Kitaba geçen kaldığım yerden devam ediyorum. İlk yazıda ilk 8 başlığı aktarmıştım.
Önceki yazıda Marvin Harris'in Türümüz (Our Kind) kitabına başlamıştık. İnsan evrimini biyolojik, teknolojik ve kültürel açılardan ele alarak insan türünün gelişimini açıklıyordu. Primatlardan insana geçiş, alet kullanımı, dilin evrimi ve fosil keşifleri ele alınmıştı. Harris, insanın iki ayaklılık, alet yapma ve kültürel gelişim süreçlerini evrensel bir perspektifle anlatmıştı. Lucy ve diğer fosil keşifleriyle insanın evrimsel bağlantılarını netleştirirken Piltdown Adamı gibi sahtekârlıkları da ele almıştık. Homo habilis’in taş alet kullanımından bahsederken, şempanzelerin alet kullanma becerilerinin insanla ortak noktalar sunduğunu belirtmiştik.
Bu yazıda da 8 -18 arası başlıklara bakacağız.
Bir sonraki başlık “NE İÇİN ALETLER?” adını taşıyor. Australopithecus'da Alet kullanımı ve dik duruşun, birlikte evrimleştiğini görüyoruz. Ağaçlarda yaşayan maymunların erişemediği besinleri (karıncalar, termitler, toprak altındaki yumrular) elde etmek için aletler geliştirmişler. Doğada taşınabilir aletlerle bu zengin protein ve yağ kaynaklarına ulaşmak, onlara evrimsel avantaj sağlamış. Bu aletler, zamanla daha verimli olacak şekilde geliştirilmiş; örneğin kazma çubukları sivriltilmiş. Bu süreç, insanın bilişsel ve fiziksel evriminin temel taşlarını oluşturuyor. 5 milyon yıl önce savana açılan atalarımız, elinde sivri çubuklarla dik yürüyerek tarihimizin tohumlarını atmış.
Sonraki başlık “ET” adını taşıyor. Açık arazide yaşayan australopitekusların, zamanla et tüketmeye başladığını öğreniyoruz. Harris, ormandaki hayvanlar küçük ve gizliyken, savanlar büyük sürüler barındırıyordu diyor. Bazen kaybolmuş yavru antilopları avlamışlar, bazen de yırtıcılar tarafından öldürülen hayvanların leşlerini paylaşmışlar. Arkeolojik kanıtlar bulunmasa da primatların beslenme alışkanlıkları, et tüketiminin yaygın olduğunu gösteriyor. Çoğu maymun ve maymunsu otçul sanılırken, gözlemler onların omnivor olduğunu ortaya koyuyor. Babunlar ve şempanzeler aktif olarak avlanıyor, özellikle şempanzeler işbirliği yaparak 23 farklı memeli türünü avlıyor. Ayrıca, av paylaşımı sosyal ilişkileri güçlendiren bir unsur olmuş. Erkekler daha fazla avlanırken, dişiler de avcılık yaptığı oluyormuş. Harris, şempanzeler, et paylaşımı sırasında yoğun sosyal etkileşim gösterir, yiyecek için dilenir ve bazen öfkeli tepkiler verir diyor. Bu, insanların avlanma ve paylaşma davranışlarının evrimi için önemli bir model sunar.
Bir sonraki başlık “AFRİKA YARATILIŞI YENİDEN GÖZDEN GEÇİRİLDİ” ilk olarak neden bu başlık seçildiğini görelim. Bu başlık Robert Ardrey’nin 1961 tarihli African Genesis adlı kitabına bir gönderme yapıyor. Ardrey, kitabında insanın kökenine dair "katil maymun" hipotezini savunmuş ve erken insan atalarının doğal olarak saldırgan, savaşçı ve avcı olduklarını öne sürmüş. Ancak Harris, bu görüşü eleştirerek australopitekusların aslında güçlü avcılar değil, daha çok leşçiller olduğunu ve ilk taş aletleri kullanmalarının büyük bir evrimsel dönüm noktası olduğunu öne sürüyor. Başlık, hem Afrika'nın insan evrimindeki merkezi rolüne atıfta bulunuyor hem de geçmiş teorilere karşı eleştirel bir yaklaşım benimsediğini vurguluyor.
