top of page

Viktor Frankl - İnsanın Anlam Arayışı - Toplama Kampı Deneyimleri - 2. Bölüm

Toplama Kampı Deneyimleri ile ilgili aldığım notları yazdığım ilk kısım uzun sürdüğü için yazıyı ikiye bölmeye karar vermiştim. Bakalım geri kalanı aktarmaya bir yazı yetecek mi?

77-79 arasındaki uzunca bir bölümü aktarmış ve bu kasımla ilgili aklıma takılanları yazmıştım. Oradan devam ediyorum.

Sayfa 81

“Aslında hapis cezası sadece belirsiz değil, aynı zamanda sınırsızdı. Tanınmış bir araştırmacı psikolog, toplama kampındaki yaşamın "geçici bir varoluş" olarak adlandırılabileceğine işaret etmiştir. Buna bir de "sınırı bilinmeyen geçici bir varoluş" tanımını ekleyebiliriz.

Yeni gelenler genellikle kamptaki koşullar hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Diğer kamplardan dönenler sessiz kalmak zorundaydı ve bazı kamplardan hiç kimse dönmemişti. Kampa girdikten sonra adamların zihinlerinde bir değişiklik meydana geliyordu. Belirsizliğin sona ermesiyle birlikte sonun belirsizliği de ortaya çıkıyordu. Bu varoluş biçiminin sona erip ermeyeceğini ya da sona erecekse ne zaman sona ereceğini öngörmek imkansızdı.

Latince finis kelimesinin iki anlamı vardır: son ya da bitiş ve ulaşılması gereken bir hedef. "Geçici varoluşunun" sonunu göremeyen bir insan, hayatta nihai bir hedefe yönelemezdi. Normal hayattaki bir insanın aksine, gelecek için yaşamayı bırakmıştır. Bu nedenle iç yaşamının tüm yapısı değişti; yaşamın diğer alanlarından bildiğimiz çürüme belirtileri ortaya çıktı. Örneğin işsiz bir işçi de benzer bir konumdadır. Varlığı geçici hale gelmiştir ve bir anlamda gelecek için yaşayamaz ya da bir hedefe yönelemez. İşsiz madenciler üzerinde yapılan araştırmalar, işsiz olmalarının bir sonucu olarak kendilerine özgü bir tür deforme olmuş zamandan -içsel zamandan- muzdarip olduklarını göstermiştir.”

"Geçici varoluş" ve "varoluşun ne zaman sona ereceğinin belirsizliği"… Bu iki tespiti çok kolay sıradan insanın hayatına aktarabiliriz. Ölümden sonra yaşama inanmanın en büyük kötülüğü nedir? Bu hayali aldatmacaya neden ihtiyaç duyduğumuzun gizemi de bu tespitte saklı. Neden ölümden sonra yaşama gibi bir şey yaratmaya ihtiyaç duyduk? 

Yukarıda yazılı olanları bir an için bir tutsağın esir kampı için yazdığını unutalım ve dünyaya gelmekle, yaşamakla ilgili olduğunu düşünelim. Yani cümleleri yeniden kurarsak şöyle birşey olabilir: 

“Aslında yaşıyor olmak sadece belirsiz değil, aynı zamanda sınırsızdı. …. bir psikolog yaşamın "geçici bir varoluş" olarak adlandırılabileceğine işaret etmiştir….. "Geçici varoluşunun" sonunu göremeyen bir insan, hayatta nihai bir hedefe yönelemezdi. Normal hayattaki bir insanın aksine, gelecek için yaşamayı bırakmıştır.

Sadece bir kaç kelimeyi değiştirdim. Sıradan insanların gelecek için yaşadığına dair elimizdeki veri nedir? Sıradan insanlar hangi gelecek için yaşarlar? Sıradan insan gelecekten neler bekler? Yaşıyor olmak neden belirsiz ve sınırsız. Aslında çok belli bir sınır var değil mi? Bu sınır o kadar belli ki kesinlikle o sınırı düşünmek kaçmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Yani ortada tam bir tezat var. Hem yaşamımızın bir sınırı olduğunu biliyoruz hem de sanki ölmeyecekmişiz gibi yaşamaya devam ediyoruz. Sınırı olduğunu bildiğimiz ama kabul etmediğimiz bir gerçeklik bu. Neden böyle yapıyoruz? Çok basit, ölmek istemiyoruz. Bu sebeple de sanki sınırı  olmayan, bitmeyecek bir hayat yaşayacakmışız gibi kandırıyoruz kendimizi. Hatta öldükten sonra tekrar yaşayacakmışız kandırmacasını da sırf bu sebeple icat etmişiz.

Yani hem belirsiz, hem de sınırsız bir hayat yaşıyoruz. Bu sebeple yaşadığımız tek hayatı geçici bir varoluş olarak algılıyoruz. Burada sorun ne? Geçici olduğu için ciddiye almıyoruz. Acaba ciddiye alsak ne olur? Acaba beceremediğimiz için mi kendimizi burası geçici esas hayat öldükten sonra başlıyor diye kandırıyoruz? Kendimiz uydurduğumuz yalana o kadar adapte etmişiz ki bu tek sahip olduğumuz en değerli şeyi değersizleştiriyoruz. Halbuki yanlış algımızı düzeltsek bu sefer gerçek bir sorunla yüzleşeceğiz. 

