top of page

Ana Hatlarıyla Logoterapi - 6. Bölüm

Kaldığım yerden devam ediyorum. Bu kısımı son bir gayretle bitirmeye çalışıyorum. Bu kadar uzun bir yazı serisi olacağını düşünmemiştim. Ama oldukça ilham verici bir kitap olduğunu düşünüyorum. Bir süredir beni bu denli yazmaya iten bir kitap okumamıştım. O açıdan bazı yerlerine itirazım olsa da genel olarak okuyor olmaktan dolayı memnunum. Belki son bir yazı ile 3. Kısımı da ele alır ve artık yazıyı bitirebilirim.

Sayfa 126

“BIR TEKNIK OLARAK LOGOTERAPİ

Ölüm korkusu gibi gerçekçi bir korku, psikodinamik yorumuyla sakinleştirilemez; öte yandan agorafobi gibi nevrotik bir korku da felsefi anlayışla iyileştirilemez. Ancak logoterapi bu tür vakaları da ele almak için özel bir teknik geliştirmiştir. Bu teknik kullanıldığında neler olup bittiğini anlamak için, nevrotik bireylerde sıklıkla gözlemlenen bir durumu, yani beklenti anksiyetesini başlangıç noktası olarak alıyoruz. Bu korkunun karakteristik özelliği, hastanın korktuğu şeyi tam olarak üretmesidir. Örneğin, büyük bir odaya girdiğinde ve çok sayıda insanla karşılaştığında kızarmaktan korkan bir birey, bu koşullar altında kızarmaya daha yatkın olacaktır. Bu bağlamda, "Dilek düşüncenin babasıdır" sözünü "Korku olayın anasıdır" şeklinde değiştirebiliriz.”

Yani ölüm korkusunu ancak sağlıklı bir şekilde ele alarak alt edebiliriz. Sağlıklı şekilde ele almak ne demek? Yani soğuk kanlı bir şekilde, duygularımızı geri plana iterek. Konuyu düşünerek çözebiliriz. Geçmişte ölüm korkusuna yönelik olarak bulunmuş çözümleri masaya yatırıp nerede yanlış yaptıklarını görerek çözebiliriz. Ölümle ilgili konuları öteleyerek, konuşmak kaçarak yada yokmuş gibi davranarak gerçekci bir tutum sergilemiş olmayız. Ölüm orada ve biz düşünsek de düşünmesek de orada durmaya devam edecek. Çocukları avutmak için uydurulumuş hikayelerle yoluna devam etmek kadar yanlış bir tutum olamaz. Hep diyorum yine tekrar edeceğim. İnsanlar büyümek istemiyorlar. Büyüyerek kendi yaşamlarının sorumluluğunu üstlenmek istemiyorlar. Hep çocuk kalmak ve çözemedikleri problemleri bir bilene, büyüğe, lidere, çözdürmek istiyorlar. Anlaşılan henüz insanlar belli bir aşamaya gelemedi. Çocuk kalmakta bu kadar ısrar etmenin arkasında bir şeyler olmalı. 

Buraya alıntı olarak almadım ama Viktor Frankl “aşırı niyet”; “aşırı düşünme/yansıtma”; “Paradoksal Niyet” konuları üstünde durmuş. Yani logoterapi teknikleri olarak bunları örnek vermiş. Açıkcası bu bölümle ilgili çok not almadım ama bir bilgi olsun diye internetten bu tekniklerin ne olduğunu araştırdım. Aşağıya bu bilgileri ekliyorum. 

  • Hyper-intention (Aşırı Niyet): Bir eylemi gerçekleştirmeye aşırı odaklanmanın veya aşırı niyet etmenin anlamına gelir. Logoterapi bağlamında, bu durum, belirli bir hedefe ya da amaca o kadar yoğun bir şekilde odaklanmanın, bu hedefin gerçekleşme olasılığını azaltabileceğini ifade eder. Örneğin, bir kişi çok fazla başarı elde etmek için çok fazla çaba sarf ederse, bu durum stres ve başarısızlıkla sonuçlanabilir.