Başlık altında ne anlatıldığına dönersek, Harris, Australopitekuslar, avcılıktan çok leşçiliğe yönelmişti, çünkü savanlarda büyük avcılar hayvanları öldürüyor ve onların sert derilerini parçalıyorlardı diyor. Leşleri yiyebilmek için akbaba ve çakalları uzaklaştırıyor, ancak güçlü çeneli sırtlanlardan kaçıyorlardı diye aktarıyor. Tehdit durumunda ise ağaçlara tırmanarak güvenliğe ulaşıyorlarmış. Harris, şempanzeler bazen büyük avcılardan et çalsa da, australopitekusların güçlü avcılar olduğuna dair kanıt yoktur diyor. Onların fosilleriyle bulunan kemik ve boynuzlar muhtemelen sırtlanlar tarafından bir araya getirilmiş. Ancak 3 ila 2,5 milyon yıl önce büyük bir yenilik gerçekleşmiş: Taştan kesici ve doğrayıcı aletler yapmaya başladılar. Bu aletler sayesinde sert deri, kas ve kemiği keserek daha verimli bir leşçil haline geldiler. Bu teknolojik atılım, onların cesur bir yaşam tarzına geçmelerini sağladı ve insan evriminde büyük bir dönüm noktası oldu.
Geldik 12. başlığa, bu başlığın adı: “BIÇAKÇI, KASAP, ÇÖPÇÜ, AVCI”. Bu başlık altında, erken insan atalarının (özellikle australopitekus, habilis ve erectus türlerinin) taş alet kullanımının gelişimi ve bu teknolojinin avcılık ve leşçilikle ilişkisinin evrimsel boyutunun ele alındığını görüyoruz.
İlk australopitekusların taşları savunma ve fındık kırma gibi basit amaçlarla kullanmaları anlatılıyor. Zamanla, taşların yontulmasıyla keskin kenarlar elde edilip deri yüzmek, et kesmek ve kemik kırmak gibi işlemler yapılmaya başlanıyor. Nicholas Toth'un deneyleri, bu ilk aletlerin hem büyük hayvanların parçalanmasında hem de odun kesme ve kazma sopaları şekillendirme gibi çeşitli işlevlerde kullanıldığını gösteriyor. Ayrıca taş aletlerin taşınması ve saklanması için deri torba gibi basit taşıma araçlarının kullanılmış olabileceği belirtiliyor.
Homo habilis'in beyin büyüklüğündeki artış ve daha karmaşık taş aletler üretme becerisi, doğal seçilimle ilişkilendiriliyor. Ancak bu türün hâlâ büyük ölçüde leşçilik yaptığı ifade ediliyor. Homo erectus ise daha uzun boyu ve gelişmiş taş aletleriyle yeni bir ekolojik nişe uyum sağlıyor. Erectus'un kesici aletlerle büyük hayvanları parçaladığına dair kanıtlar bulunuyor, ancak taş uçlu mızraklar geliştirilmemesi, avcılık konusunda sınırlı becerilere sahip olduğunu düşündürüyor. Yine de erectus'un doğrudan temasla avlanmış olabileceği ileri sürülüyor.
13. Başlık spesifik bir konuya odaklanıyor. Homo Erektus la ilgili bir başlığı göreceğiz. Homo erectus'un beyin gelişimi, taş alet teknolojisi ve potansiyel bilişsel yetenekleri üzerine odaklanacağız. Başlık: “H. ERECTUS'UN GİZEMİ (ENİGMA'SI)”. Neden başlıkta gizem var onu görelim.
