top of page

Ana Hatlarıyla Logoterapi - 3. Bölüm

Kitabın ilk bölümünü iki ayrı yazıda bitirebilmiştim. Sanırım Logoterapi bölümü de en az o kadar uzun sürecek. Çok fazla yerin altını çizip, çok fazla not alıyorum ama bu bölümde çeviri konusu gerçekten can sıkıcı boyutta. Yeri geldikçe yazacağım ama maalesef elimdeki baskının seçtiği Türkçe karşılıkların doğru olmadığını düşünüyorum. En başta İkinci Kısımın başlığı ile başlayalım.

“Logotherapy in a Nutshell” Türkçesinde Ana Hatlarıyla Logoterapi diye çevrilmiş. Nutshell, "mümkün olan en az kelime ile" demek, yada "özetle" demek. Anahatları belki karşılıyor ama bence bu tür kelimeleri bir dipnotla kitapta belirtmekte fayda var. Bu durumu çok fazla yaşıyorum. Bazı kelimelerin orjinali çevirilerde dipnot olarak verilmeli. İlerde de çok sık bu konuya değineceğim. Yani çevrilen kelimenin orjinalini vermek gerektiğini düşünüyorum. 

Yeri gelmişken. Ben sadece İngilizce biliyorum. Dolayısı ile bu kitabı İngilizcesi ile kıyaslıyorum. Ama asıl orijinal metin Almanca. Yani aslında kıyaslamayı Almancası ile yapmak gerekiyor. Almanca bilmesem de orjinal kitabı bulup google translate yardımı ile kıyaslama yapabilirim diye düşündüm ama maalesef bu kitabın Almancasını bulamadım. Sanırım aynı adla yazılmış Almanca bir eser yok. Bu kitabın orjinalini bulmak isterdim. Neyse kitaba döneyim.

Yine kitaptan önemsediğim yerleri aktarıp hakkında neler düşündüğümü yazacağım. İlk iki yazıda yaptığıma devam edeceğim. Ve çeviride gördüğüm kusurlardan dolayı alıntılarımı İngilizce metinden yapacağım.

Sayfa 104

“... psikanalizle karşılaştırıldığında logoterapinin daha az geriye dönük ve daha az içe dönük bir yöntem olması…… Logoterapi daha ziyade geleceğe, yani hastanın geleceğinde yerine getireceği anlamlara odaklanır. (Logoterapi gerçekten de anlam merkezli bir psikoterapidir.) Aynı zamanda, logoterapi nevrozların gelişiminde büyük rol oynayan tüm kısır döngü oluşumlarına ve geri bildirim mekanizmalarına odaklanmaz. Böylece nevrotiğin tipik benmerkezciliği sürekli olarak beslenmek ve pekiştirilmek yerine kırılır.

Şüphesiz, bu tür bir ifade aşırı basitleştirmedir; ancak logoterapide hasta aslında hayatının anlamıyla yüzleştirilir ve bu anlama yeniden yönlendirilir. Ve bu anlamın farkına varmasını sağlamak, nevrozunun üstesinden gelme becerisine büyük katkı sağlayabilir.”

Yıllarca psikanaliz okumuş birisi olarak bu bakış bana ilginç geldi. Bu anlamda beynimin psikanaliz ile bir miktar yıkanmış olması mümkün. Çünkü geçmişte yaşadığımız kötü şeylerin bugünkü bizi oluşturduğunu düşünüyorum. Gerçi Frankl da bunun aksini iddia etmiyor ama o geçmişle uğraşmanın faydalı olmadığını düşünüyor. Bu yüzden gelecek onun ana konusu. Kısır döngülerin varlığından haberdarız. Yani bazen insan kendini bu kısır döngüler içinde buluyor. Eğer bu kısır döngü olumlu ise sorun yok ama olumsuz ise çemberde koşan fareden farkı kalmıyor insanın. 

