanlığın çalışmayı kötülüyor olduğunu genelleştirmek yanlış olur. Hatta Norveç'in 1800’lü yıllarda protestan bir ülke olduğu söylenebilir. Yani çalışmayı günahla özdeşleştirme kültürü büyük ihtimalle yaygın değildi. Her neyse, çocuk Viking olunca her istediğini yapıp yapamayacağını sorguluyor. Tabi sorgusu cevaplanmadan havada kalıyor.

Petra’nın hayata bakışını gösteren bir diyaloğa devam ediyor:

PETRA. Hem evde hem de okulda o kadar çok yalan var ki. Evde konuşmamalıyız, okulda ise ayakta durup çocuklara yalan söylemek zorundayız.

HORSTER. Yalan mı?

PETRA. Evet, sizce inanmadığımız her türlü şeyi öğretmek zorundayız değil mi?

BILLING. Bu tamamen doğru.

PETRA. Keşke olanaklarım olsaydı, kendi okulumu başlatırdım; ve çok farklı yöntemlerle yürütülürdü.”

Az önce bahsettiğim çocuklara yalan söyleyerek yetiştirdiğimizle ilgili tespitin olduğu yere geldik. İnsanın çocuklarına ne öğretileceğine dair verdiği karar toplumun kaderini etkileyen bir karar. İki alternatif var ya hurafelerle dolduracaksın çocukların aklını yada bilimsel gerçeklerle. İkincisinin tehlikesi bir kez yalanla, hikayeyle, masalla gerçeği ayırt etmeyi başaran bir zihin kendisine gerçek olarak aktarılan uydurma şeyleri kabul etmiyor. Birinci yöntemi tercih edilmesini isteyen yerleşmiş ve çıkar sahibi olan güç sahibi kişiler ellerinden bu gücün gitmemesi için ikinci yöntemi kesinlikle onaylamıyorlar. Çünkü bu yönelim onların bakış açısı ile kendi topuklarına sıkmaktan başka bir şey değil. 

DR. THOMAS STOCKMANN.

Oyunun en kritik anlarından birisine şahit oluyoruz az sonra. Thomas,  az önce beklediği mektubu okumak için içeri gitmişti, heyecanla odaya geliyor.

 “[mektubu sallayarak] İşte şimdi kasabanın konuşacak yeni bir şeyi olacak, size söyleyebilirim!

…….

Benim bir keşfim. [İçeride yürür.] Gelsinler ve her zamanki gibi hepsinin hayal gücü ve deli bir adamın hayal gücü olduğunu iddia etmeye kalksınlar! Ama bu sefer ne dediklerine dikkat ederler, size söyleyeyim!”

Şehirde hepsinin övünerek, gurur duyarak beğendikleri hamamların aslında hastalık saçtığını öğrendiğini anlatıyor odadakilere. İnsanların hamama geldikten sonra hastalandıklarını tespit ettiğini, bu şüphesini gidermek için analiz yaptırdığını ve analiz sonucuna göre şehrin pis suyunu hamam suyuna karıştığını tespit ettiğini söylüyor. İnsanlar hamama hasta oldukları için gelmiyorlar, insanlar hamamdan hastalık kapıyorlar.

Neden bu bilgiyi herkese söylemediği sorulduğunda elinde kanıt olmadan ortalığı ayağa kaldırmak istemediğini söylüyor. Diyaloglardan Thomas’ın imajı hakkında da bilgi ediniyoruz. Thomas kendisinin çatlak olarak görüldüğünü bildiğini ama şimdi insanların onun  haklı olduğunu göreceklerini söylüyor.

DR. THOMAS STOCKMANN. Ah, hatırlıyor musun, Petra--iş başlamadan önce planlara karşı çıkmıştım. Ama o zaman kimse beni dinlemedi. Şimdi onlara vereceğim. Tabii ki, Hamamlar Komitesi için bir rapor hazırladım; bir haftadır hazır bekliyordum, ve bunun gelmesini bekliyordum. [Mektubu gösterir.] Şimdi hemen gidecek. [Odasına girer ve bazı kağıtlarla geri gelir.] Bakın! Dört sıkıca yazılmış sayfa!--ve mektup da onlarla gidecek. Bana bir parça kağıt verin, Katherine--onları saracak bir şey. İşte bu! Şimdi onu--[ayaklarıyla yere vurur]--adını hatırlayamıyorum--ona verin. Hizmetçiye verin ve ona hemen Belediye Başkanı'na götürmesini söyleyin. [MRS. STOCKMANN paketi alır ve yemek odasından çıkar.]”

