top of page

Ana Hatlarıyla Logoterapi - 4. Bölüm

Güncelleme tarihi: 11 Oca

Ana Hatları ile Logoterapi bölümüyle ilgili düşüncelerimi yazdığım yazıya devam ediyorum. İlk yazıda Kitabın 114. sayfasındaki Hayatın Anlamı başlığına gelmiş ve durmuştum. Viktor Frankl, ilk 10 sayfalık bölümde. Anlam Arzusu; Varoluşsal Hayal Kırıklığı (Hüsran); Zihinsel Nevrozlar; Varoluşsal Vakum (Boşluk) başlıklarını ele almıştı. Varolmanın sebep olduğu boşluk hissinin sebeplerini görmüştük. Bu boşluğu doldurmak için neler yapılması gerektiğini ve bir çok nevroz tipinden farklı olarak varolma nevrozunun nasıl ele alınacağını gördük. Frankl için en önemli nokta anlam. Anlam üzerine kurulu bu düşünce yapısını şimdi bir sonraki aşamaya taşıyoruz. 

Başlamadan önce şunu belirteyim aldığım notların çok büyük kısmı eleştirel. Şimdi bu notları yazıya geçirirken eleştirel tutumumu devam ettirecek miyim, bakacağız. Belki ilk okuduğumda kafama yatmayan şeyler buraya aktarırken değişikliğe uğrayabilir. Bakalım neler içime sinmemiş.

114. sayfadan 117. sayfaya kadar hemen her yerin altı çizili ve notlar çok fazla bu bölümü bölerek aktaracağım sanırım.

Sayfa 114

“HAYATIN ANLAMI

Bir doktorun bu soruya genel anlamda cevap verebileceğinden şüpheliyim. Çünkü yaşamın anlamı insandan insana, günden güne ve saatten saate farklılık gösterir. Dolayısıyla önemli olan, genel olarak yaşamın anlamı değil, belirli bir anda kişinin yaşamının özel anlamıdır. Bu soruyu genel terimlerle ifade etmek, bir satranç şampiyonuna yöneltilen şu soruyla karşılaştırılabilir: "Söyleyin bana Usta, dünyadaki en iyi hamle hangisidir?" Oyundaki belirli bir durum ve rakibin belirli kişiliği dışında en iyi hamle ya da hatta iyi hamle diye bir şey yoktur. Aynı şey insan varlığı için de geçerlidir. Kişi hayatın soyut bir anlamını aramamalıdır. Herkesin hayatta yerine getirilmesi gereken somut bir görevi yerine getirmek üzere kendine özgü bir mesleği ya da misyonu vardır. Bu bağlamda ne yeri doldurulabilir ne de yaşamı tekrarlanabilir. Dolayısıyla, herkesin görevi, bu görevi yerine getirmek için sahip olduğu özel fırsat kadar benzersizdir.

Yaşamdaki her durum insan için bir meydan okumayı temsil ettiğinden ve çözmesi gereken bir sorun sunduğundan, yaşamın anlamı sorusu aslında tersine çevrilebilir. Nihayetinde, insan hayatının anlamının ne olduğunu sormamalı, aksine sorulanın kendisi olduğunu kabul etmelidir. Kısacası, her insan yaşam tarafından sorgulanır; ve yaşama ancak kendi yaşamı için yanıt vererek cevap verebilir; yaşama ancak sorumlu olarak yanıt verebilir. Dolayısıyla, logoterapi sorumluluk alabilme yeteneğini insan varoluşunun özü olarak görür.” 

Aslına bakacak olursak burada yazılanların seküler olduğunu öncelikle belirtmek gerek. Lafı uzatmadan söylemek lazım. Eğer dindarsanız ve bu dünyaya bir yaratıcı tarafından belli bir işi yapmak üzere gönderildiğinizi düşünüyorsanız hayatın anlamı var mı yok mu diye sormazsınız. Tabi ki hayatın anlamı Allah'a kulluk etmektir, ona itaat etmektir, onun istediği gibi bir insan olmaktır vs… Yani öncelikle eğer inançlı bir kişi iseniz sizin hayatın anlamı gibi bir derdiniz olmaz. 

İnançlı olduğunu söylediği halde bir insan hayatın anlamını sorgulayamaz mı? Sorgulayamaz. Sorguluyorsa inancında bir sıkıntı var demektir. Bu durumda asıl sorguladığı hayatın anlamı değil kendisine dayatılan dinin doğru olup olmadığıdır. Önce bu tespiti yapalım. Çünkü ilerleyen sayfalarda Frankl inançla ilgili bir tespit yapacak ve ben o tespite sıra geldiğinde ayrıca görüşlerimi yazacağım.

Neden hayatın genel bir anlamı yok? Çünkü çok basit, bizler yani bilinç sahibi insanlar aslında dünyadaki herhangi bir canlıdan farkı olmayan sıradan canlılarız. Yani bir papatya için bu hayatın anlamı neyse bizim için de o. Bir böcek için neyse bizim için de o. Her gün binlerce kez küçük bir canlının bir kuş tarafından, bir kertenkele tarafından, hatta sizin tarafınızdan ne kadar kolaylıkla öldürüldüğünü biliyoruz değil mi? Şimdiye kadar kaç sivrisinek öldürdünüz. Kaç hamam böceği, kaç başka küçük canlı. Kaç bitkiyi kopardınız. Bunların hepsi de ölüm değil mi? 

Nasıl bu kadar kolay ölebildiklerini hiç düşünmediniz mi? Hiç bu canlıların dünyada yaşıyor olmasının anlamını düşünmediniz mi? Bir sinek bir kertenkele tarafından yutulurken ne hisseder. Bir hamsi bir palamut tarafından yenilirken ne hisseder. Dünyada her an kaç milyon canlı ölüyor farkında mısınız? Bizlerin bilinci var, akıllıyız, zekamız var diye diğer canlılardan bir farkımız olduğunu mu düşünüyorsunuz. Kendimizi kandırmayalım. Tanrı öldüğünden beri hepimiz anlamsız bir hayat yaşadığımız iliklerimize kadar biliyoruz.

