top of page

AİLE, GERÇEKTEN KENDİMİZ OLABİLDİĞİMİZ YER Mİ?



Richard Sennett’in Kamusal İnsanın Çöküşü kitabının 19. yy da Kamusal Yaşam Kargaşası Bölümünün Kamusal Emtia alt başlığını okuyunca bir şey gördüm. Bu yazıyı da o gördüğüm şeyi aktarabilmek için yazıyorum.


Toplumun oluşumunda ve devam etmesinde ailenin yeri ve önemi yadsınamaz. İnsanların bu dünyaya adımını attıkları ve deyim yerindeyse hayata tutunmayı öğrendikleri yerdir aileler. Ailemizde neler yaşadığımız nasıl bir insan olacağımızı belirliyor. Kendini seven, kendisi ile barışık bir insan mı olacağız, kendisini tanımayan, özsaygısı olmayan, hayata tutunma konusunda zaafları olan bir insan mı olacağız.


Bu bölümde (Kamusal Emtia) Sennett 19. yy da perakende mağazalarının günlük hayatımıza girmesini anlatıyor. Uygun, sabit fiyatı olan eşyaların satıldığı bu yerlerin dünyamıza dahil olmasının insanları nasıl etkilediğini anlatıyor. Mağaza öncesi dönemde satıcı ile alıcı arasında olan ikili diyalogların, pazarlıkların vb ilişkşilerin mağazaların açılması ile birlikte ortadan kalktığını, tezgahtarların etiketlerdeki fiyatlar üzerinde etkileri olmadığını bu sebeple müşterilerin mal satıcısı ile diyaloğa girmeye ihtiyaç duymadan alışveriş yapabildiğini yazıyor.


Buraya bir not düşmek istiyorum. Türkiyede mağazalar bu şekilde işlemiyor. En azından kurumsal olmayanlar. Tabiki mesela LCW tezgahtarı ile alacağınız pantolonun pazarlığına girişmezsiniz ama mahallenizdeki kıyafet satıcınızla pazarlık yapmanızda bir sorun olmaz. Bizim kültürümüzde satıcı ile pazarlık yapma durumu belki son yıllarda özellikle büyük şehirlerde, büyük mağazaların yaygınlaşması ile azaldı ama kısa zamana kadar bu alıcı satıcı ilişkisi ağırlığını koruyordu. Bunu bir not olarak batı toplumlarının kamusal alan özel alan ayrımı ile bizim toplumumuzun kamusal özel ayrımı arasındaki fark anlamında not düşmek istedim. (Bu arada kitapta en azından şu ana kadarki okuduğum yerde yok ama perakendeciliğin başlaması bir anda jilet gibi kesilerek alışveriş alışkanlıklarını bitirmemiştir. Bilemiyorum, batıda bizim anam babam usulü alışveriş ne zaman bitti. Yada bitti mi? Tahminim bizdeki esnaf müşteri ilişkisi orada yoktur.)


Kitaba kaldığım yerden devam ediyorum. Perakende mağazaların açılması kamusal alanda insanların aktif bir şekilde kendilerini ortaya koymadan vakit geçirme imkanını sağladı. Yani artık satıcı ile birebir muhatap olmaya gerek kalmıyordu. Perakende mağazaları öncesi insanlar çarşıya ihtiyaçları her neyse onu almak için çıkıyorlardı. Bu yeni alışveriş biçiminde mağazada yan yana duran binlerce eşya arasından ihtiyaç duyduklarımızı alıyorduk ama ihtiyacımız olmayan, o anda mağazada görüp de hoşumuza giden şeyleri de almaya başladık.