Bu keşfin ne kadar iyi olduğuna dair Thomas ve çevresindekiler konuşurlar ve Thomas iltifatları kabul eder. Halk için ne kadar gurur duyduğundan bahseder ve sahne biter.

Sahne - 2

İlk sahnede Dr. Thomas’ın keşfi ve Dr. ve arkadaşlarının bu duruma tepkisini görerek kapatmıştık. 2. sahnede durumun hiç de onların heyecanlandığı gibi olmadığını görmüş olduk. Neticede hamam sularının kirli olduğunun ortaya çıkması Dr. Thomas’la ve Belediye Başkanı olan abisi arasında çok ciddi bir çatışmaya yol açıyor. Bu projenin fikir babası Dr. olsa da uygulamaya geçiren Peter. Yani hamamların halkın sağlığına zararlı olduğu ortaya çıkarsa Peter’in başı derde girecek.  Peter ve Thomas çok ciddi bir tartışma yaşıyorlar ve sonunda kavga ederek ayrılıyorlar. 

Bu sahnede iki önemli diyalog bloğu olduğunu düşünüyorum. Birisini yani Peter’la Thomas arasında olanı az önce yazdım. Diğer ise Aslaksen, Hovstad ve Thomas arasında. Aslaksen Hamam ile ilgili gelişmeyi duyunca Thomas’ın evine geliyor. Aslaksen şehirde bir kaç derneğin yöneticisi, alkole karşı bir tutumu var. 

Bu üçlü arasında geçen diyaloglar bana bir yazı yazma konusunda ilham verdi ve şu yazıyı yazdım: “Yönetme Yönetilme İlişkisinin Kökenleri”. Bu da yazının linki: https://www.okundugugibi.com/post/yönetme-yönetilme-i̇lişkisinin-kökenleri  

Şimdi o yazıyı tekrarlamayayım ama önemli noktalarını burada da ifade edeyim. Sıradan halkı temsil eden Aslaksen ile gazeteci Hovstad arasında farklı bakış açıları ve yaklaşımlar ortaya çıktığını görüyoruz. Aslaksen, otoritenin önünde ılımlı ve ölçülü bir şekilde durmanın önemini vurgular. Kendi aralarında bir çoğunluğun varlığını fark eder ve bu çoğunluğun birlikte hareket ederek değişim yapabileceğine inanır. Ancak bu değişimi yaparken dikkatli ve otoriteye saygılı olunması gerektiğini savunur.

ASLAKSEN

Aslaksen’in görüşlerini ifade eden bir kaç alıntı yaptım:

“Tabii ki, otoriteleri incitmeyecek şekilde en büyük ölçüde ölçülü bir şekilde hazırlanmalıdır - çünkü sonuçta onlar dizginleri ellerinde tutuyorlar. 

Hayır, hayır, hayır; otoritelere saygısızlık olmamalı, Bay Hovstad. Refahımıza bu kadar yakından bağlı olanlara karşı düşmanlık beslemenin faydası yok. Ben zamanında bunu yaptım, ve bundan hiçbir fayda gelmez. Ama bir vatandaşın görüşlerinin makul ve açık bir ifadesine kimse itiraz edemez.

Ama şiddetle değil umarım, Bay Hovstad. Ölçülü bir şekilde devam edin, aksi takdirde onlardan bir şey çıkaramazsınız. Benim tavsiyemi kabul edebilirsiniz; hayat okulunda tecrübelerimi topladım.”

Öte yandan, Hovstad daha radikal bir yaklaşım benimser. Ona göre, gazeteciler gibi kişilerin sıradan insanları özgürleştirmek için cesur ve kararlı olması gerekir. Aslaksen'in ölçülü tavrından rahatsız olan Hovstad, daha kararlı ve etkili bir hareketin zamanının geldiğini düşünür.

HOVSTAD

Hovstad’dan alıntı:

“Evet--ve benim görüşüme göre, bir gazeteci, küçük insanları--sıradan ve ezilmişleri--özgürleştirme fırsatını kaçırırsa ağır bir sorumluluk altına girer. Biliyorum ki yüksek çevrelerde bir kışkırtıcı olarak adlandırılacağım, ve tüm o tür şeyler; ama onlar istedikleri gibi adlandırsınlar. Sadece vicdanım bana bir şeyler söylemiyorsa, o zaman-

O, bataklıkta debelenenlerden biri -- öte yandan yeterince düzgün bir adam olmasına rağmen. Ve buradaki insanların çoğu da aynı durumda; tahterevalli yapıyor ve önce bir tarafa, sonra diğer tarafa doğru kenarlarını kesiyorlar, o kadar dikkatli ve şüpheliler ki hiçbir zaman kararlı bir adım atmaya cesaret edemiyorlar.