Gerçeği olduğu gibi net şekilde ortaya koyalım. Sonu belirli, sınırlı bir hayatımız var. Bu hayat geçici bir varoluş değil tek varoluşumuz. Gerçek bu şekilde ortaya koyulduğunda yepyeni bir pozisyon belirlememiz gerekecek. Geleceğe ertelenecek bir hayatımız yok. Tek hayatımız var. NOKTA. Varoluşumuzu geçici halden çıkarıp sabitlememiz gerekiyor. 

Şimdi bu duruma göre pozisyon almamız gerektiğinde yapmamız gereken şey ortada. Bir hedefimiz olmalı. Frankl’ın finis dediği şey. Ölmeden önce bir hedef yaratmak ve bu hedefe ulaşmak için elinden geleni yapmak. Bunun için koca bir kitabı paragraf paragraf özetlemiştim. Erich Fromm’un Kendini Savunan İnsan kitabı. Bir hedefinin olması için ilk önce kendini tanıman gerekiyor. Şimdi burada o konuya girmek istemiyorum ama kendini gerçekleştirmekten başka çaresi yok insanın. Nihai hedefe ancak o şekilde ulaşılabilir.

Sayfa 82-83

Gelecekte herhangi bir hedef göremediği için kendini düşüşe bırakan bir adam, kendini geçmişe dönük düşüncelerle meşgul buluyordu. Farklı bir bağlamda, tüm dehşetiyle bugünü daha az gerçek kılmaya yardımcı olmak için geçmişe bakma eğiliminden daha önce bahsetmiştik. Ancak şimdiki zamanı gerçekliğinden soymak belli bir tehlikeyi de beraberinde getiriyordu. Kamp hayatında olumlu bir şeyler yapma fırsatlarını, gerçekten var olan fırsatları gözden kaçırmak kolay hale geliyordu. "Geçici varlığımızı" gerçek dışı olarak görmek, mahkumların hayata tutunamamasında önemli bir etken oldu; her şey bir bakıma anlamsızlaştı. Bu tür insanlar, insana ruhsal olarak kendini aşma fırsatı verenin çoğu zaman böylesine olağanüstü zor bir dış durum olduğunu unuturlar. Kampın zorluklarını içsel güçlerinin bir testi olarak almak yerine, yaşamlarını ciddiye almadılar ve onu önemsiz bir şey olarak küçümsediler. Gözlerini kapamayı ve geçmişte yaşamayı tercih ettiler. Bu tür insanlar için hayat anlamsız hale geldi.”

Aslında düşünceyi sırasıyla takip edince günümüz insanının içine düştüğü durum çok net ortaya çıkıyor. Domino taşı gibi ilk taş yıkılınca peşi sıra tüm taşlar yıkılıyor. Gelecekte bir hedefi olmamak, bu hayatı anlamsızlaştırıyor. Geleceğe odaklanmadığı için sürekli geçmişine takılı kalıyor. Sürekli geçmişiyle, yaşadıklarıyla, başına gelenlerle kavga eden insanın anını yaşaması da mümkün olmuyor. 

İki konuyu birbirine karıştırmak istemiyorum. Şu an iki ayrı katmanda dolanıyor düşüncelerim. Birisi geçmişte acı çeken insanların durumu. Bir diğeri de temelden hayatı yanlış yorumlama durumu. İkinci söylediğim daha çok dindar bilinçle ilgili, dayatılanları kabul eden, sorgulamayan bilinçle ilgili. Bazen iki durum birbirine giriyor.

Geleceğe dair hedefi olmama hali her iki durum için de geçerli olabilir. Yani geçmişinde acı olaylar yaşayan kişinin kendisini tanıyamaması, potansiyelini bilememesi, kendisini gerçekleştirme konusunda başarısız olması. Fakat geleceğe dair planı olmama aynı zamanda ikinci durum için de geçerli. Yani öldükten sonra yaşayacağını düşünen insanın bu dünyayı anlamsızlaştırması. Bu dünyayı boş yere yaşaması. Sebepler farklı ama sonuç aynı.  

Olumlu bir şeyler yapma fırsatını kaçırmak da bir o kadar yakıcı bir sorun. İnsanlar boş şeylere o kadar çok odaklanıyor ki gerçek yapması gerekenler yapılmadan kalıyor. Ekonomideki fırsat maliyeti konusuna giriyor bu durum. Yani bir konuya yatırım yapıyorsun ama o süre zarfında aslında daha değerli olabilecek olan bir şeylere yatırım yapma şansını kaçırıyorsun. Söz konusu insanın hayatı olunca boş yerlere yapılan yatırım insanın ömründen gidiyor demektir. 10’lu- 20’li yaşlarını geçmişinle uğraşarak geçirmişsen hem anını yaşayamamış oluyorsun hem de gelecekte ulaşabileceğin doğru, anlamlı, faydalı, iyi hedeflere de ulaşamamış oluyorsun. 

