Çok uzun süredir sadece okuyorum. Yazı yazmaya elim gitmiyor. Sanırım "Dunning-Kruger etkisi" altında, cahil cehaleti ile yazdığım onlarca yazıdan sonra bir değişim ve dönüşüm geçiriyorum. Artık eskisi kadar kendime güvenemiyorum. Yaşadığım şey, bazı şeyleri öğrendikçe aslında ne kadar az şey bildiğini görmek. Bu da artık eskisi gibi olamayacağım anlamına geliyor. Önceden kendimi yargılamadan yazıyordum. Öncelikli derdim, doğru yada yanlış olmasından ziyade kafamdakileri aktarmaktı. Şimdi onu yapamıyorum. Kendimi daha sorumlu hissediyorum. Önceden yazdıklarım yanlış da olsa bunun mazur görebilecek kadar bilgisizdim ama şimdi bir konu hakkında bir yazı yazdığımda artık hata yapma marjımın olmadığını hissediyorum.
Neyse bu kısa iç dökme ve öz eleştiri seansından sonra bu yazıya nasıl niyetlendiğimi yazarak esas konuya gireyim.
HUMAN UNIVERSALS KİTABININ ETKİSİ
Donald E. Brown'nın "Human Universals" kitabını okurken Malinoswki'nin bir kitabına atıfta bulunduğunu gördüm. Asıl amacım İnsan Evrenselleri üzerine bir yazı yazmaktı. Fakat bu öyle derin bir konu ki içine girdikçe daha da karmaşıklaşıyor. Bir kitap okurken atıflar, referanslar içine dalınca onlarca başka kitap ve makale okumak durumunda kalıyorsun.
Brown'ın kitabının 3. bölümünde, "Evrenseller Araştırmasının Tarihsel Bağlamı", Malinowski;nin kitabına uzunca bir yer ayrılmıştı. Özellikle bir alıntı çok dikkatimi çekti.
"Malinowski'nin ölümünden sonra yayınlanan Bilimsel Bir Kültür Teorisi (1960 [1944]), yedi “bütünleşme ilkesinin” çeşitli kurumsal tepkilere yol gösterdiği bir “Evrensel Kurumsal Tipler Listesi” sunmuştur (bkz. Warden 1936'daki benzer kavramlar). Bu ilkeler üreme, bölgesellik, fizyoloji, gönüllü birliktelik, meslek ve uğraş, rütbe ve statü ve “kapsamlı” (topluluğun bütünleşmesi) idi. Örneğin üreme tarafından şekillenen kurumlar aile, kur yapma, evlilik ve geniş akrabalık gruplarını içeriyordu. Malinowski, ilkelerin her birinin kendi başına bir evrensel olduğunu ve her birinin evrensel bir sorun teşkil ettiğini ima etmiştir. Dahası, ilkelerin yol açtığı gruplaşma türlerinin her biri, bir tüzük, personel, normlar, maddi aygıtlar, faaliyetler ve işlevden oluşan aynı genel özelliklere sahiptir.
Malinowski ayrıca “herhangi bir kültür teorisinin insanın organik ihtiyaçlarıyla başlaması gerektiğini” düşünmüştür (1960 [1944]: 72). Bu ihtiyaçlar - manevi, ekonomik veya sosyal olarak adlandırılan diğer “zorunlu ihtiyaçlar” ile birlikte - bilimsel bir kültür teorisi için çerçeve sağlar. Aşağıdaki “temel” ihtiyaçlar, aşağıdaki kültürel tepkilere yol açmaktadır:
Temel İhtiyaçlar: metabolizma, üreme, bedensel rahatlık, güvenlik, hareket, büyüme, sağlık.
Kültürel Tepkiler: iaşe, akrabalık, barınma, korunma, faaliyetler, eğitim, hijyen."
