top of page

TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİ KİTAP ELEŞTİRİSİ VE DEĞERLENDİRMESİ (9. Yazı)

Güncelleme tarihi: 9 Ağu 2022

Bu bölüm çok uzun, asıl önemlisi belki de en çok yıldızlı notlar aldığım kısım da burası. Şimdiye kadarki bölüm giriş gibiydi. Asıl bu bölümden sonra kitapta çarpıcı tespitler var. Belki 2 veya daha fazla yazı yazmam gerekebilir. Bu bölümdeki konularla ilgili benim söylemek istediklerim de çok.


Sayfa 205-206:

“Kişi neden Türkleşir? Türklük imtiyazlarıyla Türkleşme arasındaki bağlantı nedir? Kişi nasıl Türkleşir? Sözleşmeye dahil olmak için ne gibi Türklük performansları ve Türklük stratejileri geliştirilir? Bunlar, belli bir toplumsal doğallık içerisinde nasıl Türklük hallerine ve karakterine dönüşür? Kişi neyi nasıl görür neyi nasıl görmez, nasıl bilgilenir nasıl bilgilenmez, neyle ilgilenir neyle ilgilenmez, nasıl duygulanır nasıl duygulanmaz? Türklük zihne ve bedene nasıl işler? En özel ve bireysel görünen bilgilenme ve duygulanma biçimleri ile en genel ve toplumsal olan arasındaki bağlantı nedir? Güncel olanla tarihsel olan arasındaki bağlantı nedir?”


İçine doğduğumuz toplum bizi şekillendiriyor. Milliyetçiliği anlamlı bulmamamın ve sonraki aşamada milliyetçiliği zararlı görmemin sebebi bu. Madem içine doğduğumuz topluma göre hallerimiz ve performansımız değişiyor o zaman gerçekten sanal bir şeyden bahsediyoruz. Yani "milliyet" öğrenilen bir şey, yüklenilen bir şey. O vakit, bu kadar değişken olan şeye gereğinden fazla anlam yüklemenin zarar verici olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de doğdum diye Türklüğün diğer milletlerden daha üstün, değerli ve anlamı olduğunu düşünmek doğru değil. Aynı ben, doğduğum gün Fransa'ya gitmiş olsam bir Fransız gibi büyüsem o zaman Fransayı mı daha değerli görecektim? Bu kadar basit.


Hangi toplumun içine doğuyorsak kaçınılmaz olarak o toplumun kültürünü alıyoruz. Türkiyede de (diğer bütün ülkelerde olduğu gibi) devlet, vatandaşlarını biçimlendirmeye çalışıyor. Devletin vatandaşı olan bir grup insana ortak hedefler vermeye çalışıyor. Bir grup insanı benzer kılmaya çalışıyor. Çünkü birbirine benzeyen bir grubu yönetmek daha kolay. Harmoni içinde olan bir grubu yönetmek daha kolay. Birbirinden uyumsuz insanları bir arada tutmak güç. Bu sebeple insanları birbirine benzetmek en kolay çözüm.


Sayfa 208-209:

“Türk olmak, belli şekillerde konuşmayı, düşünmeyi, görmeyi, bilgilenmeyi ve duygulanmayı öğrenmek demektir; çünkü Türklük Sözleşmesi'ne dahil olan ve dolayısıyla sözleşmeden faydalanmak isteyen kişilerden belli şeyleri yapmak anlamında bazı po­zitif performanslar beklenir. Bu performanslar, kişinin içinde bulunduğu toplumsal sınıfa, çalıştığı alan ve kuruma ve siyasal konjonktüre göre farklılaşır. Fakat herkesten beklenen sınıflar­ üstü ve ideolojiler-üstü temel bir performans da vardır: Türkçe konuşmak. Dolayısıyla Türklüğün doğuştan gelen temel şartı Müslümanlıksa, öğrenilen temel şartı da Türkçe konuşmaktır. Bireyler en başta Türkçe konuşarak Türkleşirler ve Türklük Sözleşmesi'ne katılma şansına erişirler. ……… Bir dili konuş­mayı bırakan kişi eğer gerçekten bırakmışsa, yani sadece kamusal hayatta değil ama özel hayatında da o dili konuşmamaya baş­lamışsa, o dilde düşünmeyi ve duygulanmayı da bırakır. Artık yeni bir dilde düşünmeye ve duygulanmaya başlamıştır. Dolayısıyla dilsel geçiş, başka bir düşünce ve duygu dünyasına da geçiş yapmak anlamına gelir. Nitekim modern ulus-devletlerin tek dil üzerine yaptıkları vurgu, sadece kişilerin iletişimini kolaylaştırmak ve sadakatini ölçmek için değildir; asıl amaç, ortak görme, düşünme ve duygulanma şemaları yaratmaktır.' Başka bir şe­kilde söylersem, beklenen asıl performans belli şekilde konuş­mak değil, belli şekilde görmek, düşünmek ve duygulanmaktır”