Eğer aranızda hala bu hayatın gizli, önemli, keşfedilmesi gereken anlamları olduğunu düşünen varsa en yakınındaki küçük hayvanı görsün ve ne kadar kolay ölebildiğini algılasın. O hayvanın bizden daha değersiz olduğunu düşünüyor olmamızın tek sebebi ürettiğimiz kültürdür. Bunun dışında hiç bir mantıklı sebebi yoktur. Kendimizi üstün görerek, kendimizi kandırarak, kendimiz tatmin edebiliriz ama biraz dürüst olursak bu yanılgıyı deşifre edebiliriz. Bu aşamayı bir geçelim. Viktor Frankl hayatın soyut anlamı aranmamalıdır derken sanırım bunu kastediyor. Eğri oturup doğru konuşalım.

Bu durumda bu tespit bizim ne işimize yarayacak. Yani madem hayatın gerçekten bir anlamı yoksa biz neden bu dünyadayız? Sanırım bunun cevabını kimse bilmiyor. Muhtemelen bir cevabı da yok. Şimdi içine atıldığımız bu hayatla nasıl baş edeceğiz. Madem dinler yalan, madem kendimizi artık kandırmıyoruz. O zaman ne yapacağız? Atalarımız boşuna bu dinleri yaratmadı ki. Neticede, burada yazdığımız şeyleri az aklı olan herkes görebiliyor. Yani öleceğini bilerek yaşayan kişi bu şokla bir şekilde baş etmek zorunda. Madem ölüm kaçınılmaz ve ben bunu yaşamak istemiyorum o zaman insan zekası hemen bir çözüm üretiyor (hemen dediysem büyük ihtimalle 10 binlerce yıl süren bir evrim sonunda) ve öleceğim ama iyi bir insan olursam dünyaya tekrar geleceğim diyor. Birisi cenneti hayal ediyor, bir diğeri bir başka bedende tekrar dünyaya gelmeyi. Kısacası evet, öleceğiz, kaçınılmaz ve gördüğümüz kadarı ile bir bitin hayatının anlamı ile bizimki aynı. Yani o da biz de hayatta kalmaya ve üremeye çalışıyoruz o kadar. Bu aşamayı geçelim ki kişisel olarak nasıl bir alam üretebiliriz ona bakalım.

Madem ölümden bu kadar korkuyoruz ve ölmek istemiyoruz o zaman ölümü kandırmaktan başka çaremiz yok. İnsanların bir kısmı bunu çok kolay yapabiliyorlar. Çünkü ortalamadan çok farklılar. Çünkü asıl amaçları ölümsüz olmak olmamasına rağmen bu amaca ulaşmış durumdalar. Kim bu ölümsüzler: mesela Einstein, Leonardo Da Vinci, Caesar, Muhammed, İsa, Ramses, Atatürk, Hitler… liste uzayıp gidiyor. Bu kişiler bir şeyler yaptılar ve hala adlarından söz ettiriyorlar.

Peki bizler yani sıradan insanlar ne yapacağız? Yazar, bilim insanı, sanatçı, siyasetçi, din adamı değilsek ne yapacağız. Madem ölümsüz olmak için tarihe adını kazımak gerekiyor bu durumda tarihe geçecek şeyler mi üreteceğiz. Tamam bunu aramızdan bir kısmı yapacak ama bu kişiler sadece denizde kum tanesi kadarlar. Bugüne kadar dünyadan kaç milyar insan gelip geçti. 100 milyar mı? Bu 100 milyar insandan kaç tanesi üreterek, icat ederek, yaparak ölümsüz oldular. 10 bin mi? 100 bin mi? Yani devede kulak. Demek ki bir Atatürk olmayı, Salvador Dali olmayı, Victor Hugo olmayı hedeflemek gerçekci değil. Sıradan insan ölümsüz olabilmek içi ne yapabilir?

Ölümsüz olma isteğimizi mi törpüleyelim? Ölümsüz olma idealimizi dinlerden alamıyorsak, dehalardan birisi olamıyorsak nasıl karşılayabiliriz? 

Ben bu konuda kendini gerçekleştirme hedefini koymayı uygun buldum. Kendimi gerçekleştirdiğim takdirde yaşadığım hayatın boşa gitmemiş olduğunu düşüneceğim. Bir Da vinci olamasam da en azından kendi çapımda insanlık mirasına bir katkıda bulunacağım. Bu noktada bilim ve sanat sadece bana değil tüm insanlara destek olmak için orada bekliyor. Belki şaheserler üretemeyeceğiz ama kendi çapımızda bir şeyler üretmemiz mümkün. 

Günlük hayat gailesinin gereklerini yerine getireceğiz ve bu sırada ikinci bir paralel hayatımız olacak. Kimse karnını doyurma görevini yerine getirmeden kendini gerçekleştiremez. Bize verili şartlar içinde yaşamaya devam edeceğiz. Tam olarak Frankl’ın dediği şeyi diyorum bu  noktada: “önemli olan, genel olarak yaşamın anlamı değil, belirli bir anda kişinin yaşamının özel anlamıdır.”  ve “Herkesin hayatta yerine getirilmesi gereken somut bir görevi yerine getirmek üzere kendine özgü bir mesleği ya da misyonu vardır.” Burada en önemli nokta yerine getirmemiz gereken bu görev ve misyonu kimse bize tevdi etmiyor. Bu görev sorumluluğu biz kendimiz üstleniyoruz. Farkına varmamız gereken en önemli konu bu hayatı bir kere yaşıyoruz ve bunu boşa harcamamız gerekiyor. Fakat bu bir telaşa da yol açmamalı. Soğukkanlı bir şekilde elimizdeki bu değeri layıkı ile değerlendirmeliyiz. Bir şekilde ölüp gittiğimizde arkamızdan güzel şeyler söyletebilmeliyiz. 

Bu başlıkla ilgili söylemek istediğim son şey bir kelime ile ilgili. responsibility ve responsibleness kavramları arasındaki fark. 

“Dolayısıyla, logoterapi sorumluluk alabilme yeteneğini insan varoluşunun özü olarak görür.” Thus, logotherapy sees in responsibleness the very essence of human existence.

