Dün, yani 1 mart tarihli Eğitim Felsefesi dersinde beklemediğim bir yazışma yaşandı. Dersin bir yerinde Adnan Bey "öğretmenler toplumda nasıl algılanıyor" diye retorik bir soru sorunca aklıma Türkiye’de doktor ve öğretmenlere uygulanan şiddet geldi ve bunu yorum olarak yazdım.
İlk şaşırtıcı tepki Adnan Boyacı’dan (Eğitim Felsefesi dersimizin hocası) geldi. “ Bu felsefi, sosyolojik ve siyasi açıdan tartışmalı bir konu” diyerek söze başladı. “Gerçekten Türkiye'deki herkes öğretmen mi dövüyor, doktor mu dövüyor? Yoksa servis edilen haberler, kötü örnekler mi? Türkiye’de 83 milyon insan olduğunu varsayarsak, bu sende bir rahatsızlık yaratıyor değil mi? Öğretmeni ve doktoru dövmeye yönelik edindiğin bilginin epistemolojik açıdan doğruluğu nedir? Bunları, dövün demek için de söylemiyorum… buna böyle bir bakmak lazım. Mesela ben sosyolog olsaydım şunu söylerdim size, derdim ki toplumsal değerlerdeki aşınmayı pek çok parametre ile kontrol edebilirsiniz, görebilirsiniz. izleyebilirsiniz derdim. Bu pozitivist bir bakış açısı. Bir başka bakış açısı, öğretmenleri ve doktorları döven insanlara yakından bakmak lazım, onları anlamak lazım, hangi bağlamda bu olumsuz davranışı geliştirdiklerini neden sonuçla beraber bağlamında anlatmak lazım derdim. Bu da nitelci bir yaklaşım. ”
Cevabını yukarıya olduğu gibi aldım , noktasına, virgülüne dokunmadan. Bir eğitmen gibi yaklaşıp soruyu taca attı. Bu tavrı sadece Adnan Bey’de değil sosyologların, sosyal bilimcilerin bir çoğunda görüyorum. Yurt dışını bilmiyorum ama ülkemizde bilim adamlarının sorunları tespit etmekle yetindiklerini, çözümsel olarak konulara yaklaşmadılarını görüyorum. Bilim insanın görevi çözüm üretmek midir değil midir sorusuna cevabım: kesinlikle evet. Bilim insanları sadece durum tespiti yapmakla yetinmemeli aynı zamanda tespit edilen soruna çözüm de önermeli.
Adnan Bey’e haksızlık etmek istemem. Bir ders ortamında, hazırlıksız yakalandığı bir ortamda spontane olarak bir konu ile ilgili görüş beyan etmek doğru olmayabilir. Tüm kalbimle saygı duyuyorum. Bu soruyu da bir öğretme fırsatına çevirip, konuyu pozitivist yaklaşım şöyle bakar, yorumlayıcı yaklaşım böyle bakar diyerek, bir yorum yapmadan geçiştirmiş oldu.
Ama ilk cümlesi ve seçtiği ilk yönlendirmesi ne kadar doğru? Önce Adnan Bey'e olan eleştirimi yazıp sonra asıl can sıkıcı olan, yazdığım yoruma diğer öğrencilerin yaptığı yorumlara geçeceğim.
Benim tüm insanların doktor ve öğretmene şiddet uyguladığına dair bir yargıda bulunmayacağım kesin. Aklı başında olan kimse de böyle bir düşünce beyan etmez. Sanki bu basit gerçeği bilmiyormuşum gibi tepki göstermesi doğru bir bakış açısı değildi. Bu durum bir şeylerin göstergesi ve ben de tam olarak bu göstergeye dikkat çekmek için bunu yazdım. Tüm insanların doktor dövmediğini bildiğimi söylemek durumunda kalmak bile çok aşağılayıcı.