Aslına bakacak olursak Milliyetçiliğin uydurma bir şey olduğunu söylediğin anda en az Türk olmak kadar Kürt olmak da anlamsız hale geliyor. Ama sen böyle düşünüyorsun diye doğru olanın bu olduğu anlamına gelmiyor. Bir toplum içinde yaşıyoruz. İçinde bulunduğun toplumun çok büyük bir kısmı (diyelim %90’ı) milliyetçiliğe önem veriyor ve hayatına bu sayede anlam katıyorsa senin "yapmayın, bu saçma" demenin de anlamı olmuyor. İnsanlar konuştuğu dilin, etnik kökeninin değerli olduğunu düşünüyor. Bir Kürt’e "sen de Türkçe konuşsan ne olur" demenin hiçbir anlamı yok. O kişi Kürt olarak doğmuş ve sen ne kadar kendini Türk hissediyorsan o da kendisini Kürt hissediyor. Sen ne kadar annenle Türkçe anlaşıyorsan o da annesiyle Kürtçe anlaşmak istiyor.


Devlet insanları kolay yönetmek için tek dile indirgemek isteyebilir ama bu isteğin doğru bir istek olduğunu tartışmak yanlış olur. Ortak bir dil bir çok şeyi kolaylaştırır ama bir insan kendini evinde hissetmek için annesinin dilinde konuşmak istiyorsa “Büyük Devlet” bu imkanı her bir vatandaşına sağlamak zorundadır. İsviçre yapabiliyorsa diğer tüm devletler de yapabilir.


Sayfa 211:

Pierre Bourdieu strateji nosyonuyla, kişinin belli bir alanda izlediği ve -o alana uyum sağlamasıyla oluşmuş sistematik yatkınlıkları/eğilimleri (habitus) sayesinde belli düzenlilikler gösteren, içselleştirildiği ölçüde de bilinçdışı olan bir eylem hattını kasteder. Her alanda farklı bir sermaye türü egemendir. Örneğin siyasette sosyal sermaye, ekonomide ekonomik sermaye ya da akademide kültürel-bilimsel sermaye öne çıkabilir. Her alanın ve alanlar içindeki kurumların kendilerine has yer edinebilme ve yükselebilme kuralları vardır. Dahası, her alan aynı zamanda bir mücadele alanıdır; alandaki farklı aktörler ve toplumsal konumlar o alanın kuralları içinde birbirleriyle mücadele ederler, alanın kontrolünü kazanmaya çalışırlar. Bu anlamda alan kendine özgü bir oyunun oynandığı bir sahadır. Aktörler, birbirleriyle re­kabet etseler de, oyunun kuralları üzerinde mutabıktırlar ve oyunun bilgisi ve sezgisine sahiptirler. İşte kişi, bu oyun bilgisi ve sezgisiyle, çıkarı ve beklentileri olduğu o alana yatırım yapar, o alanda belli bir eylem hattı izler. Strateji, habitus ve oyun gibi kavramların aralıksız yapılan bir rasyonel kar/zarar hesabını imlemediğini tekrar vurgulamak istiyorum. Söz konusu olan, kişinin içinde bulunduğu, yaşadığı ve çalıştığı alanlarda, oyun alanlarında, kendisini "sudaki balık" gibi hissetmesidir: "Suyun ağırlığını hissetmez ve etrafındaki dünyayı çok doğal sayar."


Bu konuyu çok önemsiyorum. Daha önce de yazdım. İçine doğduğumuz aile, mahalle, şehir, ülke kim olduğumuzu etkiliyor. Çok tekrar ediyorum ama çok önemli olduğunu düşündüğümden…. Aynı ben, başka bir ailede dünyaya gelsem bambaşka olacaktım. Aile kadar belki de daha da çok etkileyen ise içine doğduğumuz devletler. Devlet öyle bir güce sahip ki seni rezil de edebilir, vezir de. (Maalesef bizim ülkemizde daha çok rezil etme yönünde işliyor devletin kurumları) Bu ülkede hangi toplumsal kesim içinde dünyaya geldiğin o kadar önemli ki. Türk olmak, Kürt olmak, İstanbul'da doğan bir Kürt olmak, Şırmak’da doğan bir Kürt olmak, İstanbul’da bir müteahhit çocuğu olan bir Kürt olarak doğmak, Şırnak’da kıt kanaat geçinen, 10 çocuklu bir ailenin bir kız çocuğu olarak doğmak.


Kültürel, sosyal, ekonomik sermayeler nasıl bir hayat yaşayacağımızı çok etkiliyor. Birilerinin sahip olduğu imkanlara 100 birim dersek, bir başkası 5 birim ile dünyaya gelmiş olabiliyor. Peki ideal bir devletin görevi nedir? Bu imkan farkları arasındaki makası daraltmak değil mi? Tabii ki ideal şartlardan bahsediyorum ama devletin en azından niyeti bu olmalı. Yani İstanbul'da doğan (coğrafi sermaye (böyle bir şey yok ama neden olmasın)), anne babası doktoralı olan (kültürel/sosyal sermaye), aylık ortalama geliri 5000 dolar (ekonomik sermaye) olan bir çocuk ile Şırnak’da doğan, anne babası eğitimsiz, aylık geliri 200 dolar olan çocuk arasındaki bu farkın (günümüzde olan durumdan bahsediyorum) bu derece yüksek olmamasını sağlamaktır devletin görevi.