Hem Türkçesini hem İngilizcesini yazdım ki burada kullanılan kavramın responsibility olmadığını görelim. Çünkü sorumluluk deyince insanın aklına ilk olarak responsibility geliyor ama yazar burada onu tercih etmemiş, responsibleness kavramını tercih etmiş. Eğer responsibility deseydi sorumluluğu insanın varoluşunun özü olarak görür şeklinde çevrilirdi halbuki Frankl  sorumluluğa sahip olma yetisinde bahsediyor. Yani bizlerin böyle bir yeteneği var ve bu yeteneği kullanalım diyor. 

Her insanda sorumluluk alabilme yeteneği var mıdır? Bence yoktur. Bazılarının kötü bir çocukluk geçirmesi bu özelliğini köreltir. Bazıları sorumluluğunu başkasına atarak kendi yaşamının da sorumluluğunu başkasına yükler. Bu insanın işine gelir. Çünkü kendi sorumluluğunu alarak yaşamak en basit ifadesi ile zordur. Sorumluluk almak emek isteyen bir şeydir. Halbuki yaşadığı şeylerden başkasını sorumlu tutmak ve yaşamayı beceremiyor olmayı başkasına yüklemek kolaydır. Asıl görmesi gerekeni görmekten kurtarır insanı. Bu hayat benim ve yaşadığım şeylerden ben sorumluyum demek göründüğü kadar kolay değildir. 

Sayfa 114-115

“VAROLUŞUN ÖZÜ

Sorumluluk alabilme yeteneğine yapılan bu vurgu, logoterapinin kategorik buyruğuna da yansımıştır: "Sanki ikinci kez yaşıyormuş gibi yaşa ve sanki ilk seferinde de şimdi davranmak üzere olduğun kadar yanlış davranmışsın gibi yaşa!" Bana öyle geliyor ki, bir insanın sorumluluk alabilme yeteneğini bu düsturdan (maxim) daha fazla harekete geçirecek hiçbir şey yoktur; bu düstur, onu öncelikle şimdiki zamanın geçmiş olduğunu, ikinci olarak da geçmişin değiştirilebileceğini ve düzeltilebileceğini hayal etmeye davet eder. Böyle bir ilke onu hayatın sonluluğunun yanı sıra hem hayatından hem de kendisinden çıkardığı şeyin sonluluğuyla yüzleştirir."

Sorumluluk alabilme yeteneğinin (responsibleness) türkçede tek bir kelime karşılığı yok o yüzden her seferinde üç kelime ile yazmak zorunda kalıyorum. 

Burada Frankl’ın düştüğü sıkıntıyı farkettiniz mi? Frankl logoterapi ile ilgili olarak ne diyordu. Bizim odak noktamız gelecekle ilgili psikanaliz gibi geçmişle ilgili değil diyordu. Fakat o zaman yazmış mıydım hatırlayamıyorum ama insanın geçmişini yok sayarak bir şeyler yapması mümkün mü? Yani geçmişte, özellikle çocuklukta yaşadığımız travmaları yok sayabilir miyiz? Sadece geleceğe odaklanarak şu an olduğumuz kişi olmamıza yol açan geçmişteki tecrübeleri yok sayabilir miyiz? Çok basit. Diyelim bugün kendine güvensiz bir insanım ve bu durumdan şikayetçiyim. Bunun için geçmişte yaşanan geçmişte kaldı ne yapayım kendime güvensizsem şu dakika itibariyle kendime güveneceğim diyebilir miyiz? Ya da diyelim kimseye hayır diyemeyen bir insansam ve şu dakika itibariyle karar verirsem artık insanlara hayır diyebilme yeteneğine mi kavuşacağım.

Geçmişi yok sayamayız. Geçmişte yaşadığımız şeyler bugünkü bizi yarattı. Bu durumda geçmişle yüzleşmeden bugüne devam etmem mümkün değil. Geçmişte yaşadığım kötü şeyleri ortaya koymak zorundayım ama bu demek değil ki geçmişte kalmalıyım yada geçmişi suçlamaktan başka bir şey yapmayayım. Geçmiş hayatımızı masaya sermeliyiz, geçmişte başımıza gelen kötülükleri masaya yatırmalıyız, geçmişte bizi bugün biz yapan şeylerin neler olduğunu açıkca kendimize hem göstermeli hem de itiraf etmeliyiz. Çok fazla abartmadan olduğu gibi yaşananlar ortaya serilmeli. Neden böyle yapıyoruz? Çünkü geçmişin geçmişte kaldığına kendimizi ikna etmeliyiz. Bugün beğenmediğimiz huylarımızın, kişiliğimizin arkasında yatan geçmişe bir sünger çekmek zorundayız. Yani açıkçası geçmişi gömmeliyiz. Geçmişin öldüğünü farzedip, geçmişimizin ölümünü kabullenmeliyiz. Öldüğünü kabul edip yasını da tutmalıyız. Eğer öldüğüne ikna olmazsak, ölmüş olması gerçeğini kabul etmezsek geçmiş her bizimle birlikte yaşamaya devam edecek. Onu orada bırakmanın, ona veda etmenin tek yolu önce geçip gittiğini kanıksamak ve ona veda etmek. Aynen bir sevdiğimizin ölümüne üzülür gibi üzülmek.

Ben geçmişe methiyeler düzme taraftarı değilim: Ama geçmişimizin kötü olduğunu kimse kabul etmese bile biz kabul etmeliyiz. Kötü bir geçmişimizi oldu ama bitti. Artık yok. Geçmişte kalmanın gereksizliğini kendimize kabul ettirmemiz şart. Gerektiği gibi analım, gerektiği gibi yad edelim, gerektiği gibi veda törenimizi yapalım. İyisiyle kötüsüyle arkamızda bırakalım ve yasımızı da gerektiği gibi tutalım. Geçmişle yaşamaktan kurtulmanın başka yolu yok. 