Şimdi bir başka alıntıyla devam edeceğim ama şunun da farkındayım. Ben yazarın bağlamından biraz da olsa koparıyorum alıntıları. Yani yazar belki benim yazdıklarımı ifade etmiyor bu metinde. Onun bağlamı başka ama ben kendi birikimimle okuduklarımı böyle yorumluyorum. Az sonraki alıntıda da benzer bir durum olacak. Fakat şunu unutmamak gerekiyor. Viktor Frankl bu tespitleri bir tutsaklık deneyimi ardından yazıyor. Bu yazdıkları bir işkence sonrası yazılmış. Yani benim okuduklarımdan anladığım her ne olursa olsun bu yazılanların çok acı gerçekliğini gözden kaçırmamızı gerektirmiyor. Bunları yazdım, çünkü biraz huzursuz hissediyorum. Frankl nelerden bahsediyor sen neler yazıyorsun denmesinden korkuyorum. Çünkü birçok yerde yazarın kastetmediği şeyleri söylüyor oluyorum.  

Sayfa 83

“Bunu değiştirerek, toplama kampındaki çoğu erkeğin hayatın gerçek fırsatlarının geçtiğine inandığını söyleyebiliriz. Oysa gerçekte bir fırsat ve bir meydan okuma vardı. Kişi bu deneyimlerden bir zafer çıkararak hayatı içsel bir zafere dönüştürebilir ya da mahkumların çoğunun yaptığı gibi bu meydan okumayı görmezden gelip sadece bitkisel hayata girebilirdi.”

Geçmişinde acı deneyimi olanların hayıflanmalarını yadırgamamak gerek. Neticede birileri çok daha düzgün koşullarda büyümüşken başına acı şeyler gelenler bu imkandan yoksun kalmış oluyorlar. Yani acı çekmiş olmayı yüceltmenin de bir manası yok. Acı fetişine gerek yok. Tabi ki tüm acı çekenler keşke bu acıları yaşamamış olsalardı. Fakat bu tespiti de yaptıktan sonra nokta koyamayız cümleye. Devam etmek zorundayız. Kendimize yeterince hak verip, hayıflanıp, keşkelenip yolumuza da devam etmemiz gerekiyor. 

Başına gelen kötü şeye ağlayarak devam etmek mümkün değil. Geçmişe takılarak devam etmek mümkün değil. Daha doğrusu mümkün ama çözümsel değil. Yani mümkün ama faydası yok. Şu an sana acı veren şeyler yaşıyor olabilirsin yada geçmişte yaşamış olabilirsin. Bu durumu iki türlü algılamak mümkün ya şu an nasılsa o şekilde olmaya devam eder yada bunu değiştirmek için bir şeyler yaparsın. Ve yaptığın bir şeyler bir anda olmuyor. Bir sihirli değnek yok. Bir anda her şey güllük gülistanlık olmuyor. 

Tercih şu: iyi bir insan mı olacaksın, kötü mü, vicdansız mı, vicdanlı mı, amaçlı mı, amaçsız mı? Kendini geliştirme fırsatı olarak görürsen yaşadığın tüm bu aptalca, acımasızca, gerzekce, iğrenç şeyler boşa gitmemiş olacak. Bu biraz da nasıl algıladığımızla ilgili. Belki Polyannacılık, belki aşırı iyimserlik, belki aptalca ama diğer alternatife göre seni ileriye götürecek bir bakış. Çünkü diğer alternatifde ne var? Depresyon mu var? Keyifsiz bir hayat mı var? Boşa geçen bir ömür mü var? Kendini gerçekleştirememe mi var? Hiç bir işe yaramayan bir hayat mı var? Diğer alternatif sana ne sunuyor? Ya yaşadığın acılara vahlanıp herhangi bir olumlu yöne gitmezsin yada ne yapalım benim de kaderim buymuş deyip her ne yaşamış olursan ol yolunu çizmeye uğraşırsın. 

Son cümlede kurduğum kaderin kesinlikle dini bir anlamı yok bu arada. Çünkü dini anlamdaki kader tamamen insanı pasifleştiren bir şey. Burada yaşanan yaşanmıştır, değiştirilemez anlamında kullanıyorum. Yani bir kez yaşadın veya o an yaşıyorsun ve bunu değiştirmek geçmişte senin elinde değildi ve şu anda da değil. Yani hayat maalesef çoğunlukla bizim inisiyatifimiz dışındaki şeylerle şekilleniyor. Doğduğumuz aile, mahalle, köy, şehir, ülke… bunlar bizim elimizde değil. Bir şekilde bu topluma doğduk. Viktor Frankl ve onun gibi diğer Yahudilerin başına gelen o iğrenç şeylerin sorumlusu kendileri değildi ki. Aynen bizler de içine doğduğumuz aileyi seçmedik ki. Bize kötü davranan anne, babaları seçmedik. Bize kötü davranan, bize acı çektiren insanlar bizim hayatımıza bizim tercihimizle girmediler. İşte bu seçememe haline kader diyorum.   