Devlet olarak bünyende bulunan bir grup vatandaşa sürekli destek verip diğer bir gruba sürekli köstek olursan karşılığı ödenemeyecek bir haksızlığa yol açmış oluyorsun.


Sayfa 212-213:

“... her bir alanın oyununda Türklük kritik bir ağırlığa sahiptir ve Türklük yatkınlıkları olmayan kişi o oyunu oynayamaz. Çeşitli meslek alanlarına girmenin, bu meslek gruplarında barınabilmenin ve yükselebilmenin temel şartı da Türklüktür. Başka bir şekilde söylersem, bir kuruma girmek için belli bir as­gari Türklük sermayesine sahip olmak şarttır; girdikten sonra ise, o alan ve kuruma özgü Türklük beklentilerini karşılamayı ve Türklük sermayesini geliştirmeyi bilmek gerekir. Bu Türklük beklentileri ve beklentilere karşılık geliştirilen Türklük sermayesi, belli şeyleri belli tarzlarda yapmayı ve belli şeyleri belli tarzlarda yapmamayı, belli şeyleri hep yapmayı ve belli şeyleri hiç yapmamayı kapsar. Buna, aşağıda tartışacağım gibi, belli bilgilenme/bilgilenmeme ve belli duygulanma/duygulanmama bi­çimleri de dahildir. Kişi, özetle, alanda var olabilmek ve yüksele­bilmek (oyunu iyi oynayabilmek) için kazanılmış Türklük strate­jileri, yatkınlıkları ve eğilimleri sayesinde belli eylem hatları izler.”


Bu bölümün altını, üstünü, sağını, solunu çizdim. Ben güya Türk olarak doğmuş bir insanım. Ne gayrimüslimim, ne Kürdüm ama Türklük Sermayesine de çok sahip değilim, neden? Çünkü statü atlamış bir kişiyim de ondan. Statü atlamak derken şunu kastediyorum. Annem babam köylüler, eğitimsizler, babam terzi annem ev hanımı. 60’lı yıllarda köyden Ankara’ya göçüyorlar. Benim üniversiteye gitmemi sağlıyorlar. İşte statü atlamak derken bunu kastediyorum. Üniversiteye girdiğimde gerekli olan kültürel, sosyal hatta ekonomik sermayeye sahip olmadığımı gördüm. Eğer Anadolu’daki küçük bir üniversiteye gitsem bu kadar eksik hissetmezdim ama ODTÜ’ye gitmiş olmanın getirdiği bir uyumsuzluk yaşadım. Türkiye'nin iyi üniversitelerinden birisinden mezun olmak nasıl Türklük Sermayesine sahip olmamana sebep olur. Çünkü ortalamadan çok sapmış olursun da ondan ama bu durum tek başına yeterli değil. Asıl önemli olan başka bir şey var. Sadece bu madalyonun bir yüzü diğer yüzü de bununla bağlantılı ve yine başka bir uyumsuzluk göstergesi.


Köy kültürü ile şehir kültürünün harmanlandığı bir ortamda büyümüştüm. Şu anda anlıyorum ki (bu kitap aksini iddia etse de) alevi bir ailede büyümek de Türklük sermayesi konusunda sıkıntı yaşamama yol açmış. Türklüğe yatkınlığımın olmamasının sebebi bu sanırım. Kitapta benim anladığım anlamda Türklük tartışılmamış ama becerebilirsem kafamdaki Türklüğü anlatmaya çalışacağım. Kafamdaki Türklük dediğim şey hayatım boyunca karşılaştığım insanların bir ortalaması gibi aslında.


Bir defa Türk benim için dindar, dindar ama dinini bilmeyen bir dindarlık, çok kültürel bir dindarlık. İnandığını iddia ettiği Kuran’ı okumamış bir müslüman bu Türk dediğim kişi. Bu Türk hamaseti çok seviyor. Ülkesi ile gurur duyuyor. Kurtuluş Savaşına ve getirdiklerine bayılıyor. Ciddi şekilde yabancı düşmanı. Benim kafamdaki Türk cahil, cahil ama cehaletinden utanmıyor. Cehaleti onun yaşama biçimi. Kendisini ahlaklı olarak görüyor ama ahlakla ilgisi yok bu Türk’ün. Yani sadece lafta ahlaklı. Ahlaktan anladığı kadınların cinselliği. Onun dışındaki tüm konular; hırsızlık, rüşvet, zimmetine mal geçirme, borcunu ödememe, vergi kaçırma, bazı durumlarda cinayet bile ahlaksızca değil. Çevreye çöp atmak kesinlikle ahlaksızca değil. Hayvanlara eziyet etmek, ağaç kesmek hiç yanlış değil. Anne babaya inanılmaz bir tapınma var. Özellikle anneye. Anneleri ne kadar yanlış şey yapmış olursa olsun, ne kadar cahil olursa olsun, ne kadar onlara zarar vermiş olursa olsun sadece anne olmalarından dolayı lafkorumalılar (wordproof). Aile onlar için çok önemli. Türk olmak demek bağnaz olmak demek. “Başkası ne der” onlar için çok önemli. Kolay kandırılabilirdirler. Hiçbir şeyin asıl sebebi onlar için önemli değildir, önemli olan şekil şartın yerine getirilmesi. Neyi, niye yaptıklarını umursamazlar. Birisi onlara şunu yap desin, eğer o kişi “saygıdeğer(?)” bir kişi ise sorgulamazlar. Yani itaat hat safhadadır. Türksen bir başkasına güvenmezsin. Sürekli bir diğerinin seni kandıracağını düşünürsün bu sebeple o seni oyuna getirmeden sen onu oyuna getirebilirsin. Bu sebeple hak yemek, başkasının hakkını almak gibi şeyler yoktur Türk için. Çünkü eğer o yapmazsa muhatabı yapacaktır. O yüzden bir kural varsa o kuralı herkesden önce yıkmakta sakınca yoktur. Yani Türk demek başkasına güvenmemek demektir.