Sayfa 192: “Burada da bu yeni kamusal yaşamın psişik semptomlarından biri ilk kez ortaya çıkıyor: eski rejimde (Ancien Regime) birbirinden ayrı tutulan alanlarda imgelerin üst üste binmesi. 1750'de bir elbise ne hissettiğinizle ilgili bir mesele değildi; toplumda nerede durduğunuzu gösteren ayrıntılı, keyfi bir işaretti ve toplumda ne kadar yüksekte durursanız, ayrıntılı, kişisel olmayan kurallara göre bu nesneyle, görünüşünüzle oynama özgürlüğünüz o kadar artıyordu. 1891'e gelindiğinde, doğru kıyafete sahip olmak, seri üretilmiş ve çok güzel olmasa da, kendinizi iffetli ya da seksi hissetmenizi sağlayabilirdi, çünkü kıyafetleriniz sizi "ifade ediyordu". 1860 yılında, bir mağaza vitrininde "Doğu'nun gizemli, baştan çıkarıcı mutfağı" ile birlikte gösterildiği için çapı yirmibeş cm olan siyah bir dökme demir tencere satın almaya teşvik edilirsiniz. Endüstriyel reklamcılık, imgelerin bu şekilde üst üste bindirilmesine dayanan bir yön değiştirme eylemiyle işler; bu da hem kendine özgü bir üretim tarzına hem de insan karakterinin evrensel varlığına ilişkin kendine özgü bir inanca dayanır.”


Bu alıntıyı yapmamın sebebi kıyafetin toplumsal hayatta kendimizi ifade etmek için kullanılan bir araç olduğuna dikkat çekmek. Aslında bu konu için bu yazıyı yazmıyorum yani anlatmak istediğim asıl konu bu değil ama yeri gelmişken bu tespitin ülkemizle bağlantısına da dikkat çekmek istiyorum. Giydiğimiz kıyafetlerin kendimizi diğer insanlara tanıtmak amacı ile kullanılması. Başörtüsü takan bir kadın ile dekolte kıyafet giyen bir kadının insanlara ne ifade ettiği. Sadece giydiği kıyafete bakarak bile bir insanla ilgili birçok şey anlayabiliyoruz. Bu az sonra geleceğimiz aile içindeki insan ile kamusal insan arasındaki farkı anlamak için de önemli. Bir şeyleri kelimelere dökmeden karşımızdakine bir şeyler anlatabilme yeteneği. Ve aynı zamanda zaman kazandıran da bir şey. Benim kim olduğumu kıyafet tercihimle anlayabilirsin.


Bu kitabın ana konusu olan kamusal alanın değişimi ve dönüşümü açısından perakende mağazalarını ortaya çıkaran seri üretimin insanları bu açıdan nasıl etkilediğini de görmüş oluyoruz. Yani 1800’lü yıllarda yaşanan makinalaşma üretimi değiştirdi ve aynı zamanda doğal olarak tüketimi de değiştirdi. Eşyaları ucuzlattı, sıradan insanın mallara erişimini kolaylaştırdı.


Kırsalda yaşayan insanın yaşama biçimi ile şehirde yaşayan insanın yaşama biçimi arasında dağlar kadar fark var. 150-200 kişinin yaşadığı ve herkesin birbirini tanıdığı köylerde yaşayan insanlar yüzbinlerce, milyonlarca insanın yaşadığı şehirlere geldiğinde tamamen farklı kuralları olan bir dünya ile karşılaşıyorlar. Bildikleri hiçbir şey işe yaramıyor bu dünyada.


Bu kitabın da bize anlattığı gibi bu değişimi yaşayan ilk kuşakların icat ettiği davranış kalıplarını sonraki nesillere aktarması ile kültürümüz oluşuyor. Batıda 1700-1800’lü yıllarda yaşanan şehre göç bizim ülkemizde özellikle 1950’den sonra yaşandı. Onların yaşadıkları ile bizimki aynı değil, bazı benzerlikler var ama bazı konularda da tamamen kendimize has bir kültür geliştirmiş durumdayız. Bazı tespitler çıkış noktası olarak kullanılmak üzere çok elverişli, zaten ben de tam olarak bunu yapmaya çalışıyorum. Onların toplumsallaşma evrimi ile bizimki çok farklı ama değişimin sebepleri aynı. Bütün insanların ortak derdi hayata tutunabilmek. Belki de tüm insanlar için ortak olan tek kaygımız bu. Yaptığımız, icat ettiğimiz her şey buna yönelik. Hayatla baş edebilmek için yapıyoruz her ne yapıyorsak.