Bu bölüm sonra yine dikkat çekici bir tespitle bitiyor ve Brown evrenselliği anlatmaya başka antroploglarla devam ediyor. Malinowski ile ilgili tespitleri aktarırken şu son tespiti yapıyor:
"Evrenselciliğinin bir başka yönü olarak Malinowski'nin çalışmalarına insan dürtülerinin her yerde aynı olduğu ve kültürün “insan zihninin doğuştan gelen ya da doğal eğilimleri”nden kaynaklandığı fikri nüfuz etmiştir (Hatch 1973b: 283). Ancak Malinowski'nin düşüncesinin bu yönü takip edilmedi; bu da “antropolojide bir çıkmaza yol açtı” (Hatch 1973b: 289)."
Malinoswki ile ilgili bu alıntıyı okuyunca hemen bahsedilen kitabı internetten buldum ve okumaya başladım. Benim elimdeki ingilizce olarak basılmış olan kitap, "A Scientific Theory of Culture and Other Essays; A Galaxy Book - Oxford University Press, Year: 1960", Bu kitap 3 ayrı makaleden oluşuyordu. İlki Brown'ın kitabında alıntı yaptığı ana makale. "Bilimsel Bir Kültür Teorisi", ikincisi "İŞLEVSEL TEORİ" ve üçüncüsü de Sir James Frazer hakkında yazılmış olan bir biyografi yazısı.
Neden bu alıntıdan etkilendiğimi söyleyeyim. Öncelikle sosyoloji Bölümünde tabi ki Malinowski'yi okumuştum ve yüzeysel de olsa öğrenmiştim ama onun şu an odaklandığım konu olan insanın evrenselliği ile ilgili bu kadar sağlam görüşleri olduğunu bilmiyordum. Bir kez daha ne kadar az şeyin farkında olduğumu görmüş oldum. Bu alıntıda benim de tam olarak hem fikir olduğum konuya parmak basılıyordu. Sosyoloji ve antropolojinin bugün geldiği nokta da bence tam olarak bir çıkmaz sokak. Yani bugün sosyal bilimlerde yapılan şeye bilim demek mümkün değil. Bunun da sebebi temelinin sağlam bir zemine oturmamış olması. Bu sağlam temellerin başında da insanın evrensel özellikleri geliyor. Kültür söz konusu olduğunda insanları her coğrafyada farklı özellikler sergilemesi sanki insanın evrensel yönünün olmadığı gibi bir yanlış yargıya yol açıyor. Bu da bilimsel bilgi üretilmesini engelliyor. Hatta iş öyle bir noktaya gelmiş ki artık gerçeklik yoktur bile denilebiliyor. Bunu hiçbir fizikçi, kimyacı, matematikçi demezken sosyal bilimciler bu saçmalığı çok kolay telafuz edebiliyorlar.
Durum böyleyken Malinowski gibi Antropolojinin kurucuları arasında yer alan büyük bir bilim insanın da zamanında bunları söylemiş olması ama bunu benim bilmiyor olmam hem beni şaşırttı hem de kendime kızmama yol açtı. Çok hızlı bir şekilde Human Universals kitabını bir kenara bırakıp Malinowski'nin bu eserini okumaya başladım.
Malinowski'nin bendeki eseri Bilimsel Bir Kültür Teorisi makalesi ile başladığı için önce onu okudum ama sonra gördüm ki kitaptaki ikinci makale aslında daha önce yazılmış.
Bu yazıda benim elimdeki ikinci makaleyi (İşlevsel Teori) ele alacağım. Uzun bir girişin ardından sonunda asıl meseleye girebilirim. Bu makale 17 sayfalık kısa bir makale.
EMBRİYOLOJİ VE DOĞUM
Bu makalenin 9 alt başlığı var. İlk alt başlık "EMBRİYOLOJİ VE DOĞUM". Bu başlığın sebebi Malinowskinin kendisini "ebe" olarak görmesi. Bunu yazının ilk parafrafında şu ifadelerle açıklıyıor:
"Böylece, belki de, okulların antropolojik çöplüğünde en küçük bebeğin doğumunu yapan ve vaftiz babası olan kişi olarak hareket ettim ve sanatını bir ebe olarak tanımlamayı seven büyük bir öğretmenin gelenekleri doğrultusunda konunun daha genç öğrencilerinin eğitiminde maieutike techne'yi (doğum sanatı) sürdürmeye devam ettim. İşlevselciliğin "meyvelerinden onları tanıyacaksınız" sloganını veren başka bir büyük öğretmen daha vardı."