Aslında Frankl çok akılcı. Bunu İlk kısımı yazarken de farketmiştim. Yani bir şey işe yaramayacaksa neden onda ısrar edelim. Fırsat maliyeti olarak bakıyor insan hayatına. Ben de son zamanlarda bu şekilde yaşıyorum. Özellikle insanın yaşı ilerleyince attığı her adım çok değerli oluyor. Yaptığı her yanlış seçimin maliyeti çok yüksek oluyor. Hata yapma şansı azalıyor insanın. O yüzden eğer bir şey seni kısır döngüye sokuyorsa ondan daha zararlı bir şey olamaz.

Bir sonraki alıntıyı Türkçesi Anlam İstenci ile çevrilmiş olan yerden yapacağım. İngilizcesi “Will to Meaning”, Will kelimesini istenç diye çevirmiş. Neden? Neden günlük hayatımızda kullanmadığımız bir kelimeyi seçersin ki? Will için sözlükteki ilk anlam dilek, sonra arzu, istek, amaç, irade. Bu kelimelerden birisini seçse yani “Anlam Arzusu” dese çok mu kötü olur. Yada “Anlam İsteği” Ben anlam arzusunu çok uygun buldum bundan sonra o şekilde devam edeceğim.

Sayfa 105

İnsanın anlam arayışı yaşamındaki birincil motivasyondur ve içgüdüsel dürtülerin "ikincil rasyonalizasyonu" değildir. Bu anlam, yalnızca kendisi tarafından yerine getirilmesi gerektiği ve getirilebileceği için benzersiz ve özeldir; ancak o zaman kendi anlam arzusunu tatmin edecek bir anlam kazanır. Anlamların ve değerlerin "savunma mekanizmalarından, tepki oluşumlarından ve yüceltmelerden başka bir şey olmadığını" iddia eden bazı yazarlar vardır. Ancak kendi adıma, ne yalnızca "savunma mekanizmalarım" uğruna yaşamaya ne de yalnızca "tepki oluşumlarım" uğruna ölmeye hazırım. Ancak insan, idealleri ve değerleri uğruna yaşayabilir ve hatta ölebilir!”

İçgüdü konusunda biraz kafam karışık. Son zamanlarda çok fazla evrimsel psikoloji okuyorum ve insanın zannedildiği kadar içgüdülerinden bağımsız olmadığına dair bilgiler ediniyorum. O yüzden içgüdü konusuna bir soru işareti koyuyorum ama oraya takılmadan devam ediyorum.

İnsanın anlam arayışının birincil motivasyon olması çok iddialı. Çünkü biliyoruz ki insanın biyolojik olarak en önemli görevi hayatta kalmaktır. İkincil olarak da üremektir. Diğer türlü hayatta kalması ve soyunu devam ettirmesi mümkün olmazdı. Bu temel motivasyonlarını hayata geçirebilmek için anlam arayışı da destek olabilir mi? Olabilir. Bunun önünde bir engel yok. Yani anlam arayışına sahip olanlar ve anlamını bulmuş olanlar evrimsel olarak avantajlı olmuş olabilir ve bu da bizlerde bir anlam arzusu olanları bir adım öne çıkarmış olabilir. Bunda bir sorun görmüyorum. 

Herkesin kendine ait bir anlamı olması fikri ve buna eşlik eden değerlerim ve ideallerim uğruna ölebilirim görüşü makul. Yani tarih bize bu şekilde bir kendini feda etme özelliğini gösteriyor. Tarih, grubu, ailesi, toplumu için kendisini feda eden insanlarla dolu. Çocuğu ölmek üzere iken kendisini o ölmesin diye ortaya atmayacak bir anne baba yoktur. Belki kendimizi feda edeceğimiz şeylerin sayısı azdır ama bu kesinlikle yok demek değildir. Bu anlamda hayatında anlam bulmuş insanların daha uzun yaşadıkları söylenebilir. Belki de anlamını bulmuş olanlar için cinsel seçilim açısından bir pozitif özellik de sergilemesine sebep olmuştur.