Homo erectus'un beyninin, Homo habilis'e göre %33 daha büyük olduğu belirtiliyor. Ancak bu büyüklüğe rağmen erectus'un taş alet setinin (el baltaları, keski ve kazmalar) karmaşıklık açısından habilis aletlerinden çok farklı olmadığı ifade ediliyor. Aletler büyük hayvanları parçalama ve ağaç dallarını kesme gibi ağır görevler için uygun olsa da teknolojik bir devrim niteliğinde değiller. Homo erectus'un yaklaşık 1,3 milyon yıl boyunca taş aletlerinde büyük bir yenilik yapmadan aynı teknolojiyi kullanmaya devam ettiği vurgulanıyor. Bu durağanlık, modern insanın hızlı teknolojik gelişim süreciyle karşılaştırıldığında dikkat çekici bir fark oluşturuyor. Erectus'un şempanzelerden daha zeki olduğu ancak modern insanın dil ve bilişsel kapasitesine sahip olmadığı ifade ediliyor. Bu nedenle erectus'un toplumsal ve teknolojik gelişim açısından durağan kaldığı ve sonunda soyunun tükendiği ileri sürülüyor. Homo erectus'un beyninin yüksek enerji maliyetine rağmen neden evrimsel olarak avantaj sağladığı tartışılıyor. Polonyalı bilim insanı Konrad Fialkowski'nin önerisine göre, bu beyin büyüklüğü erectus'un uzun mesafeleri koşma yeteneğini desteklemiş olabilir.
Şekil 2 de homo erectus olan yere baktığımızda bir şey dikkatimizi çekiyor. O şekildeki en uzun çizgi erectusa ait. Neredeyse 1.8 milyon yıl yaşadığını görüyoruz. O kadar uzun bir süre ki bu aklım almıyor. Bizim yani homo sapiensin dünyada 300 bin yıl yaşadığını biliyoruz. Erectus kadar uzun yaşadığımızı hayal edelim. Yani daha 1.5 milyon yıl yaşadığımızı düşünelim. Bu gelişme hızımızla ne olacağımız hayal bile edemiyorum. Erectusun bir şeyinin eksik kaldığı kesin.
Erectus'un yaklaşık 1,3 milyon yıl boyunca aynı taş alet teknolojisini kullanması, bu kadar büyük bir beyin gelişiminin neden inovasyon getirmediği sorusunu doğuruyor.
Ateşi tam olarak kontrol edip edemediklerine dair kanıtların yetersiz olması, onların bilişsel yetenekleriyle ilgili önemli bir gizem oluşturuyor.
Erectus'un sosyal ve dilsel iletişimde hangi düzeyde olduğu hala tartışmalıdır. Daha büyük bir beyin neden modern insan gibi kültürel gelişmelerle sonuçlanmadı?
Erectus'un beyni yüksek enerji maliyetine rağmen neden evrimsel olarak korunmuştur?
Erectus konusuna oldukça fazla yer ayırdım. Bu kadar uzun süre dünya üzerinde kalmış bir türün neden beklenen atılımı yapamadığını anlamın önemli olduğunu düşünüyorum. Bizi diğer insan türlerinden ayıran şeyleri tespit etmek açısından bu konuyu detaylı şekilde anlamanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Devam edelim.
14. Başlık “SICAK, SAÇ, TER VE MARATONLAR” adını taşıyor.Harris, Homo erectus’un fiziksel adaptasyonlarını ve koşu yeteneklerini, özellikle sıcaklık baskısı altında hayatta kalma yetenekleri bağlamında ele alıyor. Konrad Fialkowski’nin teorisine göre Homo erectus'un büyük beyni, özellikle uzun mesafe koşularında sıcaklık stresine karşı dayanıklılık sağlamak için evrimleşmiş olabilir. Kısa mesafede birçok hayvana göre yavaş olmalarına rağmen, insanlar uzun mesafede tüm hayvanlardan daha dayanıklıdır. Erectus'un yoğun ter bezleri ve kılsız vücudu, koşu sırasında vücut ısısını daha etkili bir şekilde düşürmelerini sağlamış. Homo erectus’un uzun ve ince vücut yapısı (Bergmann Kuralı'na uygun olarak) sıcak bölgelerde ısıyı daha iyi dağıtmalarına yardımcı olmuş. Harris, gündüz çıplak olmak sorun yaratmazken, gece sıcaklık düşüşlerine karşı hayvan derilerinin battaniye olarak kullanılması olasıdır diyor. Koltuk altı ve genital bölgelerdeki apokrin bezler, yoğun fiziksel çaba veya cinsel uyarılma sırasında koku salgılayarak sosyal etkileşimlere katkı sağlamış olabilir.