Burada iki kişiye gönderme yapmış. Birisi Sokrates diğeri İsa. Bu iki tırnak içindeki ifadeyi yapay zeka kullanarak arattım ve şu bilgilere ulaştım.
"Maieutike techne" (Μαιευτική τέχνη), Antik Yunan filozofu Sokrates'in (Socrates) kullandığı bir terimdir. Kelime anlamı olarak "doğurtma sanatı" veya "ebe sanatı" anlamına gelir. Sokrates, bu terimi bilgi doğurtma süreci olarak kullanmıştır. Ona göre, bir öğretmen (ya da filozof) bilgi vermek yerine, öğrencilerin zihinlerindeki bilgiyi açığa çıkarmalarına yardımcı olur. Bu süreç, kişinin kendi içinde zaten var olan bilgiyi keşfetmesine yönelik bir yöntemdir. Sokrates, annesinin bir ebe olduğunu ve kendisinin de fikirlerin doğmasına yardımcı olan bir "zihinsel ebe" olduğunu söylemiştir.
"By their fruits ye shall know them" (Türkçe: "Meyvelerine göre tanıyacaksınız") ifadesi, Hristiyanlıkta bir kişinin gerçek değerini ve karakterini anlamanın yolunun onun davranışlarını ve eylemlerini gözlemlemek olduğuna dair bir öğrettir. Bu söz, İsa'nın İncil'deki öğretilerinden birine dayanır.
Malinowski kendisini bir ebe olarak görüyor ama doğurtmaya çalıştığı şey tam olarak nedir? İşte bu makalenin yazılma amacı da bu. O işlevselciliğin ebesi olmak istediğini söylüyor. İkinci paragrafta neler yazdığına bakalım:
"İşlevselcilik, her antropolojik yaklaşımda mevcut olduğu kadarıyla, kültürel olguların doğasının, daha fazla spekülatif manipülasyona tabi tutulmadan önce açık bir şekilde anlaşılmasıyla ilgilenir. İnsan evliliğinin ve ailesinin, bir siyasi sistemin, bir ekonomik girişimin veya yasal prosedürün doğası, kültürel gerçekliği nedir? Bu gerçekler, geçerli bilimsel genellemeler üretmek için tümevarımsal olarak nasıl ele alınabilir? İster tarihsel, ister evrimsel, isterse de yalnızca genel uygunluk yasalarını hedefleyen karşılaştırmalı çalışmalarda saha çalışması için bir rehber ve bir koordinat sistemi olarak faydalı olabilecek, tüm insan kültürlerine uygulanabilir evrensel bir şema var mıdır?"
İşte benim de takıntılı olduğum konuya daha yazının en başında değiniyor. Gerçekliğe nasıl ulaşabiliriz? Bilimsel bir bilgiyi nasıl üretebiliriz? Yaşadığımız hayatı neden yaşıyoruz, başımıza gelen tüm olaylar neden ve nereden geliyor sorularına nasıl cevaplar bulabiliriz? Tüm aklıbaşında bilim insanlarında olduğu gibi Malinowski'nin de derdi bu aslında.
Makalenin bu ilk başlığında birçok biliminsanından bahsediyor. Şöyle bir liste yaptım:
Herodotus (Yunan tarihçi)
Montesquieu (Fransız ansiklopedist)
Herder (Alman romantik düşünür)
E. B. Tylor (İngiliz antropolog)
Robertson Smith (İskoç ilahiyatçı ve antropolog)
William Graham Sumner (Amerikalı sosyolog)
Émile Durkheim (Fransız sosyolog)
Karl Bücher (Alman ekonomist)
Hutton Webster (Amerikalı antropolog ve tarihçi)
Heinrich Schurtz (Alman etnolog)
Pierre François Xavier de Charlevoix (Fransız Cizvit keşiş ve tarihçi)
Martin Dobrizhoffer (Avusturyalı Cizvit misyoner ve etnograf)
Bernardino de Sahagún (İspanyol misyoner ve etnograf)
Olfert Dapper (Hollandalı yazar ve tarihçi)
Lewis Henry Morgan (Amerikalı antropolog)
Fritz Graebner (Alman etnolog)
Malinowski tüm saydığı bilim insanlarının bir şekilde işlevselciliğe kıyısından köşesinden katkı sağladıklarını söylüyor ama özellikle Graebner'e çok eleştiride bulunuyor.