Sayfa 83

 İnsanın yalnızca geleceğe bakarak yaşayabilme özelliği, sub specie aeternitatis bakış açısıyla, hayatının en zor anlarında onun kurtuluşudur.”

Kitapta burada geçen latince tabirin açıklaması yok. Ben baktım şu anlama geliyormuş: "Sub specie aeternitatis" Latince bir ifadedir ve "ebediyet bakış açısıyla" anlamına gelir. Bu ifade, insanın hayatına ebediyet perspektifinden bakma yeteneğiyle ilgilidir, yani zor anlarda bile geleceğe umutla bakarak yaşamanın kurtuluş olduğunu vurgular.

Sayfa 85

“Spinoza Etika'sında ne diyor? - "Affectus, qui passio est, desinit esse passio simulatque eius claram et distinctam formamus ideam." Acı olan duygu, biz onun açık ve kesin bir resmini oluşturduğumuz anda acı olmaktan çıkar.

Sayfa 85

“Geleceğe - kendi geleceğine - olan inancını yitirmiş olan mahkûmun sonu gelmişti. Geleceğe olan inancını kaybetmesiyle birlikte, ruhsal tutunmasını da kaybetti; kendini düşüşe bıraktı ve zihinsel ve fiziksel çürümeye maruz kaldı.”

Aynı şeyleri tekrarlamayacağım ama Viktor Frankl’ın geleceği önemseme konusu üstünde ne kadar çok durduğunu görebiliyoruz. Eğer umut olmazsa insan devam edemiyor. 

Sayfa 86

“Bir insanın zihin durumu - cesareti ve umudu ya da bunların eksikliği - ile bedeninin bağışıklık durumu arasındaki bağlantının ne kadar yakın olduğunu bilenler, umudun ve cesaretin aniden yitirilmesinin ölümcül bir etkisi olabileceğini anlayacaktır.” 

Bir başka uzun alıntı daha.

Sayfa 87-88

“Daha önce de söylediğimiz gibi, kamptaki bir insanın içsel gücünü geri kazanmaya yönelik her girişim, öncelikle ona gelecekteki bir hedefi göstermeyi başarmak zorundaydı. Nietzsche'nin "Uğruna yaşayacağı bir nedeni olan kişi, neredeyse her türlü nasıla katlanabilir" sözü, mahkumlara yönelik tüm psikoterapi ve psikohijyenik çabalar için yol gösterici bir slogan olabilirdi. Ne zaman bir fırsat olsa, varoluşlarının korkunçluğuna katlanabilmeleri için onları güçlendirmek amacıyla onlara yaşamları için bir neden - bir amaç - vermek gerekirdi. Hayatında artık bir anlam, bir amaç, bir gaye görmeyen ve bu nedenle de devam etmenin bir anlamı olmayan kişinin vay haline. Çok geçmeden kaybolmuştur. Böyle bir adamın tüm cesaretlendirici argümanları reddettiği tipik yanıt şuydu: "Artık hayattan hiçbir beklentim yok." Buna ne tür bir yanıt verilebilir ki?

Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, hayata karşı tutumumuzda köklü bir değişiklikti. Bizim hayattan ne beklediğimizin değil, hayatın bizden ne beklediğinin önemli olduğunu hem kendimiz öğrenmeli hem de umutsuzluğa kapılmış insanlara öğretmeliydik. Hayatın anlamını sormayı bırakmalı ve bunun yerine kendimizi hayat tarafından her gün ve her saat sorgulanan kişiler olarak düşünmeliydik. Cevabımız konuşma ve meditasyondan değil, doğru eylem ve doğru davranıştan oluşmalıdır. Yaşam nihayetinde, sorunlarına doğru cevabı bulma ve her birey için sürekli olarak belirlediği görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek demektir.

Bu görevler ve dolayısıyla yaşamın anlamı insandan insana ve andan ana farklılık gösterir. Dolayısıyla hayatın anlamını genel bir şekilde tanımlamak mümkün değildir. Hayatın anlamına ilişkin sorular asla genel ifadelerle yanıtlanamaz. "Yaşam" belirsiz bir şey değil, çok gerçek ve somut bir şey anlamına gelir, tıpkı yaşamın görevlerinin de çok gerçek ve somut olması gibi. Bunlar, her birey için farklı ve benzersiz olan insanın kaderini oluşturur. Hiçbir insan ve hiçbir kader başka bir insanla ya da başka bir kaderle kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrar etmez ve her durum farklı bir yanıt gerektirir. Bazen bir insanın kendini içinde bulduğu durum, eylem yoluyla kendi kaderini şekillendirmesini gerektirebilir. Diğer zamanlarda ise tefekkür için bir fırsattan yararlanması ve varlıkları bu şekilde gerçekleştirmesi onun için daha avantajlıdır. Bazen de insanın sadece kaderi kabullenmesi, çarmıhına katlanması gerekebilir. Her durum benzersizliğiyle ayırt edilir ve eldeki durumun ortaya çıkardığı soruna her zaman yalnızca tek bir doğru yanıt vardır.”