Erektus’un kafasının büyük olmasının ama bu büyüklükle orantılı bir zeka ve kültür geliştirememiş olmasının sebebini açıklamak için ilginç bir tez. Aslında konuya şu açıdan da bakmak mümkün. Erektus dünyada neredeyse 1.8 milyon hüküm sürmüş, bu ne anlama geliyor? Demek ki sahip olduğu özellikler onun hayatta kalması için yeterli olmuş. Zaten yeterli olmadığı durumda da soyu tükenmiş. Eğer sahip olduğun özellik işe yarıyorsa daha iyisine sahip olmaya gerek yok.
Harris 15. başlıkta da erektus ve beyni konusuna devam ediyor. Bu başlık “BEYİN DÜŞÜNMEYE BAŞLAR” adını taşıyor. Harris, Homo erectus’tan Homo sapiens’e geçişin beynin organizasyonundaki önemli bir değişimle ilgili bir teoriyi tartışıyor. Fialkowski'nin teorisine göre, erectus beynindeki nörolojik devreler, ısıl stres gibi durumlarla başa çıkabilmek için kritik bir hücre yoğunluğuna ulaşmıştı ve bu durum, beynin daha karmaşık işlemleri çözmeye hazır hale gelmesine yol açmış. Ancak Harris, bu değişimin tam olarak nasıl gerçekleştiği hala belirsiz diyor. Harris, bilgisayar tasarımındaki evrimi bir analoji olarak kullanarak, linear işlemden paralel işleme geçişi açıklıyor. İlk bilgisayarlar, sırayla bir dizi adım atarak işlem yapıyordu, ancak daha karmaşık problemleri çözebilmek için paralel işlem yapabilen makineler geliştirildi. İnsan beyni de benzer şekilde, daha önce "koşmaya" uygun olan erectus beyninden, düşünme ve soyutlama gibi daha karmaşık işlevleri yerine getirecek şekilde evrimleşmiş olabilir. Fialkowski’nin teorisi ayrıca, pinnipedler (deniz memelileri) örneğiyle bir karşılaştırma yapıyor. Harris, Foklar, yunuslar gibi hayvanlar, oksijen eksikliğiyle başa çıkmak için yedeğe sahip beyin hücreleri kullanırlar diyor. Ancak, araç kullanımı ve nesneleri manipüle etme gibi ihtiyaçları olmadığı için, bu türler beynindeki organizasyon değişimi geçirmemiş.
Beyin Düşünmeye Başlar başlığını okuyunca bir konuda kafamın net olmadığını gördüm. Erektus sapiensin öncülü mü? Yani sapiens erektustan mı evrimleşti? Kitabın önceki bölümlerine bir kez daha baktım. İnsanın evrimini anlatırken Heidelbergensis hakkında bir şey yazmadığını gördüm. Açıkcası insanın evrimini anlattığı başlık çok özetin özeti olduğu için her şeyi kapsamıyor. Biraz internet araştırması ile kafa karışıklığımı giderdim. Olay şu: Erektus sapiensin direkt atası değil. Arada muhtemelen Heidelbergensis var. Wikipediada şöyle bir lise var:
Homo erectus (dik insan), Homo habilis'ten türemiş ve daha gelişmiş insan atası, 2 milyon yıl önce evrimleşti, 110.000 yıl önce Cava adasında yok oldu.
Homo georgicus (Gürcistan insanı), 1,8 milyon yıl önce evrimleşti.
Homo cepranensis, 800.000 yıl önce yaşadı.
Homo antecessor, 900.000 yıl önce yaşadı.
Homo heidelbergensis, 600.000 yıl önce evrimleşti "Goliath" (Hem neandertallerin, hem de modern insanın en olası ortak atası olarak kabul edilir.).
Bu liste bize durumu açıklıyor. Heidelbergensisi anlatıldığı wikipedia sayfasında çok açıklayıcı bir şekil var onu buraya alıyorum.