İşte bu yüzden bu fırsatı ele geçirmek istiyorum ve belki de bu iyi niyetli insanlara biraz cesaret katmayı başarabilirim. Otoritenin putu bu kasabada yıkılmalı.”

Yukarıda bahsettiğim yazıda bu iki farklı bakışı temsil eden kişiler üzerinde yönetme ve yönetilme olgularını tartıştım. İnsan neden ve nasıl yönetilmeye ikna oluyor onu anlamaya çalıştıktan sonra bu durumu bir gerçeklik olarak ele alıp ne yapılması gerektiği hakkında görüşlerimi yazdım. 

Thomas’ın inandığı doğrular ile hayatın gerçek yüzü arasında kalması çok büyük gerilime sebep oluyor. Asıl önemli olan nedir? Böyle bir durumla yüz yüze geldiğimizde ne yapmamız gerekir? Asıl önemli olan nedir? Mesleği insanların sağlığını korumak olan bir kişi buna aykırı bir durumla karşılaştığında sessiz kalabilir mi? Oyunun 2. sahnesi bizi bu tür sorularla yüz yüze bırakarak bitti. 

Sahne - 3

Oyunun bu bölümü gazetede geçiyor. Dr Thomas, tüm heyecanıyla yazıyı bitirmiş ve basıma hazır hale gelmiş. Yazı yayınlandıktan sonra halkın ayaklanacağından bile bahseder olmuşlar. Thomas’ın sanki haber yayınlanınca devrim olacakmış gibi bir heyecanı var.

Sahne 3’de Thomas acı gerçeği tüm can acıtıcılığıyla görüyor. Gazetenin editörü olan Hovstad, gazetenin sponsoru olan Aslaksen, Gazetede çalışan Billing Belediye Başkanının devreye girmesi ile bir anda Doktor’a yüz çeviriyorlar. Hamamların kapanmasının şehre çok büyük paraya mal olacağını öğrenince bir de hamamların kapalı kalacağı 2 yıl boyunca para kazanamayacaklarını anlayınca çark ediyorlar. Asıl önemli olan gerçekler değil çıkarlar haline geliyor. 

İbsen çok enteresan bir ikilem sunuyor karşımıza. Sağlıksız da olsa para kazanmamızı sağlayan dükkanımızı kapatır mıyız kapatmaz mıyız? 

Kısa vadede kesinlikle para kazanmak cazip gözüküyor ama uzun vadede mutlaka zarar göreceklerdir. Burada İbsen bize küçük düşünen insanları gösteriyor. İnsanın ne kadar basit düşünen bir canlı olduğumu, doğru olanı yapmak yerine çıkarlarını gözetmelerinden anlıyoruz. 

Konunun bir diğer acı boyutu da günümüzde gerçeklerin ortaya çıkması için basının ne kadar önemli olduğu. İnsanların manupile edilmesi için gazetenin nasıl kullanılacağına iyi bir örnek olmuş bu öykü.   

Bu sahneden çok alıntı yapmayacağım sadece doğru bir tespiti aktaracağım:

“ASLAKSEN. Bir adamın koruması gereken kendi çıkarları varsa her şeyi düşünemez Bay Hovstad.”

Bana bu söz Maslow’un piramidini hatırlatıyor. Temel ihtiyaçları gidermeden daha elit ihtiyaçları çözmeye sıra gelmiyor. Bu oyunun bu düşünce biçimi ile olan bağlantısı ne? Karnı aç olanın ahlakı olmaz derler. Yani eğer bir kişi açlıktan ölmek üzere ise o an gözü diğer şeyleri göremez. O an dünyada değerler yok olur, normlar, töreler, gelenekler yani ahlak yok olur. Bir kişi karnını doyurmakla hırsızlık yapma arasında tercih yapmak zorunda kalırsa hırsızlığı seçebilir. Tabi ki bu  bir kural değil ama genelde geçerli olan bir durum. 