  • Hyper-reflection (Aşırı Yansıtma): Düşünce ve duygulara aşırı derecede odaklanma durumunu ifade eder. Kişi, yaşadığı duygusal veya zihinsel durumlar üzerinde aşırı düşünceye saplanır. Logoterapide, bu durumun anlam kaybına neden olabileceği ve kişinin gerçek yaşam deneyimlerini kaçırabileceği vurgulanır.

  • Paradoxical Intention (Paradoksal Niyet): Bir sorunla başa çıkmak için aksiyon alırken, paradoksal bir yaklaşım benimsemeyi ifade eder. Örneğin, bir kişi bir korku veya anksiyete durumuyla başa çıkmak istiyorsa, paradoksal bir niyetle, korkulan durumu kasıtlı olarak deneyimleme veya günlük yaşamda o durumla karşılaşma düşüncesini benimseme stratejisidir. Bu paradoksal yaklaşım, durumu deneyimlemeyle ilgili korkuları azaltabilir.

Her geçen sayfada kitabın çözümsel yaklaşımından uzaklaşmaya başladım. Çünkü bu konunun bir psikiyatri, psikoloji konusu mu felsefe konusu mu olduğundan emin değilim. Bana felsefenin alanına giren bir konuyu psikolojiye aktarmaya çalışmış gibi geldi ve bu maalesef çok da başarılı bir deneme olmamış. Gerçi felsefe ile psikolojiyi ayırmak gerekir mi bilemiyorum. Yani zihinsel açıdan kendisini geliştiren bir kişi aynı zamanda psikolojisine de iyi gelen şeyler yapmış olmaz mı? 

Sanırım kilit soru şu: insan bu hayatla baş etmek için ne yapmalı; eksik donanımla dünyaya/yaşamaya/hayata atılmış bir kişi yaşamla baş etmek için ne yapmalı? Bunun için felsefeyi mi kullanmalı, psikolojiyi mi? Yada başka araçları mı? Sanırım cevap her ne olursa olsun düşünmekten, öğrenmekten, çözüm aramaktan, farkına varmaktan, anlamaya çalışmaktan geçiyor. Zaten bütün bu uğraş için de anlam da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Yani amaç hedefe ulaşmak değil, bir hedef yok, hedefe ulaşmak için harcamam tüm emek asıl anlamın kendisi. 

Bir karadeliğe doğru gittiğimizi düşünelim, karadeliğin ötesinde ne var? İşte o merak duygusu karadeliğe doğru hızla gitmemiz için motivasyon kaynağımız olmalı. Aramaktan vazgeçtiğimiz an yada bulduğumuzu düşündüğümüz an yaşam da anlamsızlaşmış oluyor. 

Sayfa 133

“KOLEKTİF NEVROZ

Her çağın kendi kolektif nevrozu vardır ve her çağın bununla başa çıkmak için kendi psikoterapisine ihtiyacı vardır. Günümüzün kitlesel nevrozu olan varoluşsal boşluk, nihilizmin özel ve kişisel bir biçimi olarak tanımlanabilir; çünkü nihilizm, varlığın hiçbir anlamı olmadığı iddiası olarak tanımlanabilir. Psikoterapiye gelince, eğer kendisini nihilist felsefenin çağdaş eğilimlerinin etki ve tesirinden uzak tutmazsa, bu durumla kitlesel ölçekte başa çıkması asla mümkün olmayacaktır; aksi takdirde olası bir tedaviden ziyade kitlesel nevrozun bir semptomunu temsil eder. Psikoterapi yalnızca nihilist bir felsefeyi yansıtmakla kalmayacak, aynı zamanda, istemeden ve farkında olmadan da olsa, hastaya insanın gerçek bir resminden ziyade aslında bir karikatürü olan şeyi aktaracaktır.