İkinci konu bu konunun tartışmalı olması durumu. Tartışmalı olan tam olarak nedir? Öğretmenlerin ve doktorların gerçekten dövülüp dövülmediği mi yada dövülmelerinin doğru olup olmadığımı mı? Adnan Bey sanırım "abartılacak kadar bir şey yok, bir kaç münferit olay" bakış açısını kastediyor. Eğer böyleyse maalesef bu bilim insanı bakışı değil tam bir siyaset adamı bakışı olacaktır. Eleştirim de bu. Sıfır olması gereken bir durumu tartışarak normalleştirmek yanlış diye düşünüyorum. Tartışınca sanki iki farklı, tutarlı ve doğru olan görüş var da bu görüşlerden hangisi daha doğruymuş, hadi karar verelim gibi bir durum ortaya çıkıyor. "Şiddetin her türlüsü yanlıştır" önermesi ile yola çıkarsak bundan sonra kuracağımız her cümle de anlamsız ve gereksiz olacaktır. Bu durumda tartışacak bir şey kalmaz. "Sorun bu; bunun sebepleri şu; çözümü de bu" diye konuya yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Sorunu tespit etmek için artık nitel yöntem mi kullanılır, nicel mi, pozitivist mi, yorumlayıcı mı fark etmez. Bir an önce sorunun kökenine inilmeli, tespit edilmeli ve ne yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır.
Adnan Bey’in konuya yaklaşımı ile ilgili düşüncelerim bunlar. Asıl canımı sıkan ve beni üzen diğer yorumlara gelirsem.
Benim yazdığım cümle tam olarak şu: “ öğretmen ve doktor dövmekten zevk alan bir toplum olduk.”
İlk yorum “istisnaları genellemek doğru mu” oldu. Tabi ki değil ama kısa bir an içinde yazılan bir cümleyle derdimi tam anlamı ile ifade etmem mümkün değil. Oraya uzun uzun cümleler yazarak kendimi ve düşüncelerimi yansıtamam. Bu cümleden ne kastettiğim ortalama bir zeka seviyesi tarafından anlaşılabilir. Konuyu çarpıtmaya ve demagoji yapmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Neyse, zaten bu tam olarak da önemli değil ve üstünde durmaya değmeyecek bir yorum.
Sonraki yorumlar,
“medya uç örnekleri veriyor”,
“şiddet yanlısı değilim ama bazıları gerçekten hak ediyor.”,
“ doktorların yaptığı psikolojik şiddeti de ele alalım o zaman tek yönlü bakmayın”,
“ölüm döşeğindeki babası için aman bırak ölecek nasılsa ilgilenmeyin dersem evet hak ederim teslime hanım…” (teslime hanımın “kim dayağı hak eder siz eder misiniz” sözüne karşılık),
Diyalog şu şekilde devam etmiş:
— “e dövseydiniz bari ya”
— “yapmadığımı nereden biliyorsunuz?”
Bu diyalogla yorumlar bitiyor.
Bu ders, düşünün, “Eğitim Felsefesi” dersi ve yaşanan problemlerin şiddetle çözülebileceğine dair görüşler savunulabiliyor. Mesela bir doktorun kötü muamelesine maruz kalmış olan kişinin aklına o kişiyi bir üst merciye şikayet etmek gelmiyor. İşini doğru yapmadığı için dava açmak gelmiyor. Aklına ne geliyor, dövmek. Ve bunu çok normalmiş gibi savunabiliyor.
Alın size minicik bir sosyal çalışma. Bunun altında ne var? Bu öfkenin altında ne var? Neden insanlar sorunlarını "medeni!", "uygar!", "modern!", "çağdaş!", "hukuksal!", "kanuni!" yollarla değil de "ilkel!", "geri kalmış!", "geleneksel!" yollarla çözmeye çalışıyorlar. Sadece buradan bile ülkemizde inanılmaz boyutta bir güven sorunu olduğu belli olmuyor mu?
Ders sırasında da bir kaç cümle ile derdimi anlatmaya çalıştım ama hem kısıtlı zaman, hem de uygun şartların olmaması sebebi ile bu mümkün olamadı. Zaten o yüzden bu şekilde uzun bir makale ile bu durumu irdelemek istedim.
Bu şiddet isteği, ihtiyacı normal mi? Benim görüşüm normal olmadığı yönünde. Bir şeyler yanlış. Önce bunu bir görmek gerek. Kadına şiddetin de, öğretmene, doktora, taksiciye, kadın şoförlere, erkek şoförlere, öğrenciye, hastaya şiddetin de kime olursa olsun doğru olmadığını, yanlış olduğunu tespit etmek gerek. Bu kadar yaygın şiddet doğru ve normal değil.