Sayfa 106

“Elbette, bir bireyin değerlerle ilgili kaygılarının gerçekten de gizli iç çatışmaların kamuflajı olduğu bazı durumlar olabilir; ancak, eğer öyleyse, bunlar kuralın kendisinden ziyade kuralın istisnalarını temsil eder. Bu durumlarda aslında sözde değerlerle uğraşmak zorunda kalırız ve bu nedenle maskelerinin düşürülmesi gerekir. Ancak maskelerin düşürülmesi, insanın içindeki otantik ve hakiki olanla, örneğin insanın mümkün olduğunca anlamlı bir yaşam arzusuyla karşı karşıya kalındığı anda durdurulmalıdır. O zaman durmazsa, "maskeyi düşüren psikoloğun" gerçekten maskesini düşürdüğü tek şey kendi "gizli güdüsüdür" - yani insanda hakiki olanı, gerçekten insani olanı aşağılama ve değersizleştirme yönündeki bilinçdışı ihtiyacıdır.”

Bu çok zor bir konu. Aklıma ilk olarak kolay olanla doğru olan arasında kalındığında hep kolay olanın seçilmesi geliyor. İnsanın kendisini kandırması o kadar kolay ki. Gizli iç çatışmaların kamuflajı tespiti çok önemli. Birisi diyelim çok çalışkan, günde 14 saat, durmadan çalışıyor. Dışarıdan bakılınca çok değerli bir iş yapmış gözüküyor ve çok anlamlı bir hayatı varmış gibi duruyor ama eğer o kişi çözemediği başka şeyden kaçmak için o kadar çok çalışıyorsa bir şeyleri kamufle etmek için çalışıyor demektir. İnsanların kendisini tanıması ve gerçekten neyi niye yaptığını bilmesi hiç kolay değil. İnsan en kolay kendisini kandırabiliyor. Bunu da çoğunlukla bilinçli yapmıyor. Her halde bahane uydurma konusunda birinci sırayı hiç bir başka canlıya kaptıramayız. İnsan bahane bulan canlıdır dersek yeridir. 

*********

Geldik en çok kafamı karıştıran alt başlığa. Bu alt başlığı çözebilmek için saatlerimi harcadım. Almanca bilmediğim halde Almanca kitabı dahi bulmaya çalıştım. Başlık “Varoluşsal Engelleme”, İngilizcesi EXISTENTIAL FRUSTRATION. Orijinalini bulabilseydim Viktor Frankl burada Frustration mı yazmış başka bir kelime mi görebilirdim.  Frustration üzerinden devam edeceğim.  

Frustration hüsran, hayal kırıklığı, başarısızlık, engelleme, bozma anlamlarına geliyor. Neden bu çeviriyi engelleme diye yaptığını anlayamıyorum. 

Sayfa 106

“İnsanın anlam arzusu (istenci) da hüsrana uğrayabilir (engellenebilir), bu durumda logoterapi "varoluşsal hüsran (engellenmeden) "dan söz eder. "Varoluşsal" terimi üç şekilde kullanılabilir: (1) varoluşun kendisine, yani özellikle insani varoluş tarzına; (2) varoluşun anlamına ve (3) kişisel varoluşta somut bir anlam bulma çabasına, yani anlam arzusuna (istencine) atıfta bulunmak için.”

Bu benim çevirim. Parantez içindekiler okuduğum kitaptaki çeviri. Ayrıca çeviri de birebir değil. Çevirmen biraz farklı çevirmiş. Her neyse pireye kızıp yorgan yakmayalım. Ben hüsran yada hayal kırıklığı olarak devam etmeyi tercih ediyorum. Gelelim içeriğe.

Varolmak isteyen ama varolmanın gereğini yerine getiremeyen insanın yaşadığı hayal kırıklığı. Varlığının farkındasın ama varmış gibi hissetmiyorsun. Belli belirsiz yada oturaklı şekilde bir şeylerin yanlış gittiğinin farkındasın ama adını koyamıyorsun. Mutsuzsun, huzursun ama nedenini bilemiyorsun. Bu hayal kırıklığı ile kör topal yaşamaya devam ediyorsun. İşte insanlığın çok büyük kısmının içine düştüğü durum.