Daha çok şey yazabilirim. Benim eleştirdiğim bu özellikler bende yok mu? Ben belki bilinçli olarak yapmasam da ne zaman böyle şeyleri görsem, hissetsem geriliyorum. Bu saydığım şeyleri yapmamak, bu şeylere sahip olmamak için elimden geleni yapıyorum. Bu konuda yalnız da değilim. Bu ülkede benim gibi insanlar da var ama hakim kültür şu anda bence yukarıda yazdığım gibi insanların kültürü.


Çok uzun zamandır Türkiye neden bu durumda diye kafa yoruyorum. Sırf bu yüzden Sosyoloji Bölümüne girdim ve Sosyoloji öğreniyorum. Çok doğru bir karar verdiğimi biliyorum. Yaptığım seçimden de çok memnunum. 1 yıl önce cevabını bilmediğim birçok soruya cevap bulabildim. Artık bazı şeyleri daha net görebiliyorum. Geçen süre içinde öğrendiğim bu bilgiler eskisi kadar kızmamamı da sağladı. Üzülüyorum tabii ki ama eskisi kadar öfkeli değilim.


Türklük Sözleşmesi kitabını okumuş olmaktan dolayı çok mutluyum. Daha önce farkına varmadığım çok şeyi görmemi sağladı. Az önce yazdığım şeyleri görmemi sağladı. Bir Alevi olarak neden Türk gibi hissetmediğimi görmemi sağladı. Sadece dindar olarak yetiştirilmemem bile Türk Karakterinden uzak kalmamın sebebi olabilir. Dindar olmadığında daha korkusuzca sorgulayabiliyorsun. Sorguladıkça da kölelikten kurtuluyorsun. Arafta olma hissi iyi değil. Ne şehirli ne de köylü gibi hissedememek. Yerini bulamamak iyi değil. Bir süredir kafa yorduğum ve sonunda çözümü görmeye başladığım şey bu. Bu milletin bir parçasıyım ama bu milletin önemsediği değerleri önemsemiyorum. Bu yüzden de kendimi yuvamda hissedemiyorum.


Sayfa 214:

“...... Bu anlamda, kişinin içinde bulunduğu alan ve ortam sayısı kadar karakteri olduğu (farklı benlik sunma biçimleri) ya da karakterinin bu farklı rollerin bir sentezi olduğu söylenebilir.

…….

Türklük karakterini Türklük Sözleşmesi içinde oluşmuş bir mutabakat olarak görebiliriz.

…………

Örneğin, kurumların en özeli ve en mahremi olarak görülen aileye bakıldığında, çocukların Türklük eğitimi alması, Türklük sermayesiyle donatılması ve hayata öyle hazırlanması Türklük Sözleşmesi'nin ebeveynlerden ve özellikle de "aile reisi" olan babadan beklediği bir roldür.”


Türklük karakteri ailede oluşmaya başlıyor. Daha öncede dediğim gibi kendimi Türk gibi hissetmemde ailemin de etkisi büyük sanırım. Tabii bunu bilinçli yaptıkları için değil ama sanırım alevi olmanın getirdiği bir şey olsa gerek. Çok küçükken ev içinde yapılan sohbetlerde kulak misafiri olduğum ama anlayamadığım diyaloglar olurdu. Mesela şöyle derlerdi. “O yabancıyla evlenmiş… O kızını el’e (yabancı) vermiş…” anneme sorduğumu hatırlıyorum, (ilkokula gittiğim zamanlar) "anne o kişi Türk değil mi?" Annem, "Yaşın daha küçük sonra anlarsın" demişti. Meğer yabancı, el (bazen daha da sert olduklarında “Yezit”) dedikleri kişiler sunnilermiş. Psikolojiyi düşünebiliyor musunuz? Bir alevinin toplum içinde kendisini nasıl hissetiğini anlayabiliyor musunuz? Onlar bize göre yabancı olduğuna göre biz de onlara göre yabancıyız. Yani Barış Ünlü her ne kadar Türklük Sözleşmesine alevileri katsa da gerçek öyle değil. Kendimi Türk gibi hissetmemin kökeninde alevi oluşumun da çok etkisi var.


