top of page
Okunduğu Gibi

Toplumsal Düzen

Sembolik etkileşimciler toplumsal düzenin içinde yaşadığımız dünyada bulunan her şeye (nesnelere, olaylara, eylemlere ve benzerine) atfettiğimiz anlamlar sonucu oluştuğunu düşünürler. Sizce toplum bireylerin içinde yaşadıkları dünyaya atfettikleri anlamlardan mı meydana gelmektedir?


Toplumsal düzen hakkında biraz beyin jimnastiği yapalım. Birkaç toplumsal düzen örneği düşünelim ve bu örneklerde düzen nasıl oluşmuş bakalım. İlk aklıma gelen bir sınıf ortamı. Öğretmen var, öğrenciler var, bir bina var, derslikler, başka sınıflar (dolayısı ile başka öğretmen ve öğrenciler), idareciler, kantin var. Ders zamanları, teneffüs zamanları, okula geliş, derslerin işlenişi ve okuldan çıkış ile yaklaşık 4-5 saatlik bir süreç. Belirli kurallar içinde, görev dağılımına uygun olarak öğretmenler, öğrenciler, idareciler üstlerine düşen görevleri yerine getiriyor ve bir düzen içinde sistem işliyor. Eğitim ihtiyacı bu düzeni oluşturmuş durumda.


Peki, bu düzen nasıl oluştu? Neden bu şekilde oldu da başka şekilde olmadı? Mesela şöyle olamaz mıydı: eğitim için bir bina kurulması yerine öğrenci kendi evinde kalsa ve öğretmenler öğrencinin evine gelseydi. Tarihte böyle eğitim gören kişiler oldu. Örgün eğitim olmadan önce sadece zenginlerin çocukları eğitim alabiliyorken buna benzer sistemler uygulandı. (Belki hala bu şekilde eğitim gören zengin çocuklar vardır.)


Eğitim zenginliğe bağlı kalmaksızın bu şekilde yapılandırılamaz mıydı? Yani gerçekten düzeni öyle kurmak istesek yapamaz mıydık? Diyelim kaç çocuk var: 100; bunlara eğitim vermesi gerekecek kaç öğretmen var: 100. Tabi bu sınıf öğretmenliği düzeyindeyken geçerli bir sayı. Branş öğretmenlerinin devreye girmesi ile olayın boyutu büyüyecek. 100 öğrenci için 10'ar öğretmen üzerinden hesap edersek demek ki 1000 öğretmene ihtiyacımız var. Sadece 100 öğrenci için 1000 öğretmen gerekiyor.


Devlet dediğimiz en üst toplumsal düzene sahip bir sistemde bu işi bu şekilde organize etmek istesek üstesinden gelinemeyecek sayıda öğretmene ihtiyaç duyacağız. Olmayacağını bildiğim bir konu hakkında bu kadar uzun uzun yazmamın sebebi, durumu karikatürize ederek normalde olmayacak bir şeyi göze sokmak istemem.


Yukarıda anlattığım hayali düzenin saçma ve uygulanamaz olduğu ortada. Tekrar ilk başa dönersek bir sınıf ortamında ders yapma düzenini neden bu şekilde kurduğumuz çok net. Gerçekleştirebilir olan bu olduğu için, imkanlar dahilinde olan düzen bu olduğu için. Başka türlü olabilse (ki günümüzde oluyor, yazının sonunda değiniyorum) o olacaktı zaten. İhtiyacımız ne ve bunu karşılayacak imkanlarımız neler? Düzenin temelinde olan şey bu.


Toplumsal düzenden bahsedince bir parça da fizikteki düzen yada düzensizlikten bahsederek bir benzetme yapmak istiyorum. Çünkü bir yerde düzenden bahsediliyorsa düzensizlikten bahsetmek aynı derecede mümkündür.