Sayfa 107

"Noojenik nevrozlar, içgüdüler ve dürtüler arasındaki çatışmalardan değil, varoluşsal sorunlardan ortaya çıkar. Bu tür sorunlar arasında, anlam arzusunun hüsrana uğraması büyük bir rol oynar. 

Noojenik durumlarda uygun ve etkili terapi genel psikoterapi değil, tam tersine logoterapidir; yani özellikle insan boyutuna cesaretle girişen bir terapidir."

Zihinsel nevrozu ilk kez burada duydum. Normalde nevroz deyince insanın aklına kaygı, depresyon, fobiler, takıntılar gibi duygusal ve davranışsal sorunlar geliyor. Frankl noöjenik nevroz diyerek farklı bir bakış açısı sunuyor. Çok uzatmayacağım ama insanların çok büyük bir kısmı zaten kendisinde bir nevroz olduğunu farketmez. Belki de nevrozsuz insan yoktur bile. Sorun bu durumu kendisine dert edinenlerle edinmeyenler arasındadır. İnsanların çok büyük bir kısmı aslında tedavi edilmeye gerek duyacak şekilde psikolojik sorunlar yaşarlar ama bunun farkında bile değildirler. Bir de Frankl bu insanların arasına varoluşsal hayal kırıklığı olan insanları ekliyor. 

Sayfa 108

“..... semboller ve imgelerden oluşan ağaçlar için gerçekliğin ormanını göremez hale gelmişti. ……  Her çatışma nevrotik olmak zorunda değildir; bir miktar çatışma normal ve sağlıklıdır. Benzer bir şekilde acı çekmek de her zaman patolojik bir olgu değildir; nevrozun bir semptomu olmaktan ziyade, acı çekmek insani bir başarı olabilir, özellikle de acı varoluşsal bir hayal kırıklığından kaynaklanıyorsa. Kişinin varoluşuna bir anlam arayışının, hatta bundan şüphe duymasının her durumda herhangi bir hastalıktan kaynaklandığını ya da herhangi bir hastalıkla sonuçlandığını kesinlikle reddediyorum. Varoluşsal hayal kırıklığı kendi başına ne patolojik ne de patojeniktir. Bir insanın yaşamın değersizliği konusundaki endişesi, hatta umutsuzluğu varoluşsal bir sıkıntıdır ama hiçbir şekilde zihinsel bir hastalık değildir. İlkini ikincisi açısından yorumlamak, bir doktoru hastasının varoluşsal umutsuzluğunu bir yığın sakinleştirici ilacın altına gömmek için motive ediyor olabilir. Daha ziyade hastaya varoluşsal büyüme ve gelişme krizinde rehberlik etmek onun görevidir..”

Çok önemli bir paragraf. Bu paragrafın ilk kısmındaki semboller ve imgelerden oluşan ağaçlar için gerçekliğin ormanını görememek tespiti çok hoşuma gitti. Gerçeği olduğu gibi algılamak üstüne çok kafa yordum. İnsanın yaşadığı şeye gerçek değeri verebilmesi için komplekslerini ve savunma mekanizmalarını çok iyi tanıması gerekir. Çünkü sahip olduğumuz savunma mekanizmaları gerçeği çarpıtıyor. Sanki hayatın gözün önüne perde çekilmiş gibi yaşanmasına sebep oluyor. 

Varoluşsal hayal kırıklığı o kadar önemli bir konu ki bu konuya gereken değeri vermek gerek. Fakat insanların hangilerini psikolojik bir sorunu olduğunu hangisinin varoluşsal bir hüsran içinde olduğunu saptamak güç. Kendini varadebilme yada benim bugüne kadar kullandığım şekliyle kendini gerçekleştirmek için ilk koşul insanın kendisini olduğu gibi tanıması, olduğu gibi kabul etmesi ve sahip olduğu yetenekleri görmesidir. Sahip oldukları onun potansiyeline işaret eder. Bir kişi sahip olduğu potansiyeli hayata geçirebilirse işte o zaman varoluşunun hüsranını yaşamaz. Varlığıyla gurur duyar.  İşte bu aşamaya gelmiş kişi için hayatının anlamından bahsedilebilir. 