Bu oyunda şehir halkını temsil eden bu grup Dokktor’u neden sırtından bıçaklıyorlar yani neden böyle bir ahlaksızlığa tevessül ediyorlar? Çünkü içine düştükleri ikilem aç kalma korkusu ve tanımadıkları insanların sağlıkları. Aslaksen’den yaptığım bu alıntı bir şekilde bunu da içeriyor. O bu sözü tam olarak benim anladığım anlamda kullanmıyor belki ama ben bu oyunun bu sahnelerinden bunu alıyorum. 

Bu durumda Doktor’un olaya yaklaşımı Maslow’un ihtiyaçlar piramidine neden uymuyor? İşte insanlar arasında bazen öncelik sırası değişebiliyor. Genel olarak geçerli bir kural bazı durumlarda, bazı kişiler için işlemiyor. Zaten doktor da bu ikilemde kalmasını eleştiriyor.

DR. THOMAS STOCKMANN

Bu kısımda Dr. Thomas bazı konuşmalarından alıntı yaptım. Burada da görülüyor ki Doktor kişisel çıkarla toplum çıkarı arasında kalındığında toplumun çıkarının ön planda tutulması gerektiğini düşünüyor. 

Sanırım Thomas’tan yaptığım bu alıntılar insanların tercihlerinde hangi ihtiyacı öne çektiklerini değerlendirmemizde bize destek olurlar. Bir kişi maddi çıkarlarını öncellerken bir başkası değerleri öncelleyebilir. Burada aslında sıradan olanın hangisi olduğu ortada. Toplumun çok büyük kısmı Thomas gibi davranmayı seçmez. 

Bu gerçekçi bir bakış mı? Tüm insanlardaki bu bakışı beklemek mümkün mü? Burada amacım doğruyu yada yanlışı bulmak değil. Sadece bir şeyleri tercih eden insanların neden o tercihlerde bulunduklarının arka planını görmek. Birilerini sadece kötü, aptal, cahil diye yaftalamak yerine neyi, neden yaptıklarını anlamaya çalışmak. Evet, bu kişiler aynı zamanda kötü, cahil, aptal da olabilirler ama bunlar sebep değildir. Aptal da olsalar, cahil de olsalar tercihlerinin arkasında bir motivasyon var. 

PETRA

Petra’nın kendisine çevrilmesi için verdiği İngilizce kitabı geri getirmesi aslında gazetecilerin asıl dertlerinin ne olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Petra kitabın içeriğinin hiç de basılmaya uygun olmadığını, görüşlerinin tam zıttı şeylerle dolu olduğunu söylüyor. Bunun üzerine Hovstad onların da bunu bildiğini halkın istediği şeyi basarlarsa daha çok kişiye ulaşacakları için yanlış bilgilerle de dolu olsa bu tür şeyleri basmanın onlara yarayacağını söylüyor. Yani ortada tam bir çıkarcı figür var. Bu adamların derdi doğru olanı yapmak değil kesinlikle. Ne kadar erdemliymiş gibi gözükseler de aslında tek dertleri günü kurtarmak.

Ayrıca Petra ile Hovstad’ın konuşmasından bir şey öğreniyoruz. Gazetecinin Thomas'a yardım etmek istemesinin arkasında onun Petra’ya olan ilgisi varmış. Yani adamın asıl derdi doktor değil kızıymış. Petraya eğer babanıza yardım etmemi istiyorsanız benimle iyi geçinin türünden de bir mesaj veriyor. Kız bunu anlayınca sinirlenip gazeteyi terk ediyor.

KATHERINE

Bu sahnenin sonunda Doktor’un karısı da gazeteye geliyor. Kocasının yazısını yayınlamamaları için rica etmek için ama zaten ortalık karışmış durumda. Kocasının işsiz kalacağından korkuyor. Fakat Katherine  gazeteye geldiği sırada aynı anda  Thomas abisin de orada olduğunu görüyor ve yazısının yayınlanmayacağını anlıyor. Thomas bir anda ortada yapayalnız kalıveriyor. Yazısının kesinlikle yayınlanma ihtimali olmadığını anladığında bu sefer yapayalnız kalmış olan kocasının yardımına Katherine koşuyor. Her ne kadar oraya yazının yayınlanmasını istemediğini söylemek için gelmiş olsa da kocasının içine düştüğü duruma kayıtsız kalamıyor. Thomas’a destek oluyor ve onun arkasında olduğunu söylüyor.    