“Bilim insanları düzensizliği entropi adı verilen nicelik ile ölçerler. Sistemlerdeki düzensizlik arttıkça, entropi de artar. Bu durum da faydalı (iş yapabilir) enerji miktarı azalır, faydasız enerji artar.
Eğer bir sistem tamamı ile düzenli ise entropisi (düzensizliği) sıfır olabilir. Entropi, enerji gibi korunan bir özellik değildir. Bütün enerji değişimlerinde çevre ile sistemin entropi değişimlerinin toplamı daima pozitiftir. Bu da evrendeki toplam entropinin (düzensizliğin) sürekli artmasına sebep olur. “

Özetle, dışarıdan bir enerji vermediğimiz sürece evrende düzensizlik hakimdir. Bir kişinin düzenli olarak odasını toplamadığında bir süre sonra odasının aldığı hal düzensizliğe örnek olarak gösterilebilir. Dışarıdan bir enerji vermeden nasıl düzensizliğe engel olamıyorsak eğer bir dış kuvvet tarafından enerji verilmezse toplumda da düzen oluşmaz. Bu dış kuvvet ya norm olarak, ya kural olarak, ya yasa yada örf, gelenek olarak ortaya çıkar.


Yani düzen istiyorsak emek harcamak da gerekiyor. Yani kendi haline bıraktığımızda toplumda bir düzen ortaya çıkmıyor. Neyse ki toplumsal canlılarız ve bir arada olmaya yönelik içgüdülerimiz var. Daha önce norm ve değer konusundaki yazdığım yazıda bir kirpi örneği vermiştim sanırım o örnek toplumsal düzen konusu için de geçerli olacak. Bir kirpi ailesi (bu durumda bizim için bu nazı konusu olun toplum) nasıl optimum bir mesafede durarak hem birbirlerine zarar vermeden yakın duruyorlar hem de birbirlerini ısıtıyorlarsa bir toplumsal düzen söz konusu olduğunda da insanlar hem bir düzen içinde yaşayıp hem de bu düzen kendilerini sıktığında kendilerine kaçış alanları da yaratmak isterler. Yani ne düzenden kopabilirler ne de düzensiz olabilirler.


İnsanlar tarihin herhangi bir döneminde düzensiz yaşamışlar mıdır? Avcı toplayıcı dönemde dahi hayatta kalabilmek için bir sistem içinde davranmış olmalıyız. Diğer türlü tek başına yaşayan canlılar olmadığımız için (yani birlikte yaşayarak hayatta kalabilen canlılar olduğumuz için) hayatta kalamazdık. Neden toplumsal canlılarız sorusu yani neden bir topluma ihtiyaç hissediyoruz sorusuna vereceğimiz cevap biyolojik yapımız gibi duruyor. Tek başına hayatta kalabilmeyi becerebilmiş olsak o şekilde evrimleşirdik.


“Neden toplum oluşturuyoruz”, “neden toplumsal canlılarız” sorularını sormanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. “Düzensiz bir toplum olabilir mi” de aynı derecede gereksiz bir soru.


Peki, “aslında ortada bir düzen yok, ben ona bu şekilde bir anlam yüklüyorum” diyebilir miyim? Neticede içinde bulunduğumuz toplumları yaratanlar bizleriz yani eğer bizler varsak toplum var. Eğitime ihtiyacı olan canlılar olmasaydık eğitim sistemini oluşturup bir okul düzeni yaratabilir miydik?


Bundan 10 bin yıl önce bugün anladığımız anlamda eğitim için bir araya gelen insanlar yoktu dolayısı ile böyle bir toplumsal düzen de yoktu. Bizler oluşturduk bu düzeni. Başka noktalarda da böyle düzenlerimiz mevcut. Bu küçük düzenler birikerek daha geniş bir düzeni oluşturuyor. Oturduğumuz yer bir site ise orada birlikte bir site ortamının gereklerini yerine getirdiğimiz site düzeni var. Yola çıkıyoruz araçlarla işlerimize, okullarımıza gidiyoruz yolda bir trafik düzeni var. İş yerlerimiz ve okullarımızda kendine ait çalışma düzeni var. Sonra içinde yaşadığımız şehirlerin bir düzeni var ve o şehirler de bir ülkenin büyük düzeninin bir parçası. En küçük toplumdan en geniş topluma düzen içinde yaşıyoruz.