Nietzsche herhalde Ferhat ile Şirin hikayesini bilmiyordu ama biz çok iyi biliriz ki aşkı için insan dağları bile deler. Yani eğer ulaşmak istediğin bir hedef varsa sorgulamadan ne yapman gerekiyorsa yapıyorsun. Mesele kendine bu denli büyük bir hedef bulabilmek. Zaten Frankl da az sonra bunu diyor. Her insanın kendine ait bir yaşama anlamı bulması gerekir diyor. Fakat burada enteresan bir bakış var, onun üstüne birkaç söz söylemem gerek.

“Bizim hayattan ne beklediğimizin değil, hayatın bizden ne beklediğinin önemli olduğu”  Hayatın bizden bir şey beklemesi ne demek? Buradaki ilişkiyi bir fıkra ile anlamak mümkün.

Bir savaş gemisi karanlık ve sisli bir gecede yol alıyormuş. Derken kaptan köşkündeki komutan tam karşıda ve uzakta üzerlerine doğru gelen bir ışık fark etmiş. Hemen karşı tarafa sinyal göndererek şu mesajı geçmiş:

-"Derhal rotanızı değiştirin" Karşıdan cevap gelmiş:

-"Siz rotanızı değiştirin!" Komutan şaşırmış, biraz da sinirlenmiş, mesajı tekrarlamış:

-"Rotanı derhal değiştir, biz bir savaş gemisiyiz, rotanızı değiştirmediğiniz takdirde size ateş açmak zorunda kalacağız!" Karşıdan cevap:

-"Burası da bir deniz feneri.. Sen rotanı bir an önce değiştirmezsen birazdan kayalara çarpacaksın."

Hayat biraz da deniz feneri gibi, o durduğu yerde duruyor. Bizim onun duruşuna göre pozisyon almamız ve doğru davranışı sergilememiz gerekiyor. Yani hayatla inatlaşırsan her seferinde hayat kazanıyor. Çünkü o değişmiyor. Onun talepleri belli. Sen üstüne düşeni yaptığın sürece yaşamaya devam edebiliyorsun yok eğer hayatın gereklerini yerine getirmezsen karaya oturman kaçınılmaz. 

Metafordan çıkıp gerçekliğe dönersek ne anlamamız gerek? Sırayla gidelim: İlk olarak, Hayatın bizden ne istediğini görmemiz gerekiyor. Eğer ne istediğini  göremezsek ikinci adıma geçemiyoruz. Hayat adında üstünde yaşamaya devam etmek üzerine kurulu. Yani dünya üzerindeki tüm canlıların ilk görevi hayatta kalabilmek. Bunun için de yemek yemiz, su içmemiz temel ihtiyaçlarımızı karşılamamız gerekiyor. Yani hayat bizde yemek yememizi bekliyor. Ne kadar basit değil mi? Peki yemek bulmak o kadar basit mi? Milyon yıllık evrimimizden neler öğrendik. Beslenme piramidinde İnsanı şu anda diğer tüm canlıların üstüne konumlandıran ne? Herhalde şu anda dünyada insandan daha fazla yemek yiyen bir canlı türü yoktur. (Ne kadar acı ki yine aynı dünyada yemek bulamadığı için ölen insanlar da var. Bu bambaşka bir konu, o yüzden kendimi dağıtmak istemiyorum) 

Hayat bizden yemek yiyip, hayatta kalmamızı bekliyor. Daha doğrusu hayat diye somut bir şey yok ama hayat dediğimiz şey bu. Çünkü hayat tüm insanlardan bir şey beklerken kişisel olarak bizlerden de bir şeyler bekliyor. Çünkü hayatta kalabilmek için bir kaç özelliğimiz kullanıyoruz. Zaten bu da bizi diğer canlılardan farklılaştıran bir yere koyuyor. Bizler diğer fiziksel özelliklerimiz yerine beynimizi geliştirmiş bir canlı türüyüz. Yani aklımızı diğer canlılardan farklı kullanıyoruz. Öğrenme ve öğretebilme kabiliyetimiz rakipsiz. Dil yeteneğimiz rakipsiz. Organizasyon ve işbirliği yeteneğimiz çok gelişmiş. Bizler bir arada kalarak hayatta kalabilen canlılarız. Çünkü hayatın bizden beklediği ikinci genel şey üremek. Yani kendini kopyalamak. Bu sayede sen ölsen de senin genetik kodların yoluna devam ediyor.   

Hayatta kalabilmek ve bunu grup halinde becermenin maalesef bazı bedelleri var. Bir arada yaşamak hayatın beklediği bir şey değil ama bizler bu şekilde bir çözüm üretmişiz. Grup olarak inanılmaz işe yarayan bir şey ki bugün dünyada 8 milyar insan var. Yani kanıtı ortada. Ama bu grup olma halinin çok büyük bir dezavantajı da var. Grup içinde ve gruplar arasında çıkar çatışması çıkması kaçınılmaz.