Oyunun bu kısmı insanı öfkelendiren bir şekilde bitti. Bir İnsanın bu şekilde sırtından bıçaklandığını görmek üzücü. Doğru olanı yapmayı seçmeyen insanları görmek kızdırıyor insanı. Küçük düşünen insanları bu şekilde açık seçik görmek insanın midesini bulandırıyor. Bütün bunlara rağmen, bir yandan da anlayabiliyorum o insanları. Küçük insanlar küçük düşünüyorlar. Burada tüm açıklığıyla görüyoruz bu durumu.


Sahne - 4

Bu sahne bir mahkeme salonu gibi bir havaya bürünmüş olan Kaptan Korster’in evinde geçiyor. Dr. Thomas’ın aslında kendini savunmasını izliyoruz. Belli ki daha önce de toplantılar yapılmış, sözler söylenmiş. Herkes neyin ne olduğunu görmüş. Thomas bu sahne boyunca aslında tüm toplumun içinde bulunduğu ahlaksızlığı eleştiriyor. Tüm toplumu yaylım ateşine tutuyor.

Bu sahneden yaptığım alıntılar daha çok ona ait.

DR. THOMAS STOCKMANN.

“Su kaynaklarımızın zehirlendiği ve şifalı Hamamlarımızın zararlı toprak üzerinde durduğu gibi önemsiz bir meseleden çok daha geniş kapsamlı bir keşfi size aktaracağım.

Size daha önce söylediğim gibi, konuşmak istediğim şey, son zamanlarda yaptığım büyük bir keşifdir - ahlaki yaşamımızın tüm kaynaklarının zehirlendiğini ve sivil toplumumuzun bütün dokusunun, yalanın zararlı toprağı üzerine kurulduğunu keşfettim. 

Peki, beyler, başkanlarımız hakkında daha fazla bir şey söylemeyeceğim. Ve eğer şu anda hedefimin bu insanları bu akşam eleştirmek olduğunu düşünen varsa, tamamen yanılıyor--tamamen hedefi tutmuyor. Çünkü bu parazitler--bu ölmekte olan bir düşünce okulunun saygıdeğer kalıntıları--kendi yok oluşları için en harika yolu açan, harika bir inanca sahibim; kendi sonlarını hızlandırmak için bir doktorun yardımına ihtiyaçları yok. Topluluğun en acil tehlikesini oluşturan türden insanlar değil onlar. Ahlaki yaşamımızın kaynaklarını zehirleyen ve üzerinde durduğumuz toprağı enfekte edenler de onlar değil. Aramızdaki gerçeklik ve özgürlük düşmanları da onlar değil.

Aramızdaki gerçeklik ve özgürlüğün en tehlikeli düşmanı, evet, lanet olası sıkı liberal çoğunluktur--işte bu! Şimdi biliyorsunuz!

Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz. Asla, diyorum! Bu, bağımsız, akıllı bir adamın savaş vermesi gereken sosyal yalanlardan biridir. Bir ülkede nüfusun çoğunluğunu kim oluşturur? Zeki insanlar mı, yoksa aptallar mı? Şu anda aptal insanların tüm dünyada ezici bir çoğunlukta olduğu gerçeğine itiraz edeceğinizi sanmıyorum. Ama, yüce Tanrım! - asla aptal halkın akıllıları yönetmesi gerektiğinin doğru olduğunu iddia edemezsin. [Gürültü ve çığlıklar.] Oh, evet--beni bastırabilirsiniz, biliyorum! Ancak bana cevap veremezsiniz. Çoğunluğun gücü yanındadır - ne yazık ki; ancak haklı tarafı yoktur. Ben haklıyım - ben ve birkaç dağınık birey. Azınlık her zaman haklıdır.  [Yeniden gürültü.] 

Bu tür adamlar, ileri karakollarda, o kadar ileride duruyorlar ki, çoğunluk henüz onları bulmayı başaramadı; ve orada, henüz yanlarında hatırı sayılır sayıda insanın bulunamayacağı kadar bilinç dünyasına yeni doğmuş olan hakikatler için savaşıyorlar.

 Gerçeğin tekelinin çoğunluğun elinde olduğu yalanına karşı bir devrim yapmayı öneriyorum. Çoğunluğun genellikle desteklediği gerçekler ne tür gerçeklerdir? Genellikle öyle eski ki, parçalanmaya başlıyorlar. Ve eğer bir gerçek bu kadar eskiyse, yalana dönüşmesi de gayet normaldir beyler. 

Çünkü konum tam da bu, yani kitleler, çoğunluk--bu lanet olası sıkı çoğunluk--ahlaki yaşam kaynaklarını zehirliyor ve üzerinde durduğumuz toprağı enfekte ediyor.