Yapmaktan keyif aldığı şeyi bulup onunla yaşayabilmek. Bu her zaman mümkün değil. Yani yeteneklerini kullanabildiğin bir hayat çoğunlukla mümkün olmuyor. Çünkü insanlar en değerli yıllarını kendileri ile alakalı olmayan şeylerde heba etmiş oluyorlar. Sadece para kazanmak, meslek sahibi olmak için bir şeyler öğreniyoruz. Yada ailemiz bize gerekli fiziki, ekonomik şartları sunmadığı için kendimize yatırım yapamamış oluyoruz. Böyle bir durumda da yıllar sonra doğru adımları atıp kendimizi keşfettiğimizde bambaşka yollara savrulmuş halde buluyoruz kendimizi. Bu durumda geç de kalmış olsak kendimiz gerçeklşetirmek için yapmamız gerekeni yapıyoruz ama hemen zaman hem de ömür kaybetmiş oluyoruz.

Sayfa 109

“Logoterapi kendi görevini hastanın yaşamında anlam bulmasına yardımcı olmak olarak görür. Logoterapi hastayı varoluşunun gizli logosunun (anlamının) farkına vardırdığı ölçüde analitik bir süreçtir. Bu açıdan logoterapi psikanalizi andırır. Ancak logoterapi bir şeyi yeniden bilinçli hale getirme çabasında, faaliyetini bireyin bilinçdışındaki içgüdüsel gerçeklerle sınırlamaz, aynı zamanda varoluşunun potansiyel anlamının yerine getirilmesi ve anlam arzusu gibi varoluşsal gerçeklerle de ilgilenir. Herhangi bir analiz, bunun terapötik süreçte noölojik boyutu içermemesine rağmen, hastayı varlığının derinliklerinde neyi gerçekten arzuladığı konusunda farkında kılmaya çalışır.”

Burada orjinali logos olan kelimeyi mantık olarak çevirmiş. Kesinlikle orada logos kelimesini olduğu gibi bırakmalıydı. Mantık dediğin anda cümlenin düzenini bozuyorsun. İlla ki mantık diye çevireceksen onu da parantez içinde belirt. Çeviri fırçamızı kaydıktan sonra içeriğe gelelim.

Az önce kendi kelimelerimle kendini gerçekleştirmek için kendini tanımak dediğim konuya geliyor konu. Bu alıntı da yine benim çok önemsediği bir konu hakkında. Çok yorum yazmayacağım çünkü aynı şeyleri tekrarlamış olurum.

Sayfa 109

“Kuşkusuz, insanın anlam arayışı içsel dengeden ziyade içsel gerilime yol açabilir. Ancak, tam da bu tür bir gerilim ruh sağlığının vazgeçilmez bir ön koşuludur. Dünyada, kişinin hayatının bir anlamı olduğunu bilmesi kadar, en kötü koşullarda bile hayatta kalmasına yardımcı olacak başka bir şey yoktur. Nietzsche'nin sözlerinde çok bilgelik vardır: "Uğruna yaşayacağı bir nedeni olan kişi neredeyse her türlü nasıla katlanabilir." Bu sözlerde her psikoterapi için geçerli olan bir motto görüyorum.”

Sayfa 110-111

“Dolayısıyla, ruh sağlığının belirli bir gerilim derecesine, kişinin halihazırda başardıkları ile hala başarması gerekenler arasındaki gerilime ya da kişinin ne olduğu ile ne olması gerektiği arasındaki boşluğa dayandığı görülebilir. Böyle bir gerilim insanın doğasında vardır ve bu nedenle zihinsel esenlik için vazgeçilmezdir. O halde, insanı gerçekleştirmesi gereken potansiyel bir anlamla karşı karşıya bırakma konusunda tereddüt etmemeliyiz……. İnsanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey gerilimsiz bir durum değil, daha ziyade değerli bir hedef, özgürce seçilmiş bir görev için çabalamak ve mücadele etmektir. İhtiyacı olan şey ne pahasına olursa olsun gerilimin boşaltılması değil, kendisi tarafından yerine getirilmeyi bekleyen potansiyel bir anlamın çağrısıdır.”