Yaşadığımız hemen hemen tüm acıların sebebi yine bizleriz. Yani bir insanın bir başkasına yaptığı kötülüğün sonuçlarını yaşıyoruz. Hayat toplam olarak bizden hayatta kalmayı ve üremeyi beklerken biz de bunu en iyi şekilde yapabilmişken sorun nerede? Çünkü hayat bize eşit şansta imkan sunmuyor. Hayat deniz feneri gibi ama bizler farklı özelliklerde insanlar olarak bu deniz feneri ile muhatap oluyoruz.

 İkinci olarak hayatın bizden istediği şeye sahip olmamız gerekiyor. Eğer hayatta kalmak için gerekli donanımlara sahip değilsek hayat karşısında başarısız olmamız kaçınılmaz. İkinci adımın gerekliliğini yerine getirmek için ne yapmak gerekiyor? Yani hayatın bizden ne istediğini gördük ve bunun için bazı donanımlara sahip olmamız gerek. O donanımlar neler? O donanımlara nasıl sahip oluyoruz.

Frankl’ın da dediği gibi hayat bizde aslında hep aynı şeyi bekliyor. Ama bizim pozisyonumuz göreceli olarak farklı olduğu için bu beklentiyi karşılama konusunda çözümler üretmemiz gerekiyor. Yiteceğe ulaşmak bundan 100 bin yıl önce bazı donanımlar gerektiriyordu, 10 yıl önce başka donanımlar, 100 yıl önce de başka. Bugün ise karnımızı doyurmak için müthiş bir rekabet içindeyiz. 

İnsanlık olarak grup olarak yaşama konusunu abarttıkça abarttık. İlk  başlarda 50-100 kişilik gruplar hayatta kalmak için yeterliydi. Sonra tarımı keşfettik. Şehirler kurmaya başladık. Nüfusumuz artmaya başladı. Kalabalıklaşmaya başladık. Tam bir kısır döngüydü bu daha çok ürettikçe nüfusumuz artıyor, nüfusumuz arttıkça daha çok üretmemiz gerekiyor. İnsan gücü bu üretime yetmeyince makina gücünü devreye soktuk. Makinalar üretimi daha da verimli hale getirdi ve iş çığrından çıktı. Tüm bu hengame içinde tek tek insanlar ne yapıyordu? İşte kendilerinden hayatın beklediği şeyleri karşılayabilmek için çabalayıp duruyorlardı. Çünkü bir düzenin içine doğuyorduk ve bu düzenin ne yönde gideceğine dair en ufak bir gücümüz olmadığından bir hamur teknesinin içinde yoğrulan hamur gibi eğilip bükülüyorduk.

Hamur teknesindeki merdane hiç durmadan dönüyordu. Bizler de o toplam hamur içindeki herhangi bir hamur olarak hayatta kalmaya çalışyorduk. Bundan 10 kuşak önceki dedemiz ve ninemiz de aynen bugünkü biler gibi hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Yani bizler birilerinde aldığımız miraslarla hayata katılıyoruz. Bu miraslar da sahip olduğumuz donanımın kaynağı. Hem genetik olarak bir donanıma sahibiz hem de kültürel olarak. Sahip olduğumuz sermayeler bizim hayatı nasıl yaşayacağımızı da belirliyor. 

Bir insan nelerden oluşur? Bir aklı vardır, karakteri vardır, duyguları vardır. Hayatın bizden beklediği şeyleri karşılayabilmek için elimizdeki üç malzeme budur. Bunların ne kadarını atalarımızdan miras alırız ne kadarı doğduktan sonra yaşadıklarımız tarafından şekillendirilir? Bunun için net sayılar yok. Genel olarak bizi biz yapan özelliklerin bir kısmı genetik bir kısmı çevreseldir derler. Tamam belki tam bir sayı vermek mümkün değil ama ben genetiğin daha etkili olduğunu düşünüyorum. 

Hayatın bizden beklediği şeyleri bir kez daha netleştirip donanım konusu ile bağlayacağım. Hayat bizden okula gitmemizi bekler; okulda çocuklarla iletişime girmemizi ve onlarla baş etmemizi bekler; iyi bir eğitim almamızı; bir meslek sahibi olmamızı; bir sevgili edinmemizi; çocuklarımız olmasını; vergilerimizi ödememizi; öğrenmemizi; bilgi edinmemizi; bilgi üretmemizi; çocuğumuz kötü insanlardan korumamızı; canımızı yakan insanlardan hesap sormamızı; tatile çıkmamızı; araba sürmemizi; trafiğe katlanmamızı; müdürümüzle ilişkimizi iyi tutmamızı; oy vermemizi; doğayı korumamızı; çocuğumuz kitap okumamızı; eşimizle sevişmemizi; elektrik faturamızı ödememizi, bulaşık yıkamamızı…. daha fazla uzatmaya gerek var mı? Bunların hepsini her zaman beklemez, her birini belli bir zamanı, belli bir yeri vardır. Ama yaşamak dediğimiz şey de bu değil mi?  