“Yine Graebner, dünya çapında kusursuz bir yayılmacılık olarak gördüğü şeyin temelini atmak için sahte ya da çocukça bir kültür analizi uydurarak, birinci sınıf bir embesilliğin işlev karşıtı bir yaklaşımını yaratmıştır. Her şeyden önce tekil öğeleri kültürel bağlamlarından soyutlamanın mümkün olduğunu varsaymaktadır. O halde biçimi işlevden tamamen kopuk olarak tanımlamaktadır. Gerçekten de ona göre, bir nesnenin kullanım ve amacına bağlı olmayan biçim nitelikleri tek başına önemlidir. Dolayısıyla Graebner için sadece kültürel olarak alakasız olduğu gösterilebilen özellikler metodolojik olarak önemlidir.”
Malinowski’nin bu kadar kızdığı Graebner kim diye baktım. Yapay zekayı bir kez daha kullandım ve şu bilgilere ulaştım.
Wilhelm Graebner (1877-1934) Almanya'da tanınmış bir antropolog ve etnograf olarak bilinir. Eserleri ve yaklaşımları, özellikle kültürel diffusion (yayılma) ve kültürel unsurların analizine yönelik katkılarıyla tanınmıştır. Graebner, kültürel unsurların ve özelliklerin toplumlar arasında nasıl yayıldığını inceleyen bir yaklaşım geliştirmiştir. Onun diffusionizmi, kültürel özelliklerin ve pratiklerin bir merkezden diğer toplumlara yayıldığını ve bu süreçte biçim değişikliklerine uğradığını öne sürer. Graebner, kültürel unsurların formunu işlevinden bağımsız olarak ele almıştır. Ona göre, bir nesnenin veya kültürel özelliğin sadece formuna odaklanarak bu unsurların işlevsel bağlamını göz ardı etmek mümkündür. Graebner, kültürel özellikleri bir araya getirerek "trait complex" (özellik kompleksi) oluşturmayı önerdi. Bu yaklaşım, kültürel unsurları birbirinden bağımsız olarak ele almayı ve yalnızca biçimsel özelliklere odaklanmayı içerir.
Malinowski’nin bu sert çıkışını okuyunca bu yazının da yazıldığı tarihi bir kez daha düşünmek zorunda hissettim kendimi. Bu yazı 1930’ların sonunda kaleme alınmıştı. Bu ne anlama geliyor? Yani Malinowski bu yazıyı yazdığı sırada o zamana kadar hangi konularda hangi tartışmalar yapılmıştı? Yani o güne kadar var olan bilgi birikimi neydi?
Az önce Malinowskinin adını andığı bilim insanlarını gördük. Bu kişilerin ister bilerek ister bilmeyerek bir şekilde işlevselciliğe bulaştıklarını söylemişti. Peki ama yaşanılan tüm olayları açıklamaya çalışan başka hangi görüşler vardı? İşte bu noktada biraz araştırma yaptım. 1930’larda dünyada insanın kim olduğunu, ne olduğunu, nasıl bugünlere geldiğimizi açıklamak için hangi bakış açıları, hangi teoriler, hangi yaklaşımlar geliştirilmişti?