Geçmişte yaptığın hatalardan ders çıkardın mı? Çıkarmadıysan boşa yaşamışsın demektir. Geçmişte yaşadığın acı verici deneyimler yaşaman gereken şeyleri zamanında yaşamanı engellemiş olabilir. Bu acının çok farkındayım. Geç kalmışlık hissi çok acı bir his. İçinden geldiği gibi yaşayamamak hissi çok acı bir his ama nereye kadar. Geçmişine ahlanıp vahlanarak geçirdiğin her süre gününün de boşa gitmesine sebep oluyor. Geçmişte yaşayamadığın şeyler seni donanımsız bıraktı. Bu çok kötü bir kısır döngü. Donanımın yeterli olmadığı için hayatın gereklerini yerine getirmekte zorlandın ve hayatını gereği gibi yaşayamadın ve bu tecrübe eksikliği seni tekrar donanımsız bıraktı ve hiç bir zaman yaşının gerektirdiği şeyleri yaşayamamış oldun. Doğru yaşamda geri düştün. Fakat bir noktada bunu kendine itiraf etmeli ve yapabildiğini en iyisini yapmaya çalışarak yürümeye devam etmelisin. Senin gibi binlerce, milyonlarca insan olduğunu düşünmelisin. İşte bu kafa yapısına gelebildiğin ana artık geçmişinle vedalaşıp anına odaklanabilirsin.  

Viktor Frankl’in ikinci kez aynı hataları yapıyormuş gibi farzet düsturunu neden beğenmediğimi yazdım ama bir de Kant’ın “categorical imperative” kavramı hakkında kısaca bir kaç şey söyleyip sonraki kısma geçeceğim. Kategorik buyruk yada zorunluluk kavramı:

 "Davranışların, bu davranışların evrensel olarak kabul edilebilir olması durumunda yapılması gerektiği prensibi." Yani, bir eylem evrenselde genelleştirilebilir, tüm insanlar tarafından aynı koşullarda uygulanabilirse, o eylem ahlaki açıdan doğrudur. 

Frankl sanki  ikinci kez aynı hataları yapmak üzereymişsin gibi  bir maxim yani düstur kullanarak bence esas sorunu bypass ediyor ama dediğim gibi benim içime sinen bir yaklaşım değil. Şimdilik ikinci kısma geçiyorum. Çok uzatmayacağım. Sorumluluk bence de çok önemli bir nokta. İnsanın kendi ayakları üstünde durup anlamlı bir hayat yaşaması için gerekli bir nokta. 

Sayfa 115

"Logoterapi hastanın kendi sorumluluk alabilme yeteneğinin tamamen farkında olmasını sağlamaya çalışır; bu nedenle, neye, neye ya da kime karşı sorumlu olduğunu anlama seçeneğini ona bırakmalıdır.  Bu nedenle bir logoterapist, tüm psikoterapistler arasında hastalarına değer yargıları empoze etmeye en az meyilli olandır, çünkü hastanın yargılama sorumluluğunu doktora devretmesine asla izin vermez. Bu nedenle, yaşam görevini topluma karşı mı yoksa kendi vicdanına karşı mı sorumlu olarak yorumlaması gerektiğine karar vermek hastaya kalmıştır. Bununla birlikte, kendi yaşamlarını yalnızca kendilerine verilen bir görev açısından değil, aynı zamanda bu görevi kendilerine veren görev yöneticisi açısından da yorumlayan insanlar vardır.”

Sorumluluğunu üstlenmek zor mu? Zorsa neden zor? Sorumluluk dediğimiz şey nedir ve neden önemlidir? Logoterapide sorumluluğa vurgu yapılıyor olması boşa değil. Yıllardır doğru yaşamaya, doğru insan olmaya kafa yormuş ve emek vermiş bir kişiyim. Bu yıllar bana şunu öğretti eğer insan kendisi istemiyorsa hiçbir şey değişmiyor. İnsanların çok büyük kısmı da değişmek istemiyor yada değişmeyi beceremiyor. Bu insanları sınıflandırırsak karşımıza şu özellikte insanlar çıkar. Bazıları kötü oldukları halde kendilerinden memnunlar o yüzden değişmek istemiyorlar. Bazıları iyi olduklarını düşünüyorlar ama aslında iyi olmadıklarını fark edemiyorlar. Bazıları iyi olmadıklarını görüyorlar değişmek istiyorlar ama buna yetenekleri veya kapasiteleri olmuyor. Bazıları iyi olmadıklarını görüyorlar, değişmek istiyorlar çabalıyorlar ama bir türlü doğru şeyleri yapamıyorlar. Bazıları da ki bunlar en küçük kısmı oluşturuyor iyi olmadıklarını biliyorlar, değişmek istiyorlar, çaba harcıyorlar ve değişiyorlar.

Bu yazdığım insanları listelersem şu şekilde yapabilirim:

  1. Kötü oldukları halde kendilerinden memnun olanlar: Bu insanlar, kendi davranışlarının ve eylemlerinin olumsuz sonuçlarını fark etmezler ve umursamazlar. Kendilerini olduğu gibi kabul ederler ve değişmeye ihtiyaç duymazlar.

  2. İyi olduklarını düşünenler ama aslında iyi olmadıklarını fark edemeyenler: Bu insanlar, kendi davranışlarının ve eylemlerinin olumsuz sonuçlarını fark etmezler. Kendilerini iyi insanlar olarak görürler ve değişmeye ihtiyaç duymadıklarını düşünürler.

  3. İyi olmadıklarını görenler ama bunu değiştirmeye yetenekleri veya kapasiteleri olmayanlar: Bu insanlar, kendi davranışlarının ve eylemlerinin olumsuz sonuçlarını fark ederler. Değişmeye ihtiyaç duyduklarına inanırlar, ancak bunu yapmak için gerekli yeteneklere veya kapasitelere sahip değillerdir.

  4. İyi olmadıklarını görenler ve değişmeye çabalayanlar ama bir türlü doğru şeyleri yapamayanlar: Bu insanlar, kendi davranışlarının ve eylemlerinin olumsuz sonuçlarını fark ederler. Değişmeye ihtiyaç duyduklarına inanırlar ve çaba gösterirler, ancak bir türlü doğru şeyleri yapamazlar.