Sahip olduğumuz donanımla bu beklentileri karşılamamız gerekiyor. Doğuştan sahip olduğumuz özellikler ile sonradan edindiğimiz özellikler birleşiyor ve bu donanımı oluşturuyor. Bazılarımızın donanımı çok güçlü olabiliyor, bazılarımız ise çok az donanımla hayatın beklentilerini karşılamaya çalışıyoruz. Bu donanıma sahip olma ile ilgili de Erich Fromm’un kitap değerlendirmesini yazarken çok detaylı yazmıştım. Şimdi tekrar etmek istemiyorum. 

Sayfa 88

“Bir insan acı çekmenin kaderi olduğunu anladığında, çektiği acıyı görevi olarak kabul etmek zorunda kalacaktır; tek ve eşsiz görevi. Acı çekerken bile evrende eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Hiç kimse onu acılarından kurtaramaz ya da onun yerine acı çekemez. Onun eşsiz fırsatı, yükünü taşıma biçiminde yatmaktadır.”

Kitabın bu paragrafı az önceki uzun alıntının hemen arkasında. Bu paragrafı o uzun kısımdan özellikle ayırdım. Çünkü burada yazılı olanlar beni huzursuz etti. Kitabı okurken de kitap kenarına soru işareti koyup “bu kısım içime sinmiyor” diye not aldım. Sinmeyen ne? Neden bu yazanları kabul edemiyorum? İlk aklıma gelen daha önce de yazdığım gibi empati yapamıyorum. Bir acıyı sonradan anmak ile acıyı birebir yaşamak farklı şeyler. Ben geçmişte yaşadığım acı deneyimleri yaşarken onları bu sıfatla adlandırmıyordum. Hatta bir adı bile yoktu benim için. Benim için o çocuk halimle yaşadığım şeyler hayatın kendisi idi. Başka bir alternatif yoktu benim için. Kıyaslayabileceğim bir referans yoktu. Dolayısı ile ne kadar üzülsem de, kırılsam da, depresyona girsem de, kabuslar görsem de o benim tek bildiğim şeydi. Zaten değiştirebilme yeteneği ve imkanından da yoksundum. Güya beni sevdiğini söyleyen insanlar bildiklerin yapıyorlardı ama bildikleri şey çok yanlıştı. Çünkü o yaptıklarını bana kötülük olsun diye de yapmıyorlardı. Onlar öyle yapıyorlardı ve yaptıkları kötüydü. Birisi dışarıdan onları uyarsa ve bu yaptığınız yanlış dese belki yapmazlardı da. Ama ne kimse onlara yapmayın dedi, ne de onlar yaptıklarının yanlış olduğunu düşündüler.

İnsanların neyi, niye yaşadıklarını bilmeden, öylesine yaşadıklarını biliyorum. Bir yüzde vermek güç ama 100 kişiden 902ı yaptıkları şeyi bilinçli olarak yapmıyorlar. Bir şekilde kendilerine öğretileni hayata geçiriyorlar. Bu yaptığım doğru mu, yanlış mı çocuğuma zarar veriyor muyum demiyorlar. Hatta bazıları iyi çocuk yetiştirmek için kafa bile yoruyor ama yine de doğru olanı yapamıyorlar, NEDEN?

Neden insanlar bu şekilde? Bu çok uzun bir konu bunu da yine aynı seride ele aldığım için burada lafı uzatmayacağım. Sadece az önceki alıntıda yazdığım şey burada da geçerli. Yeterli donanıma sahip olmayan insanlar hayatın kendilerinden beklediği şeyleri karşılayamıyorlar.

Frankl’in bu alıntısı aslında itiraz edilecek bir şey değil. Eğer har gün işkence görüyorsan ve bir de üstüne sütlük bunun ne zaman biteceğini de bilmeden… bu durum da en akılcı şey bunu kabul etmek. Diğer türlü intihar kaçınılmaz. Bir insan nereye kadar sorgulayabilir. Sorguladığın halde bir çözüm üretemiyorsan sorgulamanın da anlamı kalmıyor. Başıma neden bunlar geliyor diye düşünmenin sana direkt bir faydası yoksa içinde olduğun şartları eleştirmenin bir faydası da olmuyor. Bu durumda belki çok arabesk ama acı çekmek tek hayatta kalma biçimi ise hayat o an için senden bunu bekliyorsa katlanmaktan başka çare yok. “İyi ama, şöyle; iyi ama, böyle…” diye başlayan tüm cümleler anlamını yitiriyor. 

Bir an önce yeni duruma adapte olup yapılması gerekenleri yapmaktan başka çaremiz yok. Uzun bir süredir kesinlikle haketmediğimizi düşündüğüm insanlar tarafından yönetiliyoruz. Bu şekilde yönetilen bir ülkenin bir ferdi olmaktan dolayı çok üzgünüm. Ne yaşarsak yaşayalım yönetim değişmiyor. Bir çok kişi Frankl gibi esir kampında kendisini tutsak gibi hissediyor. Çevremdeki arkadaşlarla konuştuğumda hep sonunda hayal kırıklığı ile biten sohbetler yapıyoruz ama bazen diyorum ki bir gün değişecek. Değişmeli. Diğer türlü devam edecek gücü kalmıyor ve insan depresyona giriyor. Şimdilik bunları yaşamamız gerekiyormuş diyerek yolumuza devam edeceğiz. 