Makro sosyolojinin dediği gibi “aslında bir "şey" olarak bir toplumsal düzen var ve ben de onun içinde bir pasif bir oyuncuyum dersem” doğru bir tespitte bulunmuş olur muyum? Bir toplum var ve ben onun üyesiyim. Tabi ki bir toplumun üyesiyim ama benim dışımda bir toplum var da ben ona dahil oluyorum anlamında bir toplum aidiyeti değil bu. Toplumu yapan benim. Ben olmasam zaten toplum diye bir şey olmaz. Bir toplumdan bahsedebiliyorsam benim varlığım buna yol açtığı için.


Bir şeye anlam atfetmek derken neyi kast ediyoruz. Aslında onun kendinde bir anlamı yok ama ona ben anlam atfettiğim için anlamlı hale geliyor gibi bir durum mu? Yine okul, sınıf, eğitim konusuna dönersek. Aslında okul gibi bir düzen yok, ona ben bu anlamı veriyorum diye mi düşüneceğim. İçinde öğrencilerin, öğretmenlerin, okul binasının, sınıfın olduğu bu toplumsal düzenin aktörlerine ben anlam verdiğim için mi varlar?


TOPLUMSAL DÜZENE GERÇEKTEN İHTİYACIM VAR MI?


Toplumsal düzeni şu şekilde tanımlıyorum: insanların ellerindeki imkanlarla kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere oluşturduğu örgütler veya sistemler.


Burada önemli ve kritik bir soru gündeme geliyor. Bir toplum içinde yaşamak için farklı ihtiyaçlarım var ve bu ihtiyaçları karşılamak üzere farklı şekillerde düzenler oluşturup yaşamımı kolaylaştırıyorum. Peki bu ihtiyacın kökeninde ne var? Yani neden eğitime ihtiyacım var, neden sitede oturuyorum, neden trafiği yarattım , neden işe gidiyorum?


Aslında her bir sorunun ayrı ayrı kökenine inmemiz gerekiyor. Biz diğerlerini bir kenara bırakıp eğitim konusuna odaklanalım. Eğitim ihtiyacı, öğrenme ihtiyacı, bilgi edinme ihtiyacı hepsi bir bütün. Toplumsal olarak şu an için okul düzenini oluşturmuş durumdayız ama pandemi sırasında evden ders dinlemek çok yaygınlaştı demek ki en başta söylediğim şey yapılabilirmiş. Yani her öğrencinin evine öğretmen gelebilirmiş. Fiziken olmasa da bir şekilde yapılabilirmiş. Elimizdeki imkanlar ihtiyaçlarımızın nasıl karşılanacağını da belirliyor. Ama esas kritik olan soru değişmiyor. Herhangi bir düzen hangi ihtiyacın sonucu ortaya çıkıyor? Kişisel olarak benim mi ihtiyacım var yoksa bana dayatıldığı için aslında ihtiyacım olmayan bir şey ama sanki ihtiyacım varmış gibi mi algılıyorum?


Daha felsefi bir yöne kaydığımı hissediyorum. Daha ontolojik bir alana giriyoruz. Eğitim neden var? İnsan neden öğrenir? Sorulması gereken sorular bunlar mı? Modern toplumların kaçınılmaz olarak içine girdiği bir durum mu bu?


Şu an eğitimsiz bir hayatı hayal bile edemiyoruz. Şunu sormalıyız: insanlar tarih boyunca eğitimsiz, eğitilmeden herhangi bir dönem yaşadılar mı? İlkel dönemlerimizde bile anne/babalar çocuklarına bir şeyler öğretmiyorlar mıydı?


Bizler bilgi biriktiren canlılarız. Bilgiye doyamıyoruz, bilmeden yaşayamıyoruz. Zamanla karmaşıklaştık, karmaşıklaştıkça sistemlerimiz de karmaşıklaştı. Bir kısır döngü şeklinde gelişmeye devam ediyoruz. Tavuk/yumurta ilişkisi burada da kendini gösteriyor yani bizler öğrenmek istiyoruz, öğrendikçe bilgimiz artıyor ve daha çok öğrenmek istiyoruz bu şekilde devam ediyor.