Her şeyden önce, insanın "hiçbir şey olmadığı/nothingbutness" öğretisinin, yani insanın biyolojik, psikolojik ve sosyolojik koşulların ya da kalıtım ve çevrenin ürününden başka bir şey olmadığı teorisinin doğasında bir tehlike vardır. Böyle bir insan görüşü nevrotik bir kişiyi zaten inanmaya eğilimli olduğu şeye, yani dış etkilerin ya da iç koşulların piyonu ve kurbanı olduğuna inandırır. Bu nevrotik kadercilik, insanın özgür olduğunu reddeden bir psikoterapi tarafından beslenir ve güçlendirilir.

Elbette insan sonlu bir varlıktır ve özgürlüğü kısıtlıdır. Bu, koşullardan özgür olmak değil, koşullara karşı tavır alma özgürlüğüdür. Bir keresinde söylediğim gibi: "Nöroloji ve psikiyatri olmak üzere iki alanda profesör olarak, insanın biyolojik, psikolojik ve sosyolojik koşullara ne ölçüde tabi olduğunun tamamen farkındayım. Ancak iki alanda profesör olmanın yanı sıra dört kamptan - yani toplama kamplarından - sağ kurtulan biriyim ve bu nedenle insanın akla gelebilecek en kötü koşullara bile beklenmedik ölçüde meydan okuyabildiğine ve bunlara göğüs gerebildiğine de tanıklık ediyorum."”

Bu başlığı olduğu gibi aldım. Hem önemli tespitler var hem de ne demek istediği açık değil. Öncelikle “Her çağın kendi kolektif nevrozu vardır” tespiti üstünde durmak istiyorum. İnsanın hayata tutunma çabasını anlıyorum ve bunu beceremediği ölçüde de nevroz geliştirdiğini düşünüyorum. Peki bir toplum hayata tutunmak için çözüm geliştiremez mi? Topluca bir nevroz yaşamak ne anlama geliyor? 

Zaman değişiyor, hayat tarzlarımız değişiyor, hayatın bizden beklentileri de değişiyor. Ebeveynlerimizin yetiştiği koşullarla bizimkiler aynı değil. Hayatın onlara çıkardığı sorunlarla bize çıkardığı sorunlar aynı değil. Bireysel olarak anlamlı bir hayat yaşamaya çalışırken bir de hiç de bizim inisiyatifi,mizde olmayan şeyler yaşamak zorunda kalıyoruz. Sen işine gidip gelirken, okuluna gidip gelirken, günlük faaliyetlerini yerine getirirken komşu ülke senin ülkene savaş açıyor, yaşadığın ülkenin bir yerinde terör saldırısı oluyor, ülkeni yönetenler senden topladıkları vergiyi ceplerine ind,r,yor, büyük bir sel oluyor vs. Yani hayatın zorluklarına bir de tamamen senin dışında olan etkiler ekleniyor. İçine doğduğun toplum, zaman, kültür, aile ile öyle bir cendere içindesin ki ne yapman gerektiğine dair bir kullanım kılavuzu olmayan yaşam işinin üstesinden gelmen gerekiyor ve ne yapacağına dair fikrin yok. 

Bizler, yani tüm insanlık 200-300 bin yıl küçücük gruplar halinde yaşadık. Tüm evrimsel gelişimimiz bu şekil bir hayat tarzı içinde şekillendi. Sahip olduğumuz çözüm üretme araçlarımız bugünkü dünya şartlarına uygun değil. Dolayısı ile nevrotik olmamız kaçınılmaz. Belki de normalimiz nevrotik olmak. Ne kadar dengeye kavuşmaya çalışırsak çalışalım bunu beceremiyoruz. Dalgalı bir denizdeyiz ve içinde olduğumuz sal hiç de bu denize uygun değil. Sanırım bu metafor durumu net bir şekilde ortaya koyuyor. Bizim dalgalı denizi sakinleştirmemiz mümkün değil. Salımızı güçlendirmek ten başka çaremiz yok. Bu güçlendirme çabasının kendisi zaten yaşamak dediğimiz şey. 