Kİtaptaki önemli başlıklardan birisine geldik. Bu önemli dediğim kısım “İLKEL (rudimentary / İptidai, gelişmemiş) KÜLTÜRLER” adını taşıyor. İlk paragrafı alıntı yapayım:
“Başlangıcından itibaren hominid ailesinin üyeleri, kamp arkadaşlarını, özellikle de büyüklerini örnek alarak nasıl besleneceklerini ve kendilerini nasıl koruyacaklarını öğrendiler. Benim ilkel kültürler dediğim şeylere sahiptiler. Yani bir nesilden diğerine aktarılan basit geleneklerden oluşan küçük bir repertuara sahiptiler; bu gelenekler ebeveynlerinin genlerinin kalıtımı yoluyla değil, ebeveynlerinin ve arkadaşlarının iş yapma biçimlerini öğrenerek aktarılıyordu. Genetik ve kültürel programlama arasındaki ayrım daha sonra birkaç kez tekrar gündeme geleceğinden, şu anda elimden geldiğince kesin olmaya çalışmama izin verin. Bir hayvanın yaptığı hiçbir şeyin genetik etkiden bağımsız olduğu söylenemez. Bilgiyi öğrenme, depolama ve iletme kapasitesi genetik olarak belirlenmiş belirli yeteneklere bağlıdır. Midyelerin ve istiridyelerin ilkel kültürleri bile edinmeleri mümkün değildir. Ancak bazı organizmaların hayatın sorunlarıyla başa çıkma aracı olarak öğrenmeye çok daha fazla bağımlı olduğunu inkar etmek ahmaklık olur. Bunlar arasında bazıları birbirlerinden öğrenmeye daha fazla bağımlıdır. Ve bunlar arasında bazıları, diğerlerinin öğrendiği ve bir nesilden diğerine aktardığı şeyleri öğrenmeye daha fazla bağımlıdır.”
İlk paragraf kültür konusuna girdiğimizi gösteriyor. Bu kitabın en çok üstünde durduğu konuya başlamış oluyoruz. İnsanı insan yapan şeyin ne olduğunu görmeye başlıyoruz. Bu başlığın geri kalanında ne anlatıldığı ile devam edeyim.
Harris, Genetik miras, organizmaların öğrenme kapasitelerini belirler, ancak ne öğrenildiğini belirlemez diyor. Örneğin, şempanzelerde termit avlama (termite fishing) ve karınca toplama (anting) davranışları genetik değil, öğrenilmiş geleneklerdir. Farklı şempanze grupları karınca avlama yöntemleri bakımından farklılıklar gösterir. Japon makağı maymunları, bebek bakıcılığı yapma, besin tüketme alışkanlıkları ve sosyal mesafe normları açısından grup bazında değişen geleneklere sahiptir. Japon araştırmacılar, maymunların tatlı patates yıkama ve buğday temizleme gibi yeni davranışlar geliştirdiğini ve bunları grup içinde yaydığını gözlemlemiş.
Çok önemli bulduğum için son paragrafı da olduğu gibi alıntılamak istiyorum.
“İlkel ve tam gelişmiş kültürler arasındaki temel fark nicelikseldir. Kuyruksuz maymunların ve maymunların birkaç geleneği vardır, ancak insanların sayılamayacak kadar çok geleneği vardır. Kültürel eserler, uygulamalar, kurallar ve ilişkiler çevremizin en büyük bölümünü oluşturur. İnsanlar toplumlarının kültürünün bir yönünü takip etmeden ya da ifade etmeden yemek yiyemez, nefes alamaz, dışkılayamaz, çiftleşemez, üreyemez, oturamaz, hareket edemez, uyuyamaz ya da uzanamaz. Kültürlerimiz büyür, genişler, evrimleşir. Bu onların doğasıdır. Kültürel gerçeklik sıradan organik gerçeklikten gelir ama onun üzerinde yükselir, tıpkı organik gerçekliğin kimyasal ve fiziksel alt katmanlarından gelmesi ama onların üzerinde yükselmesi gibi. Atalarımız kültürel kalkış eşiğini aştıklarında, enerjiden maddeye ya da amino asitlerden canlı proteine geçiş kadar kader belirleyici bir atılım gerçekleştirmişlerdir.”