Kritik soru neydi? Eğitim birey olarak benim talebim mi yoksa bana tepeden, başka bir yerden dayatılan bir “şey” mi? Acaba eğitimli insanlara piyasanın ihtiyacı var olduğu için mi eğitiliyoruz? Aslında insanı kendi haline bıraksan en basitini tercih eder ve eğitilmemeyi tercih eder miydi? Bir yerden (bir "şey" zorlamasa) zorlama olmasa, yani üretim yapan bir fabrika sahibi talep etmese mühendis ihtiyacı da olmayacak, o zaman mühendis eğitimine de gerek kalmayacakmış gibi duruyor. Fabrika neden var çünkü sadece o mühendisin değil herkesin o fabrikanın ürettiği şeye ihtiyacı var.


Şunu kabul etmek lazım. Eğitimin insanı mecbur bırakan bir yönü de var. Birçok kişi istemediği alanlarda, bir mecburiyet gibi eğitim alıyor. Yani insanların tamamı öğrenme ihtiyaçlarını gidermek için eğitim sistemi içinde değil. Belki iyi bir araştırma konusu da olabilir. İnsanların yüzde kaçı bir baskı olmasa da eğitim almak isterlerdi? Yüzde kaçı öğrenme ihtiyacını gidermek için eğitim alıyor? Ben bu sorulara çok büyük oranda olumsuz cevap verileceğini düşünüyorum.


Bunu ilk elden tecrübe etmiş bir kişi olarak iyi biliyorum. Üniversitede sırf iş bulurum umudu ile Kimya bölümünde okudum, İngilizce iş hayatında gerekli diye İngilizce eğitim veren bir okul olan ODTÜ’yü tercih ettim. Sonuçta İngilizce bilen, kimyager diploması olan bir insan olmuştum ama çok mutsuzdum. İtiraf edeyim aldığım eğitim sayesinde ülke ortalamasının üstünde bir maaşla hayatımı kazanıyorum ama mutsuzum. Bu mutsuzluğun gerçek sebebinin ne olduğunu bulmak için çok uğraştım. Çok gereksiz noktalara takıldım ve çok fazla zaman kaybettim, En sonunda bulduğumu düşünüyorum.


İnsanın amacının kendini gerçekleştirmek olduğu farkındalığı ile sosyoloji okumaya karar verdim. 47 yaşımda atıldım bu maceraya.


Bu konuda yalnız olmadığımı çok iyi biliyorum. Modern dünya (en büyük toplumsal düzen) insanların isteklerine göre işlemiyor. Bir toplumsal düzenimiz var ama bu düzen bireylerin ihtiyaçlarından çok bizim etki edemediğimiz daha büyük bir sürecin ihtiyaçlarına hizmet ediyor. Bir ihtiyaç karşılanıyor ama bu ihtiyaç kimin ihtiyacı?


İnsanlar kendini gerçekleştirmek ister, bunun için de yeteneklerine uygun işler yapmalıdır. Problemde burada başlıyor. İnsanlar yeteneklerini keşfedemeyecek bir aile ortamına doğuyor. Eğitim sistemi insanların yeteneklerinin ne olduğuna değil piyasanın talebine odaklanıyor.


İnsanlar hayatta kalabilmenin yollarını arıyor. En temel içgüdümüz hala devrede. Hayatta kalmak istiyoruz bunun için 10 bin yıl önce iyi avcılık yeteneği gerekiyordu, bugün de aslında çok farklı değil. Hayatın karmaşıklığı artık bizlerden daha karmaşık yetenekler talep ediyor.


Uydurulmuş işlerimiz var. Muhasebe diye bir iş yaratmış durumdayız mesela. Hangi yeteneği olan insan muhasebecilik için uygun bir insan olabilir? Daha doğrusu hangi insan kendini gerçekleştirmek için muhasebeci olmayı ister? Ya da daha basitinden bütün memuriyetin tamamını ele alalım, tamamı uydurulmuş işler: bankasından, elektrik kurumuna, tapu dairesinden, gümrük teşkilatına, polis teşkilatından, dış işleri bakanlığına… Kısacası uydurulmuş işlerle dolu bir hayatımız var. Asıl sorun da burada işte.