Aynı şeyleri tekrar tekrar yazmamak için yorum yazmıyorum. Frankl aynı konuyu farklı şekillerde tekrar söylüyor.

Şimdi sırada çok önemsediğim bir başka konu ile ilgili bir alıntı yapacağım. 

Sayfa 111-112

“Varoluşsal boşluk yirminci yüzyılın yaygın bir fenomenidir. Bu anlaşılabilir bir durumdur; insanın gerçek anlamda insan olmasından bu yana yaşamak zorunda kaldığı iki yönlü bir kayıptan kaynaklanıyor olabilir. İnsanlık tarihinin başlangıcında, insan, bir hayvanın davranışının içine gömülü olduğu ve onun tarafından güvence altına alındığı temel hayvani içgüdülerin bazılarını kaybetmiştir. Cennet gibi böyle bir güvenlik de insana sonsuza kadar kapalıdır; insan seçim yapmak zorundadır. Ancak buna ek olarak, insan daha yakın dönemdeki gelişiminde başka bir kayba daha uğramıştır, çünkü davranışlarını destekleyen gelenekler artık hızla azalmaktadır. Hiçbir içgüdü ona ne yapması gerektiğini söylemiyor ve hiçbir gelenek ona ne yapması gerektiğini söylemiyor; bazen ne yapmak istediğini bile bilmiyor. Bunun yerine, ya diğer insanların yaptığını yapmak ister (konformizm) ya da diğer insanların yapmasını istediği şeyi yapar (totalitarizm).

İnsanın içgüdüleri konusundan kaçmak mümkün değil anlaşılan. Yazının başında bu konudan uzak durmak istediğimi söylemiştim. 105. sayfadaki alıntının ardından bu konuya girmek istemediğimi yazmıştım ama konuyu dağıtma pahasına da olsa şimdi girmek zorunda hissediyorum kendimi. 

İçgüdülerimizin körelip körelmediği konusu oldukça tartışmalı. Öncelikle bizlerin de bir tür hayvan olduğumuz öncülü ile yola çıkıyorum. Yani bir yaratıcı tarafından yaratılmış olmadığımız gerçeğinden yola çıkarak yazıyorum. Evrimsel olarak doğal seçilim, cinsel seçilime maruz kaldığımız ve işe yarayan özelliklerimizi torunlarımıza aktararak bugüne geldiğimizi düşünüyorum. Dünyadaki diğer canlıların içgüdüler sahip olduğunu ama bizim içgüdüler olmadan yaşadığımızı söylemek içi doldurulamayacak bir önermedir.  İnsan kendisini diğer canlılardan farklı bir konuma koyma eğiliminde. Yaptıklarımızı aklımızla yaptığımız gibi bir önyargımız var. Akıllı, mantıklı bir canlı türü olduğumuzu yadsımıyorum ama hayatımıza yön veren şeylerin içgüdülerimiz değil de aklımız, zekamız, bilincimiz olduğunu söylemek biraz eksik bir açıklama gibi geliyor bana. Yaptığımız seçimlerde, davranışlarımızda içgüdülerimiz izlerini görmek mümkün. 

Sosyal bir canlı olmamız, grup halinde yaşamamız bir çok sorunun ortaya çıkmasına yol açıyor. Kendimizce şöyle bir varsayıma sahibiz. Avcı toplayıcı insanlar varoluş sancısı çekmiyorlardı. Onlar modern insanın yaşadığı sorunları yaşamıyorlardı vs. Bunu bilmemiz mümkün değil. Birey olarak bundan 10 bin yıl önce insanların psikolojik sorunları olmadığını söylemenin hiçbir kanıtı yok elimizde. Fakat bunu söylerken şunu da iddia etmiyorum: 10bin yıl önceki insanların yaşadığı psikolojik sorunlarla bugünküler nitelik ve nicelik olarak aynıydı.  Muhtemelen nüfus arttıkça, etkileşim arttıkça çözmek zorunda kaldığımız sorunlar da o denli arttı. Bu noktada alıntıdaki ikinci kısıma tamamiyle katılıyorum.