Çok uzatmayacağım Viktor Frankl’ın “hiçbir şey olmadığı/nothingbutness” Şeklinde kavramsallaştırdığı şeye alternatifi nedir? Yani bizler dünyadaki herhangi bir canlıdan  farkı olmayan canlılar değilsek neyiz? Tabi ki içimizden çok değerli olduğumuzu, özel olduğumuzu, üstün olduğumuzu söyleyesimiz geliyor ama ne yapalım ki değiliz. Kendimizi kandırdığımızı bierek yolumuza devam edelim ama kendimzi kandırıp, hayatı olduğundan farklı algılarken neyi gözden kaçırdığımız da bilelim. 

İnsanın özgür olduğu algısına tabi ki ihtiyacımız var. Fakat özgürlük ile dünyada yaşayan diğer canlılardan bir farkımızı olmaması arasında nasıl bir bağlantı var? İnsanlar da özgür de kediler değil mi? Yarasalar, sincaplar, tırtıllar değil mi? Neden bizler diğer canlılardan daha özgürüz? Yada daha doğrusu özgürlükle yaşadığımız hayatın ne alakası var? Seçim yapan canlılar olduğumuz için mi farklıyız? Diğer canlılar seçim yapmıyorlar mı? 

Şunu çok net ortaya koymak lazım. Evet dünyada var olan her canlı bir şeydir. Dünyada var olmuş olmamızın arkasında ulvi, kutsal, uhrevi bir şeyler olmasa da bizlerin bir anlamı var. Sadece varlığımız bile bir anlam ifade ediyor. Kolunuz sıktığınız zaman canınız yandığı sürece burada var oluyor olmamızın bir anlamı var. Çok üstün bir anlam olmasına gerek yok. Bir tırtılın hayatı da en az bizimki kadar anlamlı. Ya tüm evren anlamsız ya da tüm evren kadar anlamlıyız. 

Sayfa 134

“PAN-DETERMİNİZMİN ELEŞTİRİSİ

Psikanaliz sıklıkla sözde pan-seksüalizmi nedeniyle suçlanmıştır. Ben kendi adıma bu suçlamanın meşru olup olmadığından şüpheliyim. Bununla birlikte, bana daha da hatalı ve tehlikeli bir varsayım gibi görünen bir şey var ki ben buna "pan-determinizm" diyorum. Bununla, insanın herhangi bir koşul karşısında tavır alma kapasitesini göz ardı eden insan görüşünü kastediyorum. İnsan tamamen koşullandırılmış ve belirlenmiş değildir, aksine koşullara boyun eğip eğmeyeceğini ya da onlara karşı durup durmayacağını kendisi belirler. Başka bir deyişle, insan nihai olarak kendi kendini belirler. İnsan basitçe var olmaz ama her zaman varlığının ne olacağına, bir sonraki anda ne olacağına karar verir.

Aynı şekilde, her insan her an değişme özgürlüğüne sahiptir. Bu nedenle, onun geleceğini ancak bütün bir gruba atıfta bulunan istatistiksel bir araştırmanın geniş çerçevesi içinde tahmin edebiliriz; bireysel kişilik ise esasen öngörülemez olmaya devam eder. Herhangi bir tahminin temeli biyolojik, psikolojik veya sosyolojik koşullar tarafından temsil edilecektir. Yine de insan varlığının temel özelliklerinden biri, bu tür koşulların üzerine çıkma, onların ötesine geçme kapasitesidir. İnsan, eğer mümkünse dünyayı daha iyi bir hale getirme ve eğer gerekliyse kendisini daha iyi bir hale getirme kapasitesine sahiptir.”

Aslında bu başlık bir önceki tartışmanın devamı niteliğinde. Yani insan özgür müdür yada belirlenmiş bir hayatı mı yaşıyordur? Bu tartışma çok derin. Hem konunun dini boyutu var hem felsefi ve hatta bilimsel. İnsan özgür iradeye sahip midir? İnsan kendi kararlarını kendisi mi alır? Önceden belirlenmiş bir hayatı mı yaşar? Aldığı kararları bilinçli bir şekilde mi alır yada ne yaparsa yapsın insan belirli şeyleri mi yaşar? 