18. yy boyunca yaşanan gelişmeler geç de olsa sosyal bilimlerin doğmasına yol açtı. Rönesans ve reform hareketleri bilimsel bir aydınlanma yaşanmasına da yol açtı. Bir yanda sanayi devrimi, bir yanda krallıkların yıkılıp ulus devletlerin kurulması bir yandan da insanın kendisini sorgulamasına da yol açmıştı. Özellikle Darwin ve insanın kökeni hakkında yeni bakış açıları çok çığır açıcı oldu. Artık insan da bir inceleme konusu haline geliyordu. Artık insanlık olarak kendimizi de ameliyat masasına yatırıp incelemeye başlayabilirdik. Öyle de oldu zaten.
İlk olarak pozitivist bakış açısı sosyal bilimlerin de aynen doğa bilimlerinde olduğu gibi bilimsel bir yöntemle insanın, toplumların da incelebileceği yolunda insanın görüşünü değiştirdi. Buna pozitivizm deniliyordu.
İnsanın ne olduğunu anlamak için start düğmesine basıldı ve ilk olarak evrimselci bakış açısı ile insanlık ele alındı. İnsanın bir değişim sürecinden geçerek bugünlere geldiği söylendi. Bu bakış açısına itiraz edildi. İnsanın sanki önceden belirlenmiş bir evrim sürecinden geçerek bugüne ulaşması ve eninde sonunda her insan topluluğunun bu süreçten geçeceği yada geçmesi gerektiği gibi görüşler bu bakış açısının açıklayamadığı şeyleri ortaya çıkardı. Eğer belirli aşamalardan geçerek bugüne ulaşmışsak neden dünyanın her coğrafyasında farklı gelişmişlik düzeyinde insanlar var sorusuna cevap vermekte zorlanıyordu.
Evrimselci bakış açısına sahip antropologlar ve sosyal bilimciler, özellikle 19. yüzyılda, Charles Darwin'in evrim teorisinden etkilenerek toplumları ve kültürleri de bir gelişim ve değişim süreci içinde ele almaya başladılar. Evrimselci antropoloji, insan topluluklarının aşamalı bir süreç içinde daha basit ve "ilkel" toplum formlarından daha karmaşık ve "gelişmiş" toplumsal yapılara doğru evrildiği fikrine dayanır. Bu bakış açısına sahip önde gelen isimler şunlardır:
Herbert Spencer (1820-1903): Spencer, toplumsal evrim kavramını Darwin'in biyolojik evrimiyle paralel bir şekilde ele aldı. Ona göre toplumlar da tıpkı biyolojik organizmalar gibi evrimleşir ve daha karmaşık yapılara doğru ilerler. "Toplumsal Darwinizm" olarak bilinen görüşü, toplumların sürekli bir değişim ve gelişim sürecinden geçtiğini savunur.
Lewis Henry Morgan (1818-1881): Morgan, insan toplumlarının üç aşamalı bir evrim sürecinden geçtiğini öne sürdü: Vahşilik, barbarlık ve uygarlık. Ona göre her toplum bu aşamalardan geçerek medeniyete ulaşır. Kitaplarından biri olan Ancient Society (Eski Toplum), evrimselci antropolojinin önemli eserlerindendir.
Edward Burnett Tylor (1832-1917): Tylor, kültürel evrimi savunan bir antropologdu. Ona göre kültür, aşamalı bir süreçle evrilir ve gelişir. İlkel inanç sistemleri (animizm) zamanla daha karmaşık dinlere evrilir. Primitive Culture (İlkel Kültür) kitabında kültürlerin evrimsel gelişimini inceledi.
James Frazer (1854-1941): Frazer, dinin evrimi üzerine çalışmalar yaptı ve "ilkel" toplumlardaki büyü, din ve bilim ilişkilerini inceledi. The Golden Bough (Altın Dal) eseriyle ünlüdür. Frazer, dinin sihir ve mitoloji ile başladığını ve bilimsel düşünceye doğru evrimleştiğini savundu.
Malinowski, Evrimselci yaklaşımın toplumların belli aşamalardan geçerek belli bir noktaya ulaşması fikrine sıcak bakmıyordu.