Sayfa 216:

“Kişinin karakteri kendisinden beklenen belli şeyleri yapma anlamındaki pozitif performanslarla şekillendiği kadar belli şeyleri yapmama anlamındaki negatif performanslarla da şekillenir. Pozitif performanslar içselleştirilen yapma etme biçimleri olarak nasıl pozitif Türklük hallerine dönüşüyorsa, negatif performanslar da aynı şekilde yapmama etmeme biçimleri olarak negatif Türklük halle­rine dönüşür. Daha somut söylersem, Türklük belli görme, duyma, bilgilenme, duygulanma halleri olduğu kadar belli görmeme, duymama, bilgilenmeme ve duygulanmama halleridir. Kişiliği ve yapma etme biçimleri Türklükle şekillenen insan, belli şeyleri sürekli görürken, belli şeyleri hiç görmez; belli şeyler hakkında sürekli bilgilenirken belli şeyler hakkında hiç bilgilenmez; belli şeyler hakkında sürekli duygulanırken belli şeyler hakkında hiç duygulanmaz. Kişinin çoğu zaman farkında olmadan yaşa­dığı bu negatif Türklük hallerinin, Türklük Sözleşmesi'nin altsözleşmeleri olarak kavramsallaştırabileceğimiz duygusuzluk sözleşmesi ve bilgisizlik sözleşmesi tarafından şekillendirildiğini düşünüyorum.

Bireyler, genellikle duygularını ve duygusuzluklarını bireyselliklerinin ve öznelliklerinin bir yansıması olarak görme eğiliminde olsa da, duygular ve duygusuzluklar asıl olarak tarihsel ve toplumsal bağlamlarda şekillenir.”

Toplumun senden beklediği şeyi yapmama veya yapamama insanı nasıl etkiler. Bir Kürt yada Ermeni mutlaka zorluklar yaşamıştır. Bir alevi olarak ben ne yaşadığımı şu şekilde söyleyebilirim. Ortaokulda din dersinden kalmak üzereydim. Hem çalışkan, hem kafası iyi çalışan bir çocuk olarak neden din dersinde bu kadar başarısız olduğumu bilemiyordum. Ne bir sure biliyordum, ne namaz kılmayı ne de dua etmeyi. Orta okula kadar dinle ilgili en ufak bilgiye sahip olmamıştım. Açıkcası alevilik nedir sünnilik nedir onu da bilmiyordum. Anne babam da dinle ilgili en ufak bir bilgiye sahip değillerdi anladığım kadarı ile. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyorduk. Oruç tutmamak, namaz kılmamak mevzu bile değildi. Ta ki ortaokula kadar. Eğer bir şeyi yapmıyorsan neden yapmadığını da bilmiyorsun. Hayatı boyunca deniz görmemiş bir insanın yüzme öğrenmemesi gibi. Bırak yüzme öğrenmeyi böyle bir kavramın varlığını bile bilmez. Eğer namaz, oruç gibi (meğersem bir grup insan için çok önemliymiş) temel şeyleri bilmeden büyümüşsen bir noktada karşına çıktığında anlam da veremiyorsun. Belki deniz görmeyen adam kadar da bilgisiz değildim. Çevremden, mahallemden, komşulardan duyuyordum. Televizyondan biliyordum ama bunlar bizim için önemli şeyler değildi.


Anneme bir gün neden başörtüsü takmadığını sorduğumda, “şu an gencim yaşlanınca takarım” demişti. Yine başından savmıştı beni anlaşılan. Neden biz oruç tutmuyoruz yada namaz kılmıyoruz dediğimde de herhalde bir şekilde başlarından savmış olmalılar, şimdi hatırlamıyorum. Din eğitimi konusunda ailem benden daha fazla bilgili değillerdi. Onların da durumu zordu. Kapalı bir çevrede kendileri gibi insanların arasında yaşamışlardı. Herkes kendileri gibi olduğu için “sudaki balık” olmak hali onlar için sorun değildi. Anladığım kadarı ile, ne zaman ki başka bir semte, çevrelerinde Alevilerin olmadığı bir semte taşınmışlar o zaman sorunlar da başlamış olmalı. Ben çocukluğumun geçtiği yere taşındığımızda henüz 4-5 yaşında idim. Aklım hiçbirşeye ermiyordu. Çevremde olan bitenden habersizdim. 6 yaşımda iken 12 Eylül darbesi oldu. Sol ne, sağ ne, alevi ne sünni ne bilemeden geçen yıllar. Sadece bizimkiler değil herkes de bir korku vardı. Sadece bizimkiler değil tüm toplum sinikdi. Benim o zamanlar, çocuk halimle, ne Çorum olaylarından ne de Maraş olaylarından haberim vardı. Nasıl bir korku ikliminde olduğumu bilemiyorum. Sonuç olarak ilk gerçek anlamda dinle tanışmam ortaokulda oldu diyebilirim.