Kimsenin kimseye güvenmediğini görüyoruz. Asıl kötüsü kimse devlete de güvenmiyor. Başına bir iş geldiğinde arkasında güçlü bir sistem olduğuna güvenmiyor. Kötülük yapanın yanına kar kalıyor. Böyle olunca da herkes kendi cezasını kendisi kesiyor. Gücü yeten tahakküm uyguluyor. Bu doğru değil diyen de tu kaka oluyor. Amaç sorunu tespit edip çözüm üretmek değil böyle gelmiş böyle gider diyerek yoluna devam etmek.
Çocuklarımızı nasıl bir topluma ittiğimizin farkında mıyız? Güya bir toplumuz ama bir toplumun gerektirdiği en asgari şartları bile yerine getirmiyoruz. Kutuplaşma, nefret, kin, öç alma o kadar sıradanlaştı ki… Hayatımıza, geleceğimize, çocuklarımıza yazık ediyoruz
Medeni bir ülkede yaşamak istemeyen var mı? Herkes şikayetçi (genelleştirmeyelim(!), durumun vehametini gören, daha iyinin olma ihtimali bilen vs şikayetçi) çözüm ise sorunu doğru tespit etmek. Sorun siyasette. Sorun demokrasinin popülizme kurban edilmiş olmasında. İnsanların, sıradan insanların, eğitimsiz insanların en temel duygularına, dürtülerine oynayarak siyaset yapmakta. Hukuk olmayınca "balık kokarsa tuzlarsın, tuz kokarsa ne yaparız" sorusuna verdiğimiz cevap gibi ortada kalıyoruz. Bu kadar güvensizlik çok fazla. Kuralsız, düzensiz, değersiz, normsuz bir toplum olmaya doğru hızla gidiyoruz. (Yine genelledim ama artık ne kast ettiğimi anlıyorsunuzdur umarım) "İlla ki toplumumuzun bir kısmı gayet doğru, normal yaşayabiliyordur" diyeceğim ama öyle olmadığını herkes biliyor. Bir kanser gibi her yere yayılmış durumda. Aile içinden başlayıp, okula, oradan caddeye, sokağa, trafiğe, adalete, sağlığa, siyasete yayılmış durumda.
Adını bile koymakta zorlanıyoruz. Bir sorun olup olmadığın da bile hem fikir değiliz. Şiddetin varlığını bile tartışmalı olarak görüyoruz. Şiddete çözüm bulmak için konuştuğumuz da bile birbirimize şiddet uyguluyoruz. Yaşadığımız hayatı bile sorgulayamıyoruz. Bu iş yanlış demeye bile hakkımız yok gibi. "Post truth" denilen bu çağda felsefe dersinde bile "yaşanılan şiddet gerçekten şiddet mi"yi tartışabiliyoruz. "Yok aslında şiddet abartıldığı kadar fazla değil diyebiliyoruz." Bu münferit, genellemeyelim, istisnadır" diye olanları küçümsüyoruz. Ölen öldüğü ile dayak yiyen dayak yediği ile kalıyor. Toplumumuzda yaygın bir şiddet olduğuna bile ikna edemiyoruz. Her gün bir kaç kadın şiddet uğruyor abartmayın erkekler de şiddete uğruyor deme cürretini gösterebiliyor bir kadın.
Bazı şeyler siyaset üstü olabilmeli. Bazı şeyler sağlıklı şekilde değerlendirilebilmeli. Her şeyin de siyasi bir boyutu olmak zorunda değil. Bazen de siyaset bilimin karşısında boynunu büküp sahneyi ona bırakabilmeli. Bu yaptığım oy getirir mi demeden, aldığım pozisyon bana çıkar sağlar mı demeden de bazı konularda tavır alınabilir. Cehaletin istibdatı bir gün bitmeli.
Bir felsefe dersinde bile şiddet savunuluyorsa sıradan, eğitimsiz insanların nasıl davranmasını bekleriz.
Bir an önce silkinip kendimize gelmezsek boşa geçen hayatlar yaşamaya mahkum kalacağız.
Not: Bu yazının devamı niteliğinde olan yazım "Kutuplaşmanın Sonucu Toplum Olamama" yazısı linki: https://www.okundugugibi.com/post/kutuplaşmanın-sonucu-toplum-olamama
Opmerkingen