Yani, atalarınızdan miras aldığınız ve düşüncesizce her yerde ilan ettiğiniz doktrin - halkın, kalabalığın, kitlelerin nüfusun esas kısmı olduğu - onların Halkı oluşturduğu - ortak paydanın olduğu doktrini. Toplumun cahil ve eksik unsuru olan halk, toplumdaki yalıtılmış, entelektüel açıdan üstün kişiliklerle aynı yargıda bulunma, onaylama, yönetme ve yönetme hakkına sahiptir.

Sıradan insanlar, bir Halkı oluşturan hammaddeden başka bir şey değildir.”

Oldukça fazla alıntı yaptım. Zaten bu sahne Dr. Thomas’ın uzun konuşmaları ile geçiyor. Belli ki İbsen söylemek istediklerini Dr. Thomas aracılığı ile söylüyor.

Temel olarak Thomas’ın derdi ne? Neler dediğini özetlemek gerekirse ne görüyoruz?

Thomas’ın sözlerinin ana fikri, çoğunluğun her zaman haklı tarafı olmadığı; azınlığın genellikle haklı olduğu; toplumun genellikle kabul ettiği eski gerçeklerin sorgulanması gerektiği; çoğunluğun sıklıkla yanlış ve eski fikirleri desteklediği; bu fikirlerin ise zamanla yalana dönüşebileceği gibi fikirleri dile getiriyor. Halk kitlelerinin ahlaksızlıkla itham edilmesi, eğitimsiz olmaları, cehaletleri ve yanlış karar vermeleri konusunda uzun uzun konuluyor Thomas. 

Bu bakışı aslında hepimiz biliyoruz. Geniş halk kitlelerinin karar verici noktada olmalarının ne kadar doğru olduğu tartışması bu. Açıkcası tartışılan konu halkın kalitesi ve bu kalite ile demokrasinin uyuşup uyuşmadığı. 

Bu sahne ile ilgili hem çok şey söyleyesim var hem de hiç bir şey söylemek gelmiyor içimden. Öyle çıkmaz sokak bir konu ki. Thomas haklı desen bir dert değil desen başka… Neticede söylenen şeyler çözümsel olmaktan uzak. Evet Thomas haklı geniş halk kitleleri aptaldır, cahildir, bilinçsizdir doğru. Peki ama bu kadar fazla insanı bir arada tutmak için ne yapmak gerek? Tekrar krallıkla mı yönetilelim, tekrar eski günlere mi dönelim.

İnsanı olduğu gibi görmek zorundayız. Biz aşırı abartılmış bir türüz. Kendimizi dev aynasında görüyoruz. Yaşama uğraşını elimize yüzümüze bulaştırıyoruz. Thomas gibiler azınlıkta olmaya maalesef devam edecek. İnsanlar doğru yaşamak istemiyorlar. Sadece hayatta kalma derdindeler. Kendi küçük akılları ile üretebildikleri çözüm de ancak bu işte. Gerçekci olalım bizden ancak bu çıkabilirdi ve çıkan da bu.

Sahne - 5

Sonunda bitti ama üzücü bitti. Bu sahnede Dr. Thomas’ın kafayı yediğini görüyoruz. Sonunda adamı çıldırtıyorlar. 

Tam Thomas her şeyi arkasında bırakıp Amerika’ya gitme hayalleri kurarken adamın üstüne üstüne gitmeye başlıyorlar. Önce Peter, sonra Hovstad ve Aslaksen en sonunda da kayınpederi Morten Kiil adamın damarına basıyor. Onun bu kadar halisane giriştiği işten maddi çıkar sağlamak üzere hareket ettiği sonucunu çıkarıyorlar. Yani sakınan göze çöp sokuyorlar.  

Bütün bunları okuduktan sonra neden diye soruyorum? Neden dünyada bu ikilik var? Neden birilerinin hayatta kalmak için her şeyi yapabilecek tıynetleri var ve neden bazılarında ahlaktan eser yok? Daha önce yukarılarda bir yerde karnı aç olanın ahlakı olmaz demiştim ama bu öyküde olan kişiler için bu tespit geçerli mi? Yani bu hikayedeki Peter, Hovstad, Aslaksen yada Porsuk temel ihtiyaçlarını giderememiş insanlar mı? Cevap hayır. O zaman burada gördüğümüz ahlaksızlık bu kadar basit bir bakış açısıyla açıklanamaz. Bu ahlaksızlığın arkasında başka bir şey olmalı?