Din Öğretmeni ailemi çağırmamı söyledi. Anneme utana sıkıla, “anne din dersinden kalma riskim var, öğretmen seni çağırıyor” dedim. Babam zaten hiç bir şekilde, hiç bir şeyimizle ilgilenmediği için bu görev istekli olmasa da anneme aitti. Genel olarak iyi bir öğrenci idim. Annemin bana kızmadığının farkındaydım. Okula geldi. Hocayla görüştü. Çıkışta çok öfkeli değil ama kırılmış ve az da olsa kızmış şekilde, “Alevi olduğumuzu biliyor ya ondan yapıyor yezidin oğlu!” dedi. Elindeki kağıdı bana uzattı. “Burada yazılı olan sureleri ezberle, sınav yapacak, hepsini ezberlersen sınıfı geçeceksin” dedi. Kağıtta 10 adet sure vardı. Hayatımda ilk kez gördüğüm sureler.


Ben kimseyle bu konuları konuşmadım, aleviler nasıl tecrübeler yaşadılar bilmiyorum. Belki de sadece bana has durumlardır bunlar. Belki de Türk gibi hissetmeme bahane bulmaya çalışıyorumdur. Ama sonuç bu. Türklük Performansları içinde “din” kesinlikle önemli bir kalem. Bir diğer performans da “şive”, ama çok uzattım. Şive ile ilgili de sonra yazarım.


Sayfa 217:

“...... sözleşme içi ile dışı arasında duygusal sınırlar çizen bir ahlak dairesi oluşturmaktır. Sınırın içindekilere yönelik hissedilmesi gereken duygular önce bir ahlaki yükümlülüğe ve zaman içinde de bir ahlaki alışkanlığa dönüşürken, sınırın dışındakilere yönelik hissedilmemesi gereken duygular da bir duygusuzluk hali olarak alışkanlığa dönüşür. Sınırın içindekilere şefkat duyulur, yardım edilir ve onların haklı olduğu düşünülür; sınırın dışındakiler ise haksızdır ve haksızken haklıymış gibi yapan insanlara öfke duyulur.”


Sayfa 219-220:

“Özetle, toplumsal olarak inşa edilen Türklük duyguları ve duygusuzlukları, bireylerin kurucu bir öğesi olmuş, ulus ve ulus devlet bireyin içinde yaşar hale gelmiştir. Bu anlamda, Norbert Elias'ın düşünüşü ve araştırma gündemi takip edilerek, Türk ulus-devletinin sosyo-oluşumuyla Türk bireylerin psiko-olu­şumu arasındaki bağlantılar, yani Türk ulus-devletinin kurumsal inşası ile Türk bireyinin duygusal inşası arasındaki ilişkisellik, duygu tarihi ve duygu sosyolojisi çalışmalarının konusu olabilir." Örneğin şu türden sorulara cevap aranabilir: Türk devletinin sınırları içindeki şiddet tekelini ve diğer iktidar kaynaklarının tekellerini ele geçirmesi, sınırların içindeki duygular üze­rinde nasıl bir denetleyici ve şekillendirici etki yarattı? Devletin duygu denetimi, zaman içinde bireylerde nasıl bir iç-denetime ve iç-zorlamaya dönüştü? Bireylerin psikolojisi ve duygularıyla Türklük Sözleşmesi arasında ne türden bağlantılar var?

Duyguların tarihini ve sosyolojisini, düşünce tarihi ve bilgi sosyolojisinden ayrı düşünmek mümkün değildir; çünkü bilgilenme ve bilgilenmeme biçimleri ile düşünme ve duygulanma biçimleri arasında doğrudan bir ilişki var. Duygular kişinin nasıl ve ne konuda bilgilendiğiyle şekillenirler ama aynı zamanda da bilginin nasıl algılanacağını ve işleneceğini belirlerler. Başka bir deyişle, kişi yakıcı bir bilgiyi görmezden gelerek de duygusuz kalabilir, o yakıcı bilgiyi halihazırda var olan bir duygusuyla diyelim öfkesiyle işleyip ciddiye almayarak da duygusuz kalabilir. Dolayısıyla, bilgiyle duygu arasındaki ilişki düşünüldüğünde, Türkiye'de duyguları düzenleyen duygusuzluk sözleşmesi ile bilgileri düzenleyen bilgisizlik sözleşmesi arasında yakın bir bağ vardır.

Bilgisizlik sözleşmesi sözleşme-dışı bırakılmış ya da kalmış kişi ve gruplara dair bilgilenmeyi ve bilgi üretmeyi yasaklamıştır.”


Sayfa 221:

“İki temel sosyal bilim olan tarih ve sosyoloji disiplinlerinin Türkiye'deki serüvenine bakıldığında, bu disiplinlerin bilgisizlik ve duygusuzluk sözleşmeleri çerçevesinde kurulduğu ve geliş­tiği görülür.”