Bu da kitaptan yaptığım ikinci uzun alıntıydı. Bir kaç yerin daha altını çizmiştim. Onları da aktarıp beklediğimden de uzun olan bu yazıyı bitireceğim.

Sayfa 90

“Her bireyi birbirinden ayıran ve varlığına anlam katan bu teklik ve biriciklik, insan sevgisinde olduğu kadar yaratıcı çalışmalar üzerinde de etkilidir. Kişinin yerini almanın imkânsızlığı fark edildiğinde, insanın kendi varoluşu ve bunun devamı için sahip olduğu sorumluluk tüm büyüklüğüyle ortaya çıkar. Kendisini sevgiyle bekleyen bir insana ya da tamamlanmamış bir esere karşı taşıdığı sorumluluğun bilincine varan bir insan, hayatını asla bir kenara atamaz. Varlığının "nedenini" bilir ve neredeyse her "nasıla" katlanabilir.”

Benim yerimi kimse dolduramaz diye düşündüğümde aklıma sadece oğlum geliyor. Sanırım insana yaşama amacı vermesi bakımından çocuk sahibi olmak herhalde en üst sıradadır. Sebebi de çok açık, çünkü bir insana kendisini biricik hissettirebilen çok az şey var. Eğer dahi bir bilim insanı değilsen, şaheserler üreten bir sanatçı değilsen sıradan her hangi bir kişiysen biriciklik sıfatına ulaşma şansın çok az. 

Toplama Kampı Deneyimleri kısmının son bölümüne geldik. Burada 3. evre olan tutsağın serbest bırakıldıktan sonraki psikolojisi bölümü var.

Sayfa 98:

“Kelimenin tam anlamıyla memnuniyet duyma yetimizi kaybetmiştik ve bunu yavaş yavaş yeniden öğrenmek zorundaydık.”

Sayfa 99:

“Ama o gün, o saatte yeni hayatımın başladığını biliyorum. Yeniden bir insan olana kadar adım adım ilerledim.”

Sayfa 100

“Bu adamlar ancak yavaş yavaş, kendilerine yanlış yapılmış olsa bile hiç kimsenin yanlış yapmaya hakkı olmadığı şeklindeki sıradan gerçeğe geri döndürülebildi.”

Sayfa 102

“Kampta hepimiz birbirimize, çektiğimiz tüm acıları telafi edebilecek dünyevi bir mutluluk olamayacağını söyledik. Mutluluğu ummuyorduk - bize cesaret veren ve acılarımıza, fedakarlıklarımıza ve ölmemize anlam katan şey bu değildi. Yine de mutsuzluğa hazırlıklı değildik. Azımsanmayacak sayıda mahkumu bekleyen bu hayal kırıklığı, bu adamların üstesinden gelmekte çok zorlandığı ve bir psikiyatrist için de üstesinden gelmelerine yardımcı olmanın çok zor olduğu bir deneyimdi.”

Bu ilk kısım burada son buldu. Bundan sonra ne yaşarsam yaşayayım bundan daha mutsuz olamam dediğin anda tekrar mutsuz olabilmek çok ilginç. Yani insan mutlu olmayı belki hayal etmiyor olabilir ama mutsuz olmayı da düşünmemişler. Fakat gel gör ki hayat insana karşı gerçekten çok acımasız. Aslında yine az önceki tartışmaya geliyoruz. Hayat orada bize bir şeyler yaşatıyor ve biz bazen ne yaparsak yapalım hazır olamıyoruz. Yani hadi bak tüm donanımlara sahibim bana bir şey olmaz artık diyebilecek bir durumumuz yok. 

Hayat kesinlikle hazırlıklı olunabilecek bir şey değil. Hatta ben hazırım diyen daha çok tokat yiyor. Bu durumda gözü açık olup hayat ne gerektiriyorsa o an bir çözüm bulup o ana uygulamaya geçmek gerekiyor. Bunu da herkesin yapması mümkün değil.

Not: Belki en başta söylemeliydim ama şimdi aklıma geldi. Tüm alıntıları ingilizce kitaptan çevirerek koydum. Türkçe çeviri pek içime sinmedi. Gerçi kitabı türkçe okudum ama alıntı yapmaya gelince ingilizcesi ile kıyaslama ihtiyacı hissettim ve ingilizcesinin biraz farklı olduğunu gördüm. Bir diğer not da tüm kalın ve italikler bana ait kitapta böyle bir şey yok. Kendimce önemsediğim yerleri belirtmek için kalın ve italik yaptım. 

İkinci Kısım. Ana Hatlarıyla Logoterapiye geçiyorum. 



bottom of page