Sayfa 193-194: “Burada da, 19. Yüzyıl Paris'indeki ekonomik uygulamalar daha büyük değişimlere dair bir ipucu vermektedir. "Kamusal" alanda kişi, satın almak, düşünmek, onaylamak istediği şeyler açısından, sürekli bir etkileşimin sonucu olarak değil, pasif, sessiz, odaklanmış bir dikkat döneminden sonra kendini ifade ediyordu. Buna karşılık, "özel", kişinin bir başkası tarafından dokunulduğunda (etkilendiğinde) kendini doğrudan ifade edebildiği bir dünya anlamına geliyordu; özel, etkileşimin hüküm sürdüğü bir dünya anlamına geliyordu, ancak bunun gizli olması gerekiyordu. 19. yüzyılın sonunda Engels, özel aileden kapitalist ethosun ifadesi olarak bahsetti; daha açık olmalıydı. Aile, kapitalizmin kamusal dünyasıyla değil, toptan satış dünyasıyla paralellik gösterir; her ikisinde de gizlilik, sürekli insan temasının (ilişkisinin) bedelidir.”


…. Aile, özellikle de orta sınıf ailesi, dış dünyanın sarsıntılarından kesinlikle korunmalıydı. Ailenin, insanların kendilerini ifade etmelerine izin veren bir yer olduğu bu kadar güçlü bir şekilde hissediliyorsa, şehrin kamusal dünyasındaki görünümlerin kişisel karakter açısından ciddiye alınması mantıksız görünüyor…..İnteraktif ifadenin gerçekçiliği olarak mahremiyet, bir yabancının görünüşünüzden ve giyiminizden karakterinizi anlayabildiği bir kültür; ateşli bir "komedi" olarak şehir, gösteride çok az kişinin aktif rol oynadığı bir gösteri.


İnsanlar tamamen etkileşim halindeyken gizliliğin gerekli olduğu inancı, toplumdaki psişik sıkıntının barometrelerinden ikincisinin anahtarını verir: kişinin duygularını istemeden başkalarına göstermemek için duygularından geri çekilme arzusu. Yalnızca duygularınızı bir sır haline getirerek güvende olursunuz, yalnızca gizli anlarda ve yerlerde etkileşime girmekte özgür olursunuz. Ancak tam da bu korkuyla duyguları ifade etmekten kaçınmak, başkaları üzerinde ne hissettiğinizi, ne istediğinizi, ne bildiğinizi öğrenmek için size yaklaşmaları yönünde daha fazla baskı yaratır. Kaçış ve zorlayıcı yakınlığın tohumu kesinlikle birleşir: Bir duygunun, herhangi bir duygunun saf ifadesi, bir başkasının savunmasını aşarak etkileşime girmeye istekli olduğu noktaya kadar çok fazla çalışma gerektirdiği için daha da önemli hale gelir.”


Aslında bu yazıyı yazma ihtiyacı duymama sebep olan alıntı bu. Kamusal alanda (yani diğer insanlarla etkileşim halinde olduğumuz alanda) nasıl insanlarız özel hayatımızda (yani ailemiz içinde) nasıl insanlarız? Bütün insanlar toplum içine karıştıklarında kendilerine biçtikleri rollerle yol alırlar. Ailemizin içinde ise üstümüze giydiğimiz toplumsallaşma kıyafetini kullanmaya ihtiyaç hissetmeyiz. En azından teoride böyle.


Bir yandan kendimizi diğer insanlara tanıtmak istiyoruz ama bir yandan da kendimize ait, gizli kalmasını istediğimiz şeyler var. Ailenin, teorik olarak, kendimizi olduğumuz gibi ifade edebildiğimiz yer olması gerekiyor değil mi?


Toplum içinde olduğumuzda eğer duygularımızı olduğu gibi yaşarsak ne olur? Kamusal alanda ilişkide olduğumuz herkese kendimizi olduğumuz gibi gösteremeyiz. Bu etkileşim bize çok zarar verir, zarar vermese bile bu kadar açık ve samimi ilişkileri algılayabilecek kapasitemiz yok. Nasıl ki mahremiyete ihtiyaç duyuyorsam diğer insanlar da öyle. Her bir kişinin, herhangi bir filtreleme olmaksızın, olduğu gibi davrandığı dünya yaşanmaz olurdu. Yani gizlilikte, gizlilik ihtiyacında bir sorun yok, kendimiz gibi olmaya da ihtiyacımız var. Bu çelişkili durumu aile içinde rahat davranarak çözmek en makul olanı gibi duruyor. En akla yatkın çözüm bu.