Sayfa 222-223:

“Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta, sosyolojinin ulusu yoktan ya da sıfırdan yaratmamış olmasıdır. Gökalp ve Türk sosyolojisi, Müslümanların ortak beklenti, çıkar ve duyguları üze­rinden bir toplumsal sözleşme modeli önermişti, zaten bu model de başarısını gerçekçiliğine borçluydu."


Sayfa 223-224:

“Gökalp'in Durkheim'ı takiben bazı duygu ve düşünceleri zihinlerde sabitleyecek bir "uygulamalı sosyoloji" olarak gördüğü eğitim devreye girecekti. Taha Parla'nın özetlediği gibi, "Gökalp, bilimsel bir disiplin olarak tanımladığı sosyolojiyi sadece toplumun bilimi değil, aynı zamanda toplum için bir bilim olarak da görmektedir: Sosyolojinin bulguları, daha sağlıklı bir toplum oluşturmak üzere uygulamaya konabilir. Örneğin eğitimin toplumsal işlevi, bireyleri top­lumsallaştırmak ve ulusal kolektif vicdanda yer alan ahlaksal ve kültürel normları içselleştirmelerini sağlamaktır. Böylece 'bireysel kişi' bir 'toplumsal kişi'ye dönüşür ve eğitim sayesinde daha zengin bir 'kişilik' kazanır."

…..

Ne Var ki, yukarıdaki alıntıda sıkça kullanılan toplum ve toplumsal kavramları bir açıdan yanıltıcıdır; çünkü Türkiye'de sosyoloji kelimenin gerçek anlamıyla bir toplumbilim olmamıştır, temel analiz nesnesi toplum değildir. Toplumun bütünü içindeki karmaşık ve girift ilişkilerle ve çelişkilerle ilgilenmez, sadece ulusun bütünü içindeki karmaşık ve girift ilişkilerle ilgilenir. Tarihçilikle ilgili söylediğim gibi, sosyoloji alanında da her sosyologdan Türk ulusunun nasıl yaratılacağına dair eserler beklenmez. Nite­kim sosyologların da çoğu Türklükle ilgilenmez; kentleşme, gecekondulaşma, göç, köy sosyolojisi, sanayileşme, sınıflar arası ilişkiler ve çelişkiler vb. gibi çok çeşitli konularla ilgilenirler. Sos­yologlardan beklenen, ulusun içindekilerle belli şekillerde ilgilenmeleri değil, ulusun dışındakilerle ilgilenmemeleridir. Dolayısıyla sosyoloji,Türklük Sözleşmesi'nin dışında kalan toplumla ilgilenmez ve bu toplum parçası yokmuş gibi yapar. O toplum parçasıyla ancak o toplum parçasını yok saymak üzere ya da o toplum parçasının ulusa nasıl asimile ve entegre edileceği hususlarında ilgilenmiştir. Bu nedenle Türkiye'de sosyoloji toplumbilim olarak değil ulusbilim olarak doğmuş ve öyle de gelişmiştir.

Sonuç Olarak Türkiye'de bir sosyolog, bir meseleyi incelerken bir sosyolog olarak değil, bir Türk sosyoloğu olarak inceler.”


Bu kısımlar özellikle bir sosyoloji öğrencisi olarak daha da ilgimi çekti. Sosyoloji yada başka bir bilim dalının devletin bir aygıtı olarak kullanılması doğru değil. Yapılan şey bilgiyi keşfetmek değil de bilgiyi üretmek oluyor. Sıradan insanın bu şekilde maniple edilmesi zaten yaşadığımız bu saçma hayatların daha da anlamsız hale gelmesine yol açıyor. En iyi ihtimalle yaşayacağımız kısacık 70-80 yılın da birileri tarafından manüple edilmesi ne kadar acı. Bize sunulan, dayatılan yalanlarla tüketiyoruz ömrümüzü.


İnsanları önce düşünmemeye, sorgulamamaya alıştırıyorsun, sonra onlara gerçekleri çarpıtarak sunuyorsun ve buna inan, doğrusu bu diyorsun. Aslında farkında değiliz ama bu toplumun içinde 1984 romanını birebir yaşayanlar var. Cumartesi anneleri var mesela. Oğlu, kızı işkence edilmiş, öldürülmüş, yok edilmiş ama bir türlü topluma gösteremiyorlar kendilerini. Onlar solcu, alevi, Kürt oldukları için, devletin bazı elemanları tarafından yok ediliyorlar ama topluma bir türlü bunu gösteremiyorlar. Bizler sıcak evlerimizde, sevdiklerimizle, mutlu, mesut!!! yaşarken birileri her gün acı içinde yatağına giriyor ama bunu bizler, “mutlu/mesutlar” görmüyoruz, duymuyoruz, bilmiyoruz. Herşey gözümüzün önünde cereyan ediyor ama biz yine de yok sayıyoruz. Tam bir distopya.