Benim bu konudaki görüşüm kaderin din anlamda olmadığı yönünde. Ama yaptığımız şeylerin özgür irademizin ürünü olması da sanki bir yanılsama gibi. Yani ne belirlenmiş bir kaderi yaşıyoruz ne de yaptığımız şeyler kendi seçimimiz. Bu ne anlama geliyor. Bu durumu biraz kuantum fiziği ile makro fizik arasındaki uyumsuzluğa benzetiyorum. Makro konulara etkide bulunamıyoruz. Ülkemizi, kültürümüzü, ailemizi seçemiyoruz ve onların bizi yönlendirdiği hayattan kaçışımız yok. Yani hayatımızın çok büyük ve önemli bir kısmını kendi irademiz olmadan yaşıyoruz. Zaten mizacımız, karakterimiz ve buna benzer bir çok şey genetik kodlarımızda var. Yani bizler bazı şeyler yüklü olarak dünyaya geliyoruz ve bu alt yapıyı kullanarak yola çıkıyoruz. Bir de buna ailemizin bizi yetiştirmesi ve aldığımız eğitim, gelenekler, değerler normlar eklenince kendi ayaklarımızın üstünde durmamız gereken zaman gelinceye kadar eni konu belirlenmiş bir hayatın pasif kullanıcı konumund oluyoruz.

Buraya kadar seçimlerden bahsetmek çok güç. Tabi ki çok küçük şeyleri ister istemez seçiyoruz ama bunlar bizim yolumuzu derinden etkileyecek seçimler değil. Nasıl bir insan olacağımız, nasıl bir hayat yaşayacağımız zaten 10-15 yaşına kadar neredeyse belli olmuş oluyor. Sahip olduğumuz sermayeler (ekonomik, kültürel, estetik, sosyal, beşeri, zeka) nasıl bir hayat yaşayacağımızın ana hatlarını belirliyor. Bu döneme kelebek olmadan önceki tırtıl evresi diyelim. Kozamız içinde belli bir aşamaya gelene kadar gelişiyoruz. Hayat bir noktada bizi kozamızdan dışarıya atıyor. Son yıllarda bu koza atımı neredeyse 20’li yaşların sonuna kadar uzadı. Bizden önceki kuşaklar 16-17 yaşlarında evleniyorlardı. Hatta 20’li yaşlarda anne baba, 40’lı yaşlarda nine, dede oluyorlardı. Günümüzde kendi ayaklarının üstünde durma yaşı özellikle şehirli, eğitimli kesimde 20’li yaşların sonuna kadar kaymış durumda. 

Fark etmez. İnsan bir noktaya kadar belirlenmiş bir hayat yaşarken bir noktadan sonra seçim yaptığı, daha özgür olması gereken döneme giriyor. Peki bu sağlıklı bir geçiş mi? Kesinlikle değil. Seçim yapmak için seçebilme kabiliyetinde oman gerek; seçeneklerin olması gerek; Seçeneklerini görebilme yeteneğine sahip olman gerek; Seçimlerinin sonuçlarına katlanabilme gücüne sahip olman gerek. Yani özgür olmak o kadar da kolay değil. Bir yaşa kadar senin seçimin olmayan bir hayatı yaşıyorsun ve bir noktada hadi artık özgürsün diyorsun. Bu ne kadar gerçekci. Mümkün mü? Bir insanın gereken donanıma sahip olmadan hayata atılması ve kendisini varedebilmesi mümkün mü? 