  5. İyi olmadıklarını bilenler, değişmek isteyenler çaba harcayarak değişebilenler: Bu insanlar, kendi davranışlarının ve eylemlerinin olumsuz sonuçlarını fark ederler. Değişmeye ihtiyaç duyduklarına inanırlar ve çaba gösterirler. Ayrıca, doğru şeyleri yapmaya çalışırlar ve sonunda başarılı olurlar.

Biraz sonra sorumluluk kavramının neden bana bu yazdıklarımı çağrıştırdığını söyleyeceğim ama önce iyi olmak ve kötü olmakla ne kastediyorum onu söyleyeyim. Ama daha önce bu sıralamayı neye göre yaptığımıda söyleyeyim. 

Bu sıralama yıllardır yaptığım gözlemlere dayanıyor. Herhangi bir bilimsel çalışmanın sonucu değil. Ayrıca insanları bu şekilde bir sınıflamaya tabi tutabilecek nasıl bir çalışma yapılır bilemiyorum. Bu tespitler benim kişisel tespitlerim ve tabi ki yanlış olabilir.

İkinci olarak basitçe iyi ve kötü dediğim şeyin altını doldurmalıyım. İyi derken doğru yerde, doğru yerde, doğru şeyleri yapabilen insanları kastediyorum. Kendisini tanıyan, neyi niye yaptığını bilen insanları kastediyorum. İyi derken kendisini olduğu gibi kabul etmek yerine hataları varsa bunu düzeltmeye karşı eğilimi olmayı kast ediyorum. İyi olmak özeleştiri yapabilmeyi gerektiriyor. İyi derken, hem kendisini, hem başkalarını hem de yaşadığı hayatı sorgulayan kişileri kast ediyorum.   

Kötü olanlar ise yukarıda yazdıklarımın tersi özelliklere sahip tabi ki ama kötülerde birkaç başka ayırt edici özellik de var. Kötüler cahildir. Bildiğin cahil. Yani okuma yazma bilmeyen, hayatı sadece yemek, içmek, sevişmekten ibaret sanan kişiler. Onları hayvandan ayıran pek bir özellik yoktur. Yani neredeyse herhangi bir hayvanla denk bilişsel kabiliyetlere sahiptirler. İnsan olmanın getirdiği hiç bir inceliğe sahip değildirler. Yaşamayı en basit seviyede tutarlar. Yaptıkları şeyleri özellikle kötülük olsun diye yapmazlar daha doğrusu yapmak için uğraşmazlar. Yaptıkları şey kötüdür ama onlar bunun farkında bile değillerdir. Çünkü onların böyle dertleri yoktur. Hayatta kalabilmek için öğrendikleri şeyler en basit şeylerdir ve daha iyisi olabilme ihtimali onlar için yoktur. Bu çeşit insanlarla diyaloğa girilmez, iletişim kurulamaz, doğru ve yanlış konusunda tartışma yapılamaz. Bu insanlar için önemli olan tek şey hayatta kalabilmektir ve bunun için diğer insanların ne düşündükleri, ne hissettikleri, ne yaşadıkları önemli değildir. Sanki bu hayatta sadece kendileri vardır ve geri kalan insanlar sadece onların hayatta kalabilmesi için onlara yardımcı olan kölelerdir.

Kötü insanlarla ilgili abartmış olduğumu düşünenleriniz vardır. Belki tüm bu kötülüklerin hepsi bir kişide toplanmamış olabilir. Yani bazı kötülerde bazı özellikler bulunmayabilir. Belki ben olabilecek en kötü portreyi çizmiş olabilirim. Ama soğukkanlı bir şekilde çevremizi gözlemlersek bu özelliklere sahip insanların hiç de az olmadığını çok rahat görebilirsiniz. Bu konuda yapılmış bir istatistik çalışması var mı bilemiyorum ama ben toplumda çok büyük bir oran tuttuklarını düşünüyorum.

Asıl acı olan ise bu çeşit insanların çocuk sahibi olmaları. Böyle insanların çocuğu olarak dünyaya gelmek işte bir insanın başına gelebilecek kötü şeylerden birisidir. Çünkü bu insanlar kötü olduklarının farkında olmadıklarından, yaptıkları şeylerin kötü olduğunu bilmediklerinden, çocuklarını kendi hayatlarını yaşarken dünyaya gelmiş piyonlar olarak algıladıkları için, çocuk yetiştirmenin en kötü koşullarını sağlarlar.

Yaptığım sıralamadaki ilk iki tür aslında hemen hemen aynıdır. Küçük bir farkları var. İlki kötüdür ve kötülük onun doğasında vardır. İkincisi de aslında kötüdür ama o kişiye sorsan kendisini kötü olarak görmez. İlkine de sorsan sen kötü müsün diye onun için öyle bir kavram yoktur. Sorsan belki iyiyim bile diyecektir ama onun için aslında iyi veya kötü diye bir şey yoktur. O öyledir ve başka türlüsü de olamaz. 

İlk iki tür insan için bir oran vermem mümkün olmasa da, her bir türün eşit dağıldığını farz edersek,  toplumda %40’dan az olmadığını düşünüyorum.  Bu oran çok büyük ama zaten toplumumuzda yaşanan olumsuzlukların arkasında da bu kötülük olduğunu düşünüyorum. Ahlaksızlıkları hoş görmemizden tutun da, çevreye çöp atmaya, trafik kurallarına uymamaktan tutun da para içi orman katletmeye kadar her yerde izlerini görmemize yol açan işaretlerden anlaşılıyor.

Sıralamada ki son tür olan değişmesi gerektiğini gören bunu başarabilen insanlar da konumuz dışında. O insanlar belki sayıları az da olsa ne yapılması gerekiyorsa yapıyorlar. Belki geçmişlerinde maruz kaldıkları acı az olduğu için, belki travmaları az olduğu için , belki travmalarını geç yaşta yaşadıkları için sebebi önemli değil ama bir şekilde yaşama tutunma konusunda daha başarılıdırlar.  