Sayfa 225:

“Ermeni ve Kürt meselelerine dair 2000'li yıllara kadar, bazı istisnalar hariç tutulmak üzere, kapsamlı ve sistematik bir bilgi üretimi olmadığı için ortada bu meselelere dair gerçekten de yo­ğun bir bilgisizlik vardır. Dolayısıyla bilgi olmadığı için bilgisiz kalındığı düşünülebilir. Fakat bilgisizlik çoğu zaman bu kadar pasif değildir, yani bilgi olmadığı için bilgisiz kalınmıyordur. Türklerin çoğu, bu meselelere dair sözlü bir şekilde duydukları ya da yazılı bir şekilde okudukları dağınık bilgilerden çeşitli psikolojik mekanizmalarla kaçarlar; en kötü ihtimalle o bilgiye öfke duyarlar ya da en iyi ihtimalle o bilgiyi ciddiye almazlar. Yani bilgi olmamasından kaynaklanan pasif bir bilgisizlikten ziyade var olan bilgiden kaçan aktif bir bilgisizlik olduğu da düşünülebilir.”


Sayfa 226:

“Ayrıca bir bilgiyle yüzleşmek o bilgiyle ilgili bir duyguya kapılma riskini de içerir, yani bilgilendiğiniz durumla ilgili bir duygudaşlık kurma riskini içerir, bu da sadece bilgisizlik sözleşmesinin değil duygusuzluk sözleşmesinin de dışına çıkabileceğiniz anlamına gelir.”


Sayfa 229:

“Yani bu düşünsel stratejiler bilinçli bir şekilde kullanılmaz. Kaçı­şın gerçek ve sahih bir niteliğe kavuşması için arkada utanç ve suçluluk gibi duygular bırakmaması gerekir. Bu nedenle kaçış bilinçli değildir. İçselleştirilmiş ve doğruluğundan emin olunan düşünsel stratejiler ve hatlarla; bu düşüncelerin kişinin içinde bulunduğu sosyal ve kurumsal çevre tarafından sürekli onaylanmasıyla ve asla sorgulanmamasıyla güvence altına alınmıştır. Ayrıca bu stratejiler ile hatlar, ancak kişinin kendisi hakkındaki yoğun bir bilgisizlikle sürdürülebilir. Evrenselci aydın, düşünce­lerinin arkasında bir çıkar olduğunu ve düşüncelerinin Türklük Sözleşmesi ve Türklüğüyle şekillendiğini bilmez.”


Sayfa 230:

“Bu olası düşünsel ve siyasal bedellerden kurtulmanın bir yolu, bireysel görünen duyguların toplumsallığını araştıran duygu sosyolojisi çalışmaları gibi, bireysel görünen düşüncelerin ve bilgilerin de bilgi sosyolojisini yapmaktır: Kişinin düşünceleri ve bilgileri/bilgisizlikleri ile toplumsal ve etnik konumu arasındaki ilişkiselliği ortaya çıkarmak; düşüncelerin ve bilgilerin/bilgisizliklerin arkasındaki çoğu zaman bilincinde olunmayan maddi/manevi çıkarlar üzerinde düşünmek. Tabii, daha önce belirttiğim gibi, duygular, bilgiler ve düşünceler arasındaki sınırlar belirsizdir ve bunlar birbirleriyle sürekli etkileşim halindedir. Bir düşünceyi belli bir duygudan ayırmak, bir duyguyu belli bir bilgiden ayırmak ya da bir bilgisizliği belli bir duygudan ayırmak çoğu zaman kolay değildir. Dolayısıyla, Türklüğün bütünsel bir analizi, duygular, düşünceler ve bilgiler arasındaki bu etkileşimi ve ilişkiselliği gözetmeyi, duygu sosyolojisi ile bilgi sosyolojisini bir arada düşünmeyi gerektiriyor.”


İçimden tüm kitabı alıntılamak geliyor. Her satırı ayrı bir bilgi, ayrı bir tespit dolu. Umarım benim sayemde bir kişi dahi olsa bu kitaptan faydalanır. Keşke gücüm olsa da herkese okutabilsem. Bu kitaptaki her şeyle hemfikir olduğum için değil. Bazı şeyleri eleştiriyorum ama bu kitap bize dayatılan şeyleri sorgulamamıza vesile olduğu için bence çok değerli.


Aleviler Gerçekten Bu toplumun Asli Öğesi mi? Eğer öyle olsa bu tür sorular sormaya insanlar cürret edebililer mi?
Aleviler Gerçekten Bu toplumun Asli Öğesi mi?

Aleviler Gerçekten Bu toplumun "Asli Öğesi" mi? Eğer öyle olsa bu tür sorular sormaya insanlar cürret edebililer mi? Türklük Sözleşmesine Aleviler de dahil olmuş olsa toplumda bu şekilde bir soru işareti oluşur muydu? Kendimizi kandırmayalım Aleviler de en az Kürtler kadar. Gayrimüslimler kadar bu toplumun dışında görülmek isteniyor. Alevi olduğu için ana muhalefet partisinin başkanının Cumhur Başkanı adayı olup olamayacağı tartışılıyor. Nasıl ABD'de Obama'nın siyah oluşu birçokları tarafından yadırgandıysa yüzde olarak bilemiyorum ama kayda değer bir kesim tarafından Aleviler de en az Kürtler kadar bu toplumun bir parçası olarak görülmüyor.

bottom of page