Halk Düşmanı ve Türkiye

Bu öyküde geçen şeyleri çok önemsiyorum çünkü hemen hemen aynısı ülkemizde de yaşanıyor. Her yerde bu hikayede anlatılana yakın ahlaksızlığın bir benzerini görüyoruz. Belki hep böyleydik ama son 20 yıldır tam bir ahlaksızlık bataklığı içindeyiz ve bu hal artık bizim normalimiz olmuş durumda. Neden bunlar yaşanıyor?

Toplumların kendine has değerleri, normları var. Ve bunlar zamanla değişen şeyler. Yani bundan 100 yıl önceki normlara bugün eleştirel gözle bakıyoruz. Köleliğin normal olarak görüldüğü dönemler yaşadı bu insanlık. Yani neyi norm haline getireceğimizin veya neyi yüksek değer olarak göreceğimizin bir garantisi yok. Her şeyi baş tacı yapabiliriz. Bugünlerde ide bu ahlaksızlık hüküm sürüyor. Tamam durumu tespit ediyoruz ama sebebini hala söylemiş değiliz. Neden toplumumuz ahlaksızlığı normalleştirdi?

Belki de bir anda olmadı. Belki de bu hale gelmemiz yıllar aldı. O kadar yavaş ilerledi ki nasıl bu hale geldiğimizi göremez olduk. Belki de bu ahlaksızlığın sebepleri daha Osmanlıya kadar gidiyor, belki de toplumun inandığı din bu ortamın ortaya çıkması için zemin oluşturuyor, belki de atalarımızdan aldığımız genetik miras bizim tercihlerimizi belirliyor. Sebebi belki de tüm bunların karışımı.

İnsan olarak,  iyi şeyler de dahil, her şeyi yapabilecek güce sahip olduğumuzu biliyoruz. Ama bir şeyler yapmaya karar verdiğimizde çevremizi dikkate almak zorundayız. Hiçbirimiz adada tek başına yaşayan canlılar değiliz. Her birimiz bir şekilde birbirimizi gözetliyoruz ve başkalarına göre pozisyon alıyoruz. Bir başkası ne yapıyorsa, kendimizi onun aldığı pozisyona göre konumlandırıyoruz. Hiçbirimiz birlikte nefes aldığımız diğer insanlardan geri duruma düşmek istemiyoruz. Bir başkasının bencillik yaptığını gördüğümüzde eğer biz de bu  oyunu oynamazsak kendimizi kullanılmış, aptal gibi hissedeceğimizi biliyoruz. Bu durumda eğer bir toplumdaki herkes bencilse senin özgeci olman sana zarar verir. Fitilin bir kez ateşlenmesi yetiyor. Reaksiyon bir kere başladı mı artık durdurmak mümkün olmuyor. Ve reaksiyon doğası gereği her geçen an daha da büyüyerek devam ediyor. 

Ne zamana kadar devam edecek: yakıtı bitene kadar. Bu durumda yakıtımız ne? Toplumun kendisi sanırım. Kendi kendini tüketen bir reaksiyon bu. Her yanlış seçim, toplum olma duygumuzdan biraz daha yiyor. Toplum olmaktan uzaklaştıkça daha da hızlanıyor reaksiyon.

Neden bir toplum olmadık, olamadık? 

1000’li yılların başından beri bu topraklarda yaşayan insanlarız. En azından bize sunulan tarih böyle diyor. Anadolu coğrafyasında yaşıyoruz ve kendimizi tanımlarken hangi kimliğimizi kullanıyoruz? Kendimizi Hititli, Frigyalı,  Lidyalı, Urartulu yada İyonyalı hissetmiyoruz. Bunun tek sebebi var bu ülke kurulurken yapılan seçim. Kendimiz Türk olarak görmemiz istendi ve toplum olarak hepimizin beyni bu şekilde yıkandı. Bunun gerçek olmadığını biliyorduk ama başka çaremiz de yoktu. Bir şekilde bu topluluğu bir arada tutmak için tutkal gerekiyordu. Dönemin yükselen değerleri gereği “ulus” yüceltilmesi gereken bir kavram haline gelmişti. Krallıklar yıkılınca, yönetme erkini tanrıdan alan krallar taihttan indirilince yerine bir şey koyman gerekiyordu. Milliyetçiliğin keşfi bu sayede oldu.