Gelelim bu yazının konusu olan 3. ve 4. sıraya En acı durum bence 3. sıradakilerin durumu. Burada bir noktaya değinmek gerek. İnsanlar doğuştan bazı yeteneklerle dünyaya geliyorlar. Zeka, Karakter (mizaç) ve Duygular bizlerin 3 ana özelliğimiz. Zekamız ve mizacımız daha doğuştan belirli olarak dünyaya geliyoruz. Aldığımız eğitim ve yetiştirilme biçimimizle zeka ve mizacımız artı eksi yönde bir miktar değişebiliyor. 90 IQ su olan bir çocuk iyi bir eğitimle belki 100 IQ ya çıkabilir veya kötü eğitimle 80’e düşebilir. Doğduğu andan itibaren hiç eğitim verilmez ve karanlık bir odada tutulursa belki zekası 60-70’e de düşebilir ama ne yaparsan yap 90 IQ ile doğmuş bir kişiyi 180 IQ yapamazsın. 

Aynı durum mizaç için de geçerli ama mizaç üzerinde daha çok hakimiyetimiz olduğu bir alan. Genetik alt yapımızla bazı temel özelliklerle dünyaya geliyoruz. Yani anne babalarımızın temel özellikleri bizlere de geçiyor. Eğer anne babamız dışadönükse bizim de dışadönük olma olasılığımız fazla oluyor, Yada sakinlerse sakin, utangaçlarsa utangaç oluyoruz. Elbette bir kısmımız annemizden, bir kısmımız babamızdan geldiği için tam olarak nasıl bir insan olacağımız belli değil ama önemli olan da bu değil zaten. Önemli olan boş bir levha olarak dünyaya gelmiyor oluşumuz. Bir altyapıya sahip olarak geliyoruz. Bu alt yapı da zeka da olduğu gibi doğru bir ortamda doğru özelliklere, yanlış ortamda yanlış özelliklere evriliyor ve bunlar da bizim davranışlarımızı ortaya çıkarıyor. 

Doğru, sağlıklı bir aile ortamında büyüyen kişiler bazı olumsuz mizaç özelliklerine rağmen hayat tutunma konusunda oldukça başarılı özelliklere sahip olarak hayata atılabiliyor. Sağlıksız, hastalıklı aile ortamında büyüyen kişiler ise ne kadar doğru mizaca sahip olursa olsun hayata tutunmak için doğru özelliklere sahip olamayabiliyor. 

Birçok insanın sorunu ailesinden aldığı sağlıksız mizaç ve düşük IQ. Yani belki kötümser bir bakış ama bir çok kişi düşük IQ ve kötü mizaç özellikleri sebebi ile ne yaparsa yapsın hayata tutunma ve anlamlı bir hayat yaşama konusunda çok büyük dezavantajlara sahip olarak dünyaya geliyorlar.

(NOT: Çok uzun süren bir mola verdim. Bütün bu yazdıklarımı tekrar bir gözden geçirdim.  Bu yazdıklarımı neden yazıyorum? Esas anlatmak istediğim her neydi ki şimdi insanları 5’e ayıran bir kategorizasyona tabi  tuttuğumu vs. analtıyorum? Sanırım sorumluluk konusuna verdiğim önemden dolayı. Çünkü bir insanın değişip değişmemesi, daha iyi bir insan olup olamaması, kendisini daha olumlu bir noktaya taşıyıp taşıyamaması aslında çok küçük bir kırılma ile olabiliyor. Bu kırılma da insanın  hayatının kendisine ait olmasını görmesi ile başlıyor. Bazı insanlar bu görüşe sahip olabilirken bazıları olamıyor. Bazıları zaten değişmesi gerektiğini düşünmediği için hiç bu aşamaya dahi gelemiyor ama değişmek istediği halde değişemeyenler esas meselenin odağındaki kişiler. Bu yüzden de bu insanların kim olduğuna dair kafa yoruyorum. Neden bu kadar çok mutsuz insan var ve bu mutsuz insanlar neden değişemiyorlar? Bence bu sorulması gereken bir soru ve yanıtı da kolay değil. Sanırım bu konu hakkında kafa yormak üzere harcadım yıllarımı. Aslında diğer insanlar değildi birinci derdim. Asıl derdim kendimdi ama kendi değişim maceram süresince tanıştığım binlerce insanı istemeden de olsa bir sınıflandırmaya tabi tutmuşum. Bu sınıflandırmalarda da bazı ortak noktalar görmüşüm. Şimdi hangi cüretle böyle bir sınıflandırma işine girdiğimi görebiliyorum. Farkına varmadan yaptığım bir şey bu. İnsanların neden yaşıyorum sorusuna verdikleri cevaplar çok önemli. Bir çok insan bu soruyu sormasa da soranların da neden anlamlı bir cevap bulamadıkları hakkında kafa yormak da önemli. Evet, Neden bu kadar ayrıntıya girdiğimi kendimce çözdüğüme göre şimdi bu bakış açısı ile yazmaya devam ediyorum.)

Şunu demek istiyorum. Değişmek isteyen herkesin değişmesi mümkün değil. Değişebilmek belli bir kapasite ve potansiyel gerektiriyor. Eğer sende bu yetenek yoksa ne yaparsan yap sonuç alamıyorsun. Psikolojinin ve psikiyatrinin bu kadar çok ihtiyaç duyulan alanlar olması ve/ama bir çok insanın sorunlarının çözülememesinin arkasında bu yatıyor. Viktor Frankl’ın tespiti çok önemli. İnsanların farkına varmasalar bile zihinsel bir nevroz yaşadıklarını düşünüyorum. Tek başına zihinsel nevroz olması gerekmiyor hatta belki de diğer birçok nevroza da sahip olabilirler. Neticede kötü bir çocukluk geçirmiş kişi adını koyamasa da hayata tutunma konusunda gereken donanıma sahip olmadığı için sorunlar yaşıyor. 

Sorumluluk sahibi olma konusuna sonunda geleyim. Sorumluluk sahibi olan kişilerin özellikleri nelerdir: 

  • Sorunları öngörebilir ve olası sonuçları değerlendirebilirler.

  • Risk almaktan korkmazlar.

  • Hatalarından ders çıkarırlar.

  • Sözlerine sadıktırlar.

  • Verilen sözleri tutma ve taahhütlerini yerine getirme konusunda güvenilirdirler.

  • İnisiyatiflerini kullanma konusunda aktiftirler.