Harris’in “insanların kültürel eşiği aşması, maddenin oluşumu ya da yaşamın ortaya çıkışı kadar önemli bir dönüşüm noktasıdır” tespiti onun kültüre bakışını özetliyor. Burada ilk kez kültürel kalkış ifadesi geçiyor. Kitap boyunca Harris’in en çok üstünde duracağı konu kültürel kalkış olacak. Açıkcası ben bu kavramı ilk kez burada gördüm. Bu yüzden “cultural takeoff / kültürel kalkış” kavramının ne ifade ettiğini öğrenmeye çalıştım.
Marvin Harris’in bir başka kitabı olan “Cultural Anthropology” kitabının 28. sayfasında bu konuya dair kısa bir başlık var.
Kültürel KalkışYaklaşık 45.000 yıl önce, kültür bir “kalkış” dönemine girmiştir. 40.000 ila 45.000 yıl önce Batı Avrasya'nın maddi kültürü, önceki milyon yıl boyunca olduğundan çok daha fazla değişmiştir. Teknolojik ve sanatsal yaratıcılığın bu şekilde ortaya çıkması, bugün gözlemcilerin, durmaksızın icat ve çeşitlilikle damgalanmış, belirgin bir şekilde insani olarak tanıyacağı ilk kültürün ortaya çıkışını ifade eder. [Bar-Yosef ve Vandermeersch 1993: 94] Bu dönemden önce, kültürel ve biyolojik evrim benzer oranlarda gerçekleşmiş ve kültürel ve biyolojik değişimler birbirine sıkı sıkıya bağlı olmuştur. Kültürel kalkıştan sonra, insanın biyolojik evrim hızında eşzamanlı bir artış olmaksızın kültürel evrim hızı dramatik bir şekilde artmıştır. Kültürel kalkışın meydana gelmesi, çoğu antropoloğun, kültürün evriminin son 40.000 yılını anlamak için biyolojik süreçlerden ziyade kültürel süreçlere öncelik verilmesi gerektiği yönündeki iddiasını haklı çıkarmaktadır. Kültürün temelinde doğal seçilim ve organik evrim yatar, ancak kültür kapasitesi bir kez tam olarak geliştiğinde, genotiplerdeki değişikliklerden tamamen bağımsız olarak çok sayıda kültürel farklılık ve benzerlik ortaya çıkıp kaybolabilir. Kültürel davranış kapasitesi ile yakından bağlantılı olan, dil ve dil destekli düşünce sistemleri için benzersiz insan kapasitesidir. Diğer primatlar sosyal yaşamı kolaylaştırmak için karmaşık sinyal sistemleri kullansa da, modern insan dilleri diğer tüm hayvan iletişim sistemlerinden niteliksel olarak farklıdır. Modern insan dillerinin benzersiz özellikleri (Bölüm 4'te tartışılacaktır) şüphesiz sosyal işbirliğine artan bağımlılık ve kültürel olarak edinilmiş geçim biçimleriyle ilgili genetik adaptasyonlardan kaynaklanmaktadır. Modern insan bebekleri, konuşmayı öğrenmeyi onlar için yürümeyi öğrenmek kadar doğal kılan bir tür sinirsel devre ile doğarlar (Bickerton 1990). Bu devre, yaşamı boyunca büyük miktarda yeni bilgi edinmesi ve aktarması gereken bir tür için yararlı olan zihinsel “kablolama” türünü temsil eder. Bununla birlikte, hiç kimsenin hominid atalarımız tarafından tam olarak modern dil biçimlerinin ne zaman edinildiğini kesin olarak bilmediğini unutmayın. İnsan dilinin özel niteliklerini özetlemenin bir yolu da “anlamsal evrenselliğe” ulaştığımızı söylemektir (Greenberg 1968). Anlamsal evrenselliğe sahip bir iletişim sistemi, gerçek ya da olası, gerçek ya da hayali, yakın ya da uzak, geçmişteki, şimdiki ya da gelecekteki yönler, alanlar, özellikler, yerler ya da olaylar hakkında bilgi aktarabilir. Cultural Takeoff At about 45,000 years ago, culture entered a period of "takeoff." Between 40,000 and 45,000 years ago the material culture of Western Eurasia changed more than it had during the previous million years. This efflorescence of technological and artistic creativity signifies the emergence of the first culture that observers today would recognize as distinctly human, marked as it was by unceasing invention and variety. [Bar-Yosef and Vandermeersch 1993: 94] Prior to this time, cultural and biological evolution occurred at comparable rates, and cultural and biological changes were closely tied together. After cultural takeoff, the rate of cultural evolution increased dramatically without any concurrent increase in the rate of human biological evolution. The occurrence of cultural takeoff justifies the contention of most anthropologists that to understand the last 40,000 years of the evolution of