Biz de bu oyuna Türklük kartını koyarak dahil olduk. Ama yeterli değildi. Din, etkisi azaltılmak istense de hala önemli bir kurum olarak yerini koruyordu. Türklüğün yanına bir de sünnilik eklendi. Bu ülke, Osmanlıdan devraldığı mirası bu iki kurum üstüne dayanarak kuruldu. Fakat bugün görüyoruz ki bu karar işe yaramamış durumda.

Bir toplum olduğumuz duygusunu çok uzun süredir hissetmiyorum. Sanırım bu konuda yalnız değilim. “Toplum”un büyük kısmı da böyle hissetmiyor. Bir şekilde Cumhuriyet kurulurken amaçlanan bir şeyler vardı ama bu amaçların istendiği sonucu doğurduğu söylenemez. 

Çok uzun süre “Türk Halkı” askerin nefesini başının üstünde hissederek yaşadı. İçine sinmese de kendisine dayatılanı yaşamak zorunda kaldı. Toplumun içinde bir çok farklı unsur vardı ve her biri ne kadar üstü kapatılmaya çalışılırsa çalışılsın hayatta kalmak için çaba harcıyordu. Temel olarak hangi unsurlardan bahsedebiliriz: Kürtler; Aleviler; Sünniler; Lazlar, Çerkezler, Arnavutlar, Boşnaklar, Araplar; Gürcüler… Bu "unsurlar"ın bir kısmı kendisine önerilen hayatı sorgusuz kabul etti. Bir kısmı şerh düşerek kabul etmiş gibi davrandı. Bir kısmı ise kabul etmedi ama etmiş gibi davrandı. Çünkü asker başka türlü olmasına izin vermiyordu. 

Askeri vesayetin kaldırılması ile ortaya çıkan şey toplum olmadığımız gerçeği oldu. "Mış gibi" yaparak geçirdiğimiz 80 yıl boyunca üstü kapatılan şeyler yeni düzenle birlikte ortaya çıkmış oldu. Bugün ahlaksızlık olarak adlandırdığım şeyi toplumuna azımsanmayacak bir kısmı öyle adlandırmıyor. Büyük bir kısım yapılanları onaylıyor. Neden? Çünkü yılların birikimini bu şekilde yaşıyorlar. Bir çeşilt öç alma duygusu ile yaşıyorlar. Onlar da ülkenin belli kesimler tarafından soyulduğunun farkındalar ama soyanlar “kendi adamları” olduğu için yapılan şeyin adını bu şekilde koymuyorlar. Hizmet için ödenmesi gereken bir bedel olarak görüyorlar. Yıllarca kendilerini hissetmedikleri bir ülkenin sahibi olmaya çalışıyorlar. Dolayısı ile bu süreçte yapılan işlerin adına hırsızlık, çalma, rüşvet yeme, adam kayırma vb. demiyorlar. Bu adlarla anmıyorlar. 

Halk Düşmanı

Bu oyun  bir çok konuyu ele alıyor. Çoğunluğun kim olduğu, ne olduğu, ne işe yaradığı gibi soruları ele alıyor. Çoğunluğun fikrinin mi önemli olduğu yada aslında önemli olanın gerçekler mi olduğunu ele alıyor. İnsanların kendi çıkarları için nasıl her şeyi çarpıtabileceğini görüyoruz. Doğru bildiği yolda giden insanın yalnız kaldığını görüyoruz. Toplumun nasıl kolay manipüle edilebildiğini ve insanların karar verirken çok da enine boyuna düşünmediğini görüyoruz. Ama son olarak insanın kişisel çıkarı söz konusu ise her şeyi yapabileceğini anlıyoruz. İdealist bir şekilde hareket etmek sonuç olarak aptallıkla eşdeğer duruma geliyor. 

Ben bu oyundan toplum olmanın ne anlama geldiği tartışmasının yapılması gerektiğini çıkardım. Bir toplumu yönetmek için hangi özelliklerin ön planda tutulduğunun tartışılması gerektiğini çıkardım. 

Thomas’ın yerinde olsam ne yapardım diye düşündüm. Ne yapacağımı bilmiyorum ama daha zeki ve politik olmak gerektiği ortada. Fevri davranmanın işe yaramadığı ortada. Tamam, gerçeklerin peşinden koşalım ama bunu her şeye rağmen yapmayalım. Bir şekilde hem doğru olanı yapıp hem de  zarar görmemenin yollarını aramak gerekiyor. 



bottom of page