  • Kendi eylemlerinin ve kararlarının sonuçlarına katlanma konusunda hazırdırlar. 

  • Hatalarını gizleme yerine, açıkça ifade edip çözüm ararlar.

Sorumluluk sahibi olmayan insanların özellikleri nelerdir:

  • Karar verme ve problem çözme becerileri zayıftır.

  • Sorunları öngöremez ve olası sonuçları değerlendiremezler.

  • Risk almaktan korkarlar.

  • Hatalarından ders çıkarmazlar.

  • Sözlerini tutmazlar.

  • Görevlerini ihmal ederler.

  • Söz verdikleri şeyleri yapmazlar.

  • Kendi hatalarını başkalarının üzerine atarlar.

  • Başkalarını, dış faktörleri suçlarlar.

  • Hatalarını veya başarısızlıklarını başkalarına yüklemeye eğilimli olabilirler

  • Üzerlerine aldıkları görevleri yerine getirme konusunda isteksiz olabilirler

  • Sorunlarla yüzleşmek yerine kaçma veya ihmal etme eğilimindedirler.

  • Başkalarının kendileri için kararlar almasını bekleyebilirler.

  • Kritik durumlarda kendi başlarına karar verme yeteneğinden yoksun olabilirler.

Peki bir insan durup dururken mi sorumluluk sahibi olur yada sorumluluktan kaçan birisi olur. Hayır. Uzun yıllar boyunca yanlış aileortamında büyüyen bir insanın kaçınılmaz olarak yaşayacağı şey budur. Bir çok insan anne babasını kötülemek istemez, onların yanlış yapmış olabileceğini itiraf etmek istemez ama acı gerçek budur. Bu sebeple hayatla baş edebilmek, hayata tutunabilmek için gereken ilk şey bu hayatın kendi hayatın olduğunu görmek ve bir kez yaşadığımız her anın çok değerli olduğunu anlayabilmektir. İğneyi kendine batırmadan doğru şeyleri yapmak mümkün değil.

Sayfa 115-116

“Logoterapi ne öğretmek ne de vaaz vermektir. Mantıksal akıl yürütmeden olduğu kadar ahlaki öğütten de uzaktır. Mecazi olarak ifade etmek gerekirse, bir logoterapistin oynadığı rol bir ressamınkinden ziyade bir göz uzmanınınkine benzer. Bir ressam bize dünyanın bir resmini gördüğü gibi aktarmaya çalışır; bir göz doktoru ise dünyayı gerçekte olduğu gibi görmemizi sağlamaya çalışır. Logoterapistin rolü, hastanın görsel alanını büyütmek ve genişletmekten ibarettir, böylece potansiyel anlamın tüm spektrumu onun için bilinçli ve görünür hale gelir."

İlk olarak yaşadıklarım bana şunu öğretti ki hiç kimse hiç kimseye bir şey öğretemiyor. Yani bir insan bilgi kendi içinden doğmadığı sürece yeni bir şey öğrenemiyor. Derler ya bir kulağından girip diğerinden çıkıyor diye. Bu kesinlikle doğru bir tespittir. Bir insan ancak kendisi öğrenmek ister ve bunun için kafa yorarsa öğrenebilir. Sen istediğin kadar doğru şeyleri söyle karşındaki kişi henüz bunu algılamaya hazır değilse söylediklerin karşındakinde herhangi bir şeyi uyandırmayacaktır. Çok net bir bilgi bu. Az önceki listede yani iyi olmadığını gören ve değişmek isteyenler listesinde bunu örnekleyelim. 1. sırada olanlara ne söylersen söyle fayda etmez. Bırak söylediğinin doğru olup olmamasını o kişi senin tamamen saçmaladığını düşünecektir. İkinci sıradaki kişi ise kendisinde sorun olmadığını düşündüğü için zaten dediklerini anlamsız bulacaktır. Yani logoterapist ol yada başka bir şey bu iki grup insana ulaşman zaten mümkün değil. 3. sıradaki kişiler yani İyi olmadıklarını görenler ama bunu değiştirmeye yetenekleri veya kapasiteleri olmayanlar, işte vaaz vermek ve öğretmeye çalışmak bu grupta da maalesef işe yaramayacaktır. Çünkü bu kişilerin verilecek bilgiye hazır olmaları zordur. 

Çok basit bir şekilde anlatayım. Çevremdeki kişilere farklı zamanlarda katkı sağlamak için çaba harcadım. Onların yaşadığı anlamsız hayatları belki etkileyebilirim diye elimden geldiğince etkide bulunmaya çalıştım. Fakat bu mümkün olmadı. Çünkü bu kişiler zaten ya 2. sınıfta yer alıyorlardı yada 3. sınıfta. Bir kişi eğer değişmesi gerektiğini kendisi görmüyorsa zaten süreç kafadan başlayamamış oluyor. Bunlar 2. gruptaki insanlar.  Değişmesi gerektiği konusunda bir hisse sahipse ama ne yapacağını bilemiyorsa yani 3. gruptakilerin durumu biraz daha karmaşık. Kendi hayatının sorumluluğu üstlenmesi süreci bir anda olan bir şey değil. Aşama aşam gitmek gerekiyor. Bunun için insanın kendisine yatırım yapması gerekiyor. 

İlk olarak hedefimiz neydi hatırlayalım. Hayatımzın anlamlı olması için ne yapmamız gerektiğini sorguluyoruz. Varolmanın getirdiği boşluğu doldurmaya çalışıyoruz. Aslında kendimizi acı gerçeğe adapte etmeye çalışıyoruz. Neydi o acı gerçek. Bir gün öleceğiz ve bu istemediğimiz bir şey. Kendimizi dinlerin söylediği gibi de kandıramıyoruz. Tanrının öldüğünü bilen bir kişiyiz bu durumda neden yaşıyorum sorusu çok can yakıcı bir soruy halini alıyor. Bu konuyu çözmeden yola devam etmek mümkün değil. Hayatla baş etmeye çalışırken çeşitli yöntemler gelşiştirmiş durumdayız ama bu yöntemler de başarısız olmuş durumda. Tam bir çıkmaz içindeyiz. Hem hayatla baş etmeye çalışıyoruz hem de elimizdeki silahhlar bu savaşı kazanmak için yeterli değil. İşte durumumuz bu. Değişmek gerektiğini farkındasın ama ne yapacağını da bilemiyorsun. Tabloyu bu şekilde koymak gerekiyor. Çünkü durumu net bir şekilde ortaya koyamazak neyle uğraştığımızı da anlayamayız. Anlayamadığımız sorunu da çözemeyiz. 