İşte bu yazıyı bu tespitin doğru olup olmadığını irdelemek için yazıyorum. Kamusal alanda, diğer insanlarla etkileşim halinde iken takındığım maskeler var, bir aktör gibi oyun oynamak zorunda kalıyorum, kendime bir rol biçiyor ve rolümü yerine getiriyorum. Çalıştığım yerde çalışan rolü, otobüse bindiğimde yolcu rolü, hastanede hasta rolü, pazarda müşteri rolü vs… Belli başlı kurallara uyduğum sürece toplum içinde sessiz sedasız ilerleyebiliyorum. Bazı kalıp davranışlarını öğrenmem ve buna uygun davranmam yetiyor. Ama bu "toplumsal kişi" farklı roller üstlenen bir ben ve aslında gerçek ben değil. Toplumsal ilişkilerimi sorunsuz devam ettirebilmek uğruna duygularımı bastıryorum ve aslında sevip sevmediğimi, memnun olup olmadığımı çok fazla kafama takmadan hayatıma devam ediyorum ama bir yere kadar. Bir yerde kendim gibi olmama izin veren, mahrem, gizli, özel bir alan yaratabilmem gerekiyor. Neresi bu alan?


Bizi olduğumuz gibi kabul edebilecek, bizi yargılamayacak, bizi kınamayacak, kendimiz olmamıza izin verilen bu yer ailemiz mi? Her şeyimizi bilen insanların olduğu, bu dünyada en içli dışı olduğumuz insanlarla paylaşabildiğim, diğer insanları rahatsız eden şeyleri bu alanda çok rahat yapabildiğim, o “sihirli” yer. Madem toplumsal hayat benim ben olarak yaşamama izin vermiyor o zaman evimde beni ben olarak kabul eden insanlarla daha özgürce yaşayabilirim.


Aile dediğimiz şeyin böyle bir yer olmadığını biliyoruz. Ailemiz bizi yargılar, kınar, kendimiz olmamızı engeller. Kamusal alanda kendimiz gibi olamıyoruz ama ailemiz içinde bu imkanımız var dersek yanlış bir şey söylemiş oluruz. Belki kamusal alanda olduğumuz gibi değiliz bu doğru ama kesinlikle aileler bizim özgür olduğumuz yerler değil. Sokağa çıktığımızda özgürlüğümüz kısıtlanıyor ama ailemiz içinde özgürüz tespiti sadece bir yanıyla doğru olabilir. İdeal olanla gerçekleşen arasındaki fark çok büyük.


Duygularımı ifade edebildiğim, kendimi olduğum gibi sunabildiğim o yer aile ortamı değil. Var mı böyle bir yer. Hem etkileşim halinde olup hem de mahrem duygularımı ifade edebildiğim bir yer. Özel alan, kamusal alandan daha fazla buna imkan verse de o ütopik yer kesinlikle ailemiz değil. Belki aday olarak ailemiz buna en yakın ve uygun ortam ama bunu karşılayamıyor maalesef.


Yaşanan gerçeklik nedir? Ailelerimizde yargılanmadan, eleştirilmeden yetiştirilmediğimiz için aslına bakacak olursak kendimiz gibi olabildiğimiz o “yer” bir ütopyadan başka bir şey değil. Bizi olduğumuz gibi kabul edebilecek bir insan topluluğu var mıdır bu dünyada bilemiyorum. Zaten bizler de hem kamusal alanda hem de özel alanlarımızda kendimiz gibi olamadığımız için artık kendimiz kimiz bunun farkında bile değiliz. Sahi aslında bizler kimiz. Yani gerçek benliğimizi ortaya koyabilsek nasıl insanlarız? Toplumsal kurallar bir arada yaşayabilmemiz için gerekli amenna ama kuralların az da olsa gevşediği “uygar” olmamızın çok da gerekmediği bazı mahrem alanlara ihtiyacımız olduğu da da yadsınamaz.


Uygar olma uğruna feda ettiğimiz şey kendimiz olabilme potansiyelimiz yok etmek. İnsan dediğimiz canlı türünün bir arada yaşayabilmek için bulduğu çözüm bu. Birbirimizi öldürmeden yaşayabilmeye çalışıyoruz. Bizler kirpiler gibiyiz. Hem bir arada olmak istiyoruz hem de dikenlerimiz birbirimize batıyor. Bazılarının dikenlerini daha çok hoşgörebiliyoruz. Bu kişilerde eğer şanslıysak ailemiz dediğimiz kişiler oluyor.






bottom of page