culture, primary emphasis must be given to cultural rather than biological processes. Natural selection and organic evolution lie at the base of culture, but once the capacity for culture became fully developed, a vast number of cultural differences and similarities could arise and disappear entirely independently of changes in genotypes. Closely linked with the capacity for cultural behavior is the uniquely human capacity for language and for language-assisted systems of thought. Although other primates use complex signal systems to facilitate social life, modern human languages are qualitatively different from all other animal communication systems. The unique features of modern human languages (to be discussed in Chapter 4) undoubtedly arise from genetic adaptations related to an increasing dependence on social cooperation and on culturally acquired modes of subsistence. Modern human infants are born with the kind of neural circuitry that makes learning to talk as natural for them as learning to walk (Bickerton 1990). This circuitry in turn represents the kind of mental "wiring" useful for a species that needs to acquire and transmit large amounts of new information during its lifetime. Note, however, that no one knows for sure when fully modern forms of languages were acquired by our hominid ancestors. One way to sum up the special characteristics of human language is to say that we have achieved "semantic universality" (Greenberg 1968). A communication system that has semantic universality can convey information about aspects, domains, properties, places, or events in the past, present, or future, whether actual or possible, real or imaginary, near or far. |
45 bin yıl önce meydana gelen ani bir değişiklik var. Harris bu ani değişikliğin olduğu dönemi “kültürel kalkış” olarak isimlendiriyor. Harris’in referans aldığı makalede ve daha bir çok yerde bu durumu kültürel devrim olarak adlandırıyorlar. Kitabın bundan sonraki kısmı Harris’in “kültürel kalkış” olarak adlandırdığı bu durumu açıklamak olacak.
Zaten kültürel kalkışla bağlantılı olarak gördüğü dil konusuna hemen giriyoruz. Bir sonraki başlık “DİLBİLİMSEL KALKIŞ”. İlk paragraf şöyle:
“Kültürel kalkış ile insanların iletişim kurma biçimi arasındaki bağlantı üzerinde biraz durmama izin verin. Aslında kültürel kalkış aynı zamanda dilsel kalkıştır. Geleneklerdeki hızlı ve kümülatif değişim oranı, sosyal olarak edinilen, depolanan, geri getirilen ve paylaşılan bilgi miktarında bir atılım anlamına gelir. Birini anmadan diğerini anmak mümkün değildir. İnsan dili, anıların bireylerden ve nesillerden daha uzun ömürlü olmasını sağlayan bir araçtır. Ancak sadece pasif bir üzerindeki silinerek yeniden yazılmış parşömen (palimpsest) değildir. Aynı zamanda kültürel evrimin gündelik hayata dayattığı giderek karmaşıklaşan sosyal faaliyetlerin yaratılmasında aktif bir araçsal güçtür. Dilsel yetkinlik, zaman ve mekandan uzak durumlar için uygun davranış kurallarının formüle edilmesini mümkün kılar. En zeki şempanzelerin aksine, donuk, normal insanlar, bir sürücü karınca ya da sürücü karınca yuvası görmeden, birbirlerine karınca yuvasına gitmek için ne yapmaları gerektiğini söyleyebilirler. Pratik yapmak yine de gerekli olacaktır (ve performansları her zaman geliştirecektir) ancak karınca yuvalama ya da yuvadan çıkarma için sözlü bir kural formüle etme becerisi, bu faaliyetlerin nesiller içinde ve nesiller arasında farklı bireyler tarafından tekrarlanmasını kolaylaştırır. İnsan sosyal yaşamı büyük ölçüde (ama sadece değil) bu tür kurallar tarafından koordine edilen ve yönetilen düşünce ve davranışlardan oluşur. İnsanlar yeni sosyal faaliyet kalıpları icat ettikçe, yeni uygulamalara uygun kurallar icat ederler ve bu kuralları beyinlerinde saklarlar (genlerde saklanan biyolojik yeniliklere ilişkin talimatların aksine). Sözel, kurallarla yönetilen davranışların üstünlüğüyle insanlar, sosyal rollerin karmaşıklığı ve çeşitliliğinde ve işbirliğine dayalı grupların oluşumunda diğer tüm türleri kolaylıkla geride bırakmaktadır.”