Dünyayı gerçekte olduğu gibi görmek neden zor? Daha önce de yazdım aynı yerlerde dolanıp duruyoruz. Çünkü bugüne kadar yaşama adapte olabilmek için edndiğin silahlar senin yanlış yöne sevk etti de ondan. Bu yüzden normalde heyecanlanmaman gereken bir anda heyecanlanıyoırsun, bu yüzden normalde panik olmaman gereken bir yerde panik oluyorsun, bu yüzden normalde ellerinin titrememesi gereken yerde ellerin titriyor. Tani aslında gerçeklik öyle değil sen gerçekliği öyle algılıoyorsun. Bu anlamda Viktor Frankl’in yaklaşımı kesinlikle doğru. Yani gerçeklik budur demek karşıdakine kesinlikle yaramıyor. Çünkü sen ne dersen de eğer bakış açısı aynı kalırsa insanın gerçekliği olduğu gibi görmesi mümkün olamıyor. 

Bu noktada ben gerçekliği olduğu gib görme konusunda insanların kendilerini gönüllü olması gerektiğini düşünüyorum. Yani lk başta önkabulü şu olmalı insanın benim şimdiye kadar gittiğim yol beni hedefime ulaştırmadı. Bir yerlerde yanlış yapıyorum. Bu yanlışlığı düzeltmediğim sürece de gittiğim yoldeğişmeyecek. Bir şeyleri değiştirmezsem her şey aynı kalacak. Belki kimse bamna bir şey öğretemez ama ben kendim öğrenebilirim. Dikkat ederseniz önkoşul insanın değişim isteği. İnsanların çok büyük bir kısmı bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmelerine rağmen değşemiyorlar. Çünkü kendilerinden aslında memnunlar. Aslında yanlış da olsa insanlar bildiklerini devam ettirme eğilimdeler. Değşim insanları korkutuyor. Yıllardır alışık olduğu şleyleri kaybetmekten korkuyorlar. Ama yine tekrar ediyorum Asıl sorunun tüm bunların yanı sıra zekasal bir problem olduğunu da akıldan uzak tutmamak gerekiyor. Çoğu insanın zekası değişimi kaldırmaya yetmiyor. 

Sayfa 115-116

“İnsanın sorumlu olduğunu ve yaşamının potansiyel anlamını gerçekleştirmesi gerektiğini beyan ederek, yaşamın gerçek anlamının kapalı bir sistemmiş gibi insanın ya da kendi ruhunun içinde değil, dünyada keşfedilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. Bu kurucu özelliği "insan varoluşunun kendini aşması" olarak adlandırdım. Bu, insan olmanın her zaman kendinden başka bir şeye ya da birine - yerine getirilmesi gereken bir anlam ya da karşılaşılması gereken başka bir insan - işaret ettiği ve yöneldiği gerçeğini ifade eder. Kişi kendini ne kadar çok unutursa - kendini hizmet edeceği bir amaca ya da seveceği başka bir insana vererek - o kadar çok insan olur ve kendini o kadar çok gerçekleştirir. Kendini gerçekleştirme denilen şey hiç de ulaşılabilir bir hedef değildir, çünkü kişi bunun için ne kadar çabalarsa o kadar ıskalayacaktır. Başka bir deyişle, kendini gerçekleştirme yalnızca kendini aşmanın bir yan etkisi olarak mümkündür.”

Bu paragrafta yazılanlara aşina değilim. Yani insanın kendini gerçekleştirmesi için kendisini aşması gerektiği konusunda daha önce düşünmedim. O yüzden yorum yapabilmek için daha fazla doneye ve biraz konu üstünde düşünmeye ihtiyacım var. İnsanın kendisini aşması için kendisini unutması gerektiğini söylüyor. Hizmet edilecek bir amaca veya seveceği başka bir insana vermekten bahsediyor. Bu noktada kendini anlamlı bulduğu birşeye adamak düşüncesini çağrıştırıyor bana. Yani öyle amaç ki kendini o şeye adayarak anlam bulmak. Buna aşinayım. Ve ben de bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Ama bir farkla, bunu yapmak için insanın kendisini unutması fikrini anlayamadım. Şimdilik bunu bir kenara not edip devam edeceğim.

Sayfa 116

“Buraya kadar hayatın anlamının her zaman değiştiğini, ancak asla sona ermediğini gösterdik. Logoterapiye göre hayatın anlamını üç farklı şekilde keşfedebiliriz: (1) bir eser yaratarak veya bir eylemde bulunarak; (2) bir şeyi deneyimleyerek veya biriyle karşılaşarak; ve (3) kaçınılmaz acılara karşı takındığımız tavırla. Bunlardan ilki, yani başarıya ulaşma veya başarma yolu oldukça açıktır. İkinci ve üçüncü yolların daha fazla detaylandırılması gerekir.

Hayatta bir anlam bulmanın ikinci yolu ise bir şeyi deneyimlemektir - iyilik, hakikat ve güzellik gibi - doğayı ve kültürü deneyimlemek ya da son olarak başka bir insanı kendi eşsizliği içinde deneyimlemektir - onu sevmek.”

Daha önce ölümsüzlüğe ulaşmak için bulunabilecek en basit çözümün ölümsüz eserler üretmek olduğunu yazmıştım. Bunun için de sanatçı, siyasetçi, sporcu vs olmanın bir yol olduğunu söylemiştim. Frankl sanırım 1. kalemde bunu kastediyor. Bunun ne kadar zor olduğunu herkes kabul eder. Sıradan insanlar için bu bir çözüm yolu değil. Şimdi Frankl’ın bu zorluğa bir çözüm önerdiğini görüyoruz. Bakalım bu çözümler nelermiş.




bottom of page