Bir düzen yarattık ve bu düzen bizden bazı taleplerde bulunuyor. Belki birey olarak o “şey”e ihtiyacım yok ama topluluk halinde yaşamak için o “şey” elzem. Tek başıma olsam çok anlamsız gelecek bir iş, topluluk halinde yaşayan bir tür olduğum için olmazsa olmaz oluyor. İkisini ayırmak şart. Birey olarak anlamsız olan topluluk olarak anlamlı oluyor. İşte kritik cümleyi kurduk. Bizler topluluk halinde yaşayan canlılarız ve bunun olmazsa olmaz şartı bir düzen içinde olmak. Ve bu da ister istemez aslında kişisel olarak ihtiyacım olmayan ama topluluk olarak varlığımın devam etmesi için gerekli olan bir düzen kurmamı gerektiriyor. Tam bir çelişki yumağı. Çok anlamsız işlerle dolu bir dünyada kendimi var etmeye çalışıyorum. Hayatta kalabilmek için bu anlamsızlıkla baş etmem gerekiyor ve ben de ne yapıyorum bu anlamsızlığa anlam yüklüyorum.


Kendini gerçekleştiremeyen insanın çaresizliğidir bu. Anlamsız bir hayat yaşıyorum deme yürekliğini göstermek yerine, bu anlamsızlığa çözüm bulamayacağını düşündüğü için bu şekilde yaşamaya devam ediyor. Kalabalık bir şehrin sokaklarını süpüren belediye işçisi çocukluğunu hayal ediyor, ona soruyorlar büyüyünce ne olmak istiyorsun o da gururla doktor diyor, bir marketin kasasında fiş kesen kasiyer çocukluğunu düşünüyor, ne olacaksın diyorlar, öğretmen diyor, bir şirketin muhasebe defterini tutan genç çok değil daha 5-6 yıl önce pilot olmayı hayal etmişti…


Yeteneklerini keşfedemeyen, ne yaparsa mutlu olur bilemeyen insanların dönemindeyiz. Sürüklenip gidiyoruz. Bir akıntıya kapılmış dal parçalarıyız ve kendi hayatımızı yaşayamadığımızı biliyoruz. Belki bir çoğumuz bunun farkında bile değiliz ama anlamsız bir hayat yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz bu düzen bizim yarattığımız bir “şey”. Bizler inşa ettik. Yapabildiğimizin en iyisi bu. En temel ihtiyacımız (iç güdümüz) olan hayatta kalma ihtiyacımızı bu sayede yerine getiriyoruz.


Toplum bir nesne değildir onu yaratan bizleriz yani içinde bulunan insanlar bir toplumu var eder. Bu toplum iyi de olabilir kötü de, yanlış da olabilir doğru da. Toplumu sanki kendi başına bir nesneymiş, bir şeymiş gibi algılamak yanlış olur. Toplum değişir, dönüşür, başkalaşır, iyiye doğru gider, kötüye doğru gider. Toplum içinde yaşayan bireylerle anlamlıdır. İçinde birey olmayan şeye toplum denilebilir mi? Bir adada tek başına yaşayan insana bir toplum içinde yaşıyor diyebilir miyiz? Ama o adada yaşayan tek kişi bir video çekip de internette paylaştığı an artık o da bir toplumun parçası olur. Yani bir toplumdan bahsetmek için insanların etkileşimde bulunması gerekir.


Bütün bu yazdıklarımdan sonra Sembolik Etkileşimcilerin Topluma anlam atfetmelerine ne kadar yakın şeyler söyledim bilemiyorum. Makro sosyolojik bakış açısının topluma bakışını doğru bulmadığımı biliyorum. Ama Sembolik Etkileşimcilerin topluma nasıl baktıklarını kavrayamadığım için kıyaslama yapamadım.


Cahil cüreti tekrar devreye girdi sanırım.






NOT: Bu yazıyı yazarken en çok faydalandığım kitap. Çok kapsamlı ve detaylı bir çalışma: TOPLUMSAL DÜZEN PROBLEMİ EKSENİNDE ANTHONY GIDDENS'IN YAPILAŞMA TEORİSİ, Berivan BİNAY, 2014


コメント


bottom of page