İnsanlara nerede, ne zaman, ne yapması gerektiğini söyleyen kılavuzlara ihtiyaç var. Bunda bir şüphe yok. Bu noktada gelenekler de insanlara yardımcı oluyor. Yani insanların varoluş vakumuna düşmeleri modern zamanlarda artmış olabilir. Bunda en önemli etkenin başımızdan büyük işlere bulaşmamız olduğuna şüphe yok. 100 binlerce yıl bizi biz yapan evrimsel koşullara adapte olmuş zihnimiz son 10 bin yıldır çok hızla değişti. Yani zihnimiz yeni değişen koşullara adapte olma fırsatı bulamamış durumda. Ama tekrar ediyorum bizler de hala içgüdüleriyle yaşayan canlılarız. Hatta o kadar çok içgüdülerimizle yaşamak istiyoruz ki yaşadığımız psikolojik sıkıntıların arkasında içgüdülerimizi bastırma zorunluluğu olduğunu düşünüyorum. Yani bizler ne kadar içgüdülerimiz yok saysak da onlar orada duruyorlar ve bizleri yönlendirmek için elinden geleni yapıyorlar. Sorun içgüdülerin etkinliğinin azalması değil, insaların içgüdülerini yadsımaları.  

Kendimizi diğer hayvanlardan üstün görmemizin yan etkisi.

Gelenekler ve seçimler ve dayatmalar konusu ile ilgili yüzlerce sayfa yazdım. İnsanın en önemli görevinin kendisine dayatılanı tek gerçek olarak kabul etmemesi olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız tüm sorunlar bize biçilen kıyafetlerin bize uymuyor olması. Ailemiz tarafından şekillendirilmeye çalışıyoruz ve bu verilmek istenen şekili bize uymuyor. Hem devletler, hem dinler insanı tektipleştirmek için elinden geleni yapıyor. Bizler de seçim şansı olmayan kuklalar gibi, yoğrulacak hamurlar gibi onlar ne isterlerse o şekle girmeye zorlanıyoruz.

Sayfa 112

“Varoluşsal boşluk kendini esas olarak bir can sıkıntısı durumunda gösterir.

“Örneğin, yoğun bir haftanın koşuşturması sona erdiğinde ve içlerindeki boşluk ortaya çıktığında hayatlarındaki içerik eksikliğinin farkına varan insanları etkileyen depresyon türü olan "Pazar nevrozunu" ele alalım.”

Sayfa 113

“Dahası, varoluşsal vakumun (boşluğun) ortaya çıktığı çeşitli maskeler ve kisveler vardır. Bazen hüsrana uğramış anlam arzusu, güç arzusunun en ilkel biçimi olan para arzusu da dahil olmak üzere, güç arzusu ile dolaylı olarak telafi edilir. Diğer durumlarda ise hüsrana uğramış anlam isteğinin yerini haz isteği alır. Bu nedenle varoluşsal hayal kırıklığı sıklıkla cinsel telafi ile sonuçlanır. Bu gibi durumlarda cinsel libidonun varoluşsal boşlukta azgınlaştığını gözlemleyebiliriz.”