İlk paragrafı çok önemsediğim için olduğu gibi aldım şimdi başlık altında başka neler olduğuna bakalım. Dil ediniminin tamamen öğretimle değil, büyük ölçüde biyolojik bir altyapıyla gerçekleştiği savunuluyor. Çocuklar, minimum öğretimle bile dili öğrenebilir. Zorla farklı dilleri konuşan insanların bir araya getirilmesiyle oluşan pidgin dilleri başlangıçta kuralsız ve sınırlıdır. Ancak, sonraki nesilde creole adı verilen tam teşekküllü bir dil haline gelir. Hawaii’de farklı etnik grupların oluşturduğu pidgin dili, bir nesil içinde gramer kurallarına sahip creole diline dönüşmüştür. İlginç olan, dünyanın farklı yerlerinde gelişen tüm creole dillerinin benzer gramer kurallarına sahip olmasıdır. Pidgin konuşan çocuklar, ebeveynlerinin öğretemeyeceği kuralları “icat” etmiş gibi görünmektedir. Bu da insan beyninin, dil edinimi için biyolojik olarak programlanmış olduğunu düşündürmektedir.Harris, dilin, Homo habilis veya Homo erectus döneminde aniden ortaya çıkmadığını, zaman içinde küçük adımlarla geliştiğini vurguluyor. Doğal seçilim, dil yeteneğinin aşamalı olarak artmasını sağlamış.
Sonraki başlıkta dil konusuna devam ediyor. 18. başlığın adı: “İLKEL DİLLER Mİ?”. Harris, eskiden dilbilimcilerin, ilkel toplulukların dillerinin, hayvan dilleri ile medeni diller arasında bir geçiş aşaması olduğunu düşünüyorlardı diyor. Ancak, teknolojik veya politik gelişmişlik düzeyinin dilin gramer yapısıyla ilişkili olmadığı anlaşılmış. Örneğin, Kuzey Amerika’daki Kwakiutl dili, Latince’den iki kat fazla hâl ekine sahip. Filipinler’deki Agta dili, 31 farklı "balık avlama" fiiline sahipken, genel anlamda "balık avlamak" kelimesine sahip değilmiş. Tupi dilleri birçok farklı papağan türü için ayrı kelimelere sahip, ancak genel bir "papağan" kelimesi yok.Harris, okuryazar olmayan toplumlar, 500 ila 1.000 farklı bitki türünü adlandırabilirken, kentli insanlar sadece 50 ila 100 türü ayırt edebilir diyor. Bazı toplumlar, renkleri doğrudan adlandırmak yerine, "gökyüzü rengi" veya "kan rengi" gibi ifadeler kullanır. Sıcak bölgelerde el ve kol, bacak ve ayak için tek bir kelime kullanılırken, soğuk iklimlerde bu bölümler için ayrı kelimeler bulunur. Son olarak Harris, tüm diller, bilgi depolama, iletme ve sosyal organizasyon açısından eşit derecede verimlidir diyor.
Comentários