Makro düzeyde herşey belirli iken mikro düzeyde insanın özgür olması gerek. En azından ideal olan bu. Toplum dediğimiz şey makro, normlar, değerler, kurumlar, gelenekler, kurallar bunlar hep makro. Bunları değiştirme şansımız yok. Bunlar nasıl bir hayat yaşayacağımızın sınırlarını çok net ortaya koyuyor. Mikro seviyede ise bizim bir karakterimiz, zekamız, duygularımız var. Bu zekayı, karakteri, duyguları da bizler ailemizden alıyoruz. Yani bunda da seçim şansımız hemen hemen yok. Yani zekamızı, karakterimizi bizler belirlemiyoruz. Bizi doğuran ebeveynlerimizin kim olduğu ve bizleri nasıl yetiştirdikleri bu özellikleri belirliyor. Bu kadar belirli şey içinde özgürlük nereden çıkıyor? Yada özgürlük çıkıyor mu? 

Diyelim gerçekten özgürüm, bir anadolu şehrinin, bir köyünde dünyaya geldim. Babam annem okuma yazma bilmiyorlar. İlköğretimimi kasabada aldım. liseyi bağlı olduğum ilde okudum. Ortalama bir zekaya sahibim. Ve özgürüm. Tamamen aynı özelliklerde bir başka çocuk İzmirde dünyaya geldi, anne babası profesör, tüm okul hayatı özel okullarda geçti. Bu çocuk da özgür. Benim neler yaşayabileceğimin sınırları ile onun ki aynı mı? 

İşte özgür olmanın da bir sınırı var. Afganistan'da, İsveç'te; şehirde, köyde; eğitimli ailede, eğitimsiz ailede; sevgi dolu bir ortamda, sevgisiz ortamda; çok zeki, az zeki, iyi mizaçlı, kötü mizaçlı doğmak arasında dağlar kadar fark var. Yani oldukça belirlenmiş bir hayata doğuyoruz. Ve bu belirlenmişlik içinde hadi özgürce yaşa diyoruz. Tamam özgürüz, kendi seçimlerimizi yaşıyoruz, hayatımızdan biz sorumluyuz. Doğru ama bunun neden bir yanılsama olduğunu görebiliyor musunuz? 

Viktor Frankl da bu sorunun farkında sanırım. Elinden geldiği kadar bu belirlenmişliği geri plana atıp insanın özgür olduğunu, hayatını değiştirebileceğini söylüyor. Söylemili de zaten. Diğer türlü insanın bu belirlenmişlik için de eğer hiç bir şeyi değiştirebilme gücü olmadan kalıyorsa yaşamasının da anlamı olmuyor. Ama bence gerçekci olmakta ve durumu (resmi) olduğu gibi görmekte fayda var. Kendimizi de kandırmayalım. Şartları olduğu gibi görüp kendimize de fazla haksızlık etmeyelim. Ama aşırı kötümser olup da ne yapayım bau şartlarda benden daha iyi bir şey çıkmaz da demeyelim. Evet durum ve bu durum içinde ne yapman gerekiyorsa yap. Bunu bir çellınç (meydan okuma) olarak gör ve bu çellınca kafa tut. 

Sayfa 136-137

“PSİKİYATRİ YENİDEN İNSANLAŞTIRILDI

İnsan diğerleri arasında bir şey değildir; şeyler birbirlerini belirler, ama insan nihai olarak kendi kendini belirler. Neye dönüşürse dönüşsün, donanımının ve çevresinin sınırları dahilinde, onu kendisi yaratır. ”

İkinci kısım da bu alıntı ile bitmiş oldu. Benim için bu yazıları yazmak yorucu oluyor. Çok fazla şey yazmak istiyorum. elimden geldiği kadar filtrelemeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Yılların birikimini ortaya dökmeye çalışıyorum. Bazen fikirler fikirleri çağrıştırıyor. bazen heyecandan ne dediğimi karıştıryorum. Biliyorum bu yazdıklarımın gözden geçirilmesi ve tekrar yazılması gerekiyor. Ama bunu  da yapacak zamanım yok. O yüzden kendi kişisel tarihime not düşmek adına belki taslak olarak kalması gereken metinleri bitmiş yazı gibi yayınlıyorum. Elbet bir gün fırsat bulup bu yazdıklarımı temize çekerim. Beni de motive eden bu umut.



bottom of page