Varoluş vakumu içine düşen insanların neler yaptığı saymakla bitmez. Hemen hemen vakit geçirmek için yaptığımız her boş şey bu kategoride yer alır. Günlerimiz hayatımız boşa harcıyoruz hissi veren binlerce gereksiz şeyle doludur. Öyle büyük bir girdaptır ki bu ne yapsak tatmin olmayız. Ne istediğimizi bilmeyiz ama bir şeyler yapmak isteriz. Oturup iki dakika dahi hiç bir şey yapmadan durama oluruz. Yeter ki kendimizi boşlukta değilmişiz gibi hissetmeyelim. Hiç bir şey yapmadan yada saçma sapan şeyler yaparak zamanımızı tüketiriz ve sonra kendimize kızarız neden böyle boş şeylerle zamanımı tüketiyorum diye. İnstagramda saatlerce gezeriz, hiç hoşumuza gitmeyen diziler izleriz, amaçsızca AVM lerde gezeriz, hoşumuza gitmeyen insanlarla gezer dolaşırız, sevmediğimiz insanların muhabbetini dinleriz…. Saymakla bitmez. Tüm bu saçma sapan şeyleri yaparken de içten içe kendimize kızarız. İşte tüm bu çabalar, can sıkıntısından kurtulma çabaları hep o varoluşsal vakum yüzündendir. Bu vakuma kapıldığımız anda geri dönmek çok güçtür. 

Bir şekilde bazılarımız neyi niye yaptığını anlarlar. Bir şekilde kendilerine bir yol çizerler. Kimsenin dayattığı hayatı değil de kendi seçtiği hayatı yaşamaya karar verirler. Kendi potansiyellerini yerine getirmek için elinden geleni yaparlar. İşte o kişiler anlamlı bulduğu şeyin dışında başka şeyler yaptıklarında asıl kendilerini kötü hissederler. Asıl yapmaktan zevk aldıkları şeyleri yapamadıklarında boşa yaşadıklarını hissederler. 

Ben bu düşüncelere bu kitabı okumadan önce ulaşmıştım zaten. Bu yazdıklarım bildiklerimi burada da görmek adına anlamlı oluyor. Ben bundan 3 yıl önce Erich Fromm’u okuyarak atmıştım bu adımı. Bu yazdıklarımı kafadan sallamıyorum yani. Yaşadığım şeylerin sonucu. Ve arkasında emin olun yıllar süren bir emek var. Keşke bu kadar geç öğrenmeseydim ama tek tesellim en azından geç de olsa ayıktım. Ya hiç ayıkmamış olsaydım. Belki züğürt tesellisi ama çok gerçek bir teselli.

Sayfa 113 

Nevrotik vakalarda da benzer bir olay meydana gelir. Daha sonra değineceğim belirli türde geri bildirim mekanizmaları ve kısır döngü oluşumları vardır. Bununla birlikte, bu semptomatolojinin varoluşsal bir boşluğu işgal ettiği ve burada gelişmeye devam ettiği tekrar tekrar gözlemlenebilir. Bu tür hastalarda uğraşmamız gereken şey noöjenik bir nevroz değildir. Bununla birlikte, psikoterapötik tedaviyi logoterapi ile desteklemediğimiz takdirde hastanın durumunun üstesinden gelmesini asla başaramayız. Çünkü varoluşsal boşluğun doldurulmasıyla hastanın daha fazla nüksetmesi önlenecektir. Bu nedenle logoterapi, yukarıda belirtildiği gibi yalnızca noöjenik vakalarda değil, aynı zamanda psikojenik vakalarda ve hatta bazen somatojenik (sözde) nevrozlarda da endikedir. Bu açıdan bakıldığında, bir zamanlar Magda B. Arnold tarafından yapılan bir açıklama haklı çıkmaktadır: "Her terapi bir şekilde, ne kadar kısıtlı olursa olsun, aynı zamanda logoterapi olmalıdır."”

Bugünlük bu kadar yeterli. Yazma işi hem yorucu hem de zevkli bir süreç. Yapmam gereken bir çok başka şeyi askıya aldığım için kendime kızıyorum ama çok önemsediğim konularda okur ve yazarken bir çok başka şeyi göz ardı edebiliyorum. Yaptığım işi ne kadar anlamlı gördüğümü anlatamam. Yani şu an da hem çektiğim filmin senaristi, hem yönetmeni hem de oyncusu gibi hissediyorum. Hem inandığım bir konu üstüne yazıyorum hem inandığım şeyi yaşıyorum.

Varoluşsal boşluğun nasıl dolduralacağı çok önemli bir konu. Sanırım ilerleyen sayfalarda Frankl'in bu konudaki görüşlerini öğreneceğiz.




bottom of page