Malinowskinin öncüsü olan bir başka ekol de başta Durkheim olmak üzere Fransız sosyolojisi idi. Madem Malinowski öncesi katkıda bulunan insanlar arasında Durkheim var bu durumda onun alt yapısını oluşturan bilim insanlarına da bir bakmak lazım. Durkheim’ın öncüleri ve alt yapısını oluşturan bilim insanları kimlerdi?
Auguste Comte (1798-1857): Pozitivizm; Sosyolojik Yöntem
Alexis de Tocqueville (1805-1859): Toplumsal Analiz; Demokratik ve Sosyal Eşitsizlik
Henri Saint-Simon (1760-1825): Sosyoloji ve Bilim; Toplumsal Reform
Karl Marx (1818-1883): Sınıf Çatışması ve Tarihsel Materyalizm; Toplumsal Yapı ve Değişim
Friedrich Engels (1820-1895): Toplumsal Değişim ve Ekonomi
Émile Littré (1801-1881): Sosyolojik ve Bilimsel Yöntem
Gustave Le Bon (1841-1931): Kitle Psikolojisi
Durkheim’ın da içinde bulunduğu ve kökenini pozitivist bakış açısından alan yaklaşım tarzı Malinowski’ye daha uygun gelmiş olmalı. Bir bir olarak bu bilim insanlarından doğrudan etkilenmese de onun alt yapısını oluşturan bilimsel bilgi birikimi ve bakış açılarını şekillendiren kişiler olduğunu söylemek mümkün. Durkheim, Malinowski üzerinde belki de en büyük etkiye sahip isim olduğu söylenebilir. Durkheim, toplumun bir organizma gibi işlediğini, her bir kurumun bir işlev gördüğünü ve bu işlevin toplumsal dengeyi sağlamaya yönelik olduğunu savundu. Bu bakış açısı, Malinowski’nin işlevselci yaklaşımının temelini oluşturmasına katkı sağlamış olmalı.
Bir diğer bakış açısı ise difüzyonizmdir. Bu bakış açısına Malinowski karşı çıksa da, o dönemlerde insanın yaşadıklarını ve bu yaşananların arkasındaki sebepleri açıklamak için ortaya atılmış bir görüştür. Bu görüşlerin arkasında da az önce bahsettiğimiz evrimselci bakış açısının olduğunu belirtmek gerekir. Birçok kültürde benzer unsurların var olmasının sebebi ne olabilir? Nasıl olmuş da birbirinden çok uzak coğrafyalarda benzer kurumlar ortaya çıkmıştır? Difüzyonistler, yani yayılmacılar, bu soruya bir bölgede oluşmuş olan kültürel bir durumun çevre coğrafyalara yayılması suretiyle farklı coğrafyalarda benzer kültürel yapıların ortaya çıktığını söyleyerek açıklık getirmişlerdir.
Bir diğer yaklaşım ise kültürel görecelik yaklaşımıdır. Bu yaklaşımın kurucusu Franz Boas'tır. Her kültürün kendi bağlamında incelenmesi gerektiğini ve her kültürün bir diğerinden bağımsız olarak ele alınması gerektiğini savunmuştur.
Malinowski öncesi sosyoloji ve antropolojinin geldiği aşamayı anlamak için son olarak masa başı antropolojisinden de bahsetmek gerekir. Bu dönemdeki bilim insanları, inceledikleri toplulukları bizzat tanımıyorlardı. Bu topluluklar hakkında sahip oldukları bilgiler, oralara gitmiş misyonerlerin ya da farklı bilim insanlarının yazdıklarına dayanıyordu, ve bu bilgileri gerçek kabul ederek eserler yazıyorlardı. Malinowski, bu yaklaşıma kesinlikle karşı çıkıyordu. Katılımcı gözlem adı verilen tekniğin mucidi olarak, bir toplum hakkında bilgi edinmek istiyorsan o toplumla birlikte yaşayarak ancak o toplumun derinliklerine inilebileceğini savunuyordu.
Malinowski’nin 1930'ların sonuna gelindiğinde içinde olduğu bilimsel ortam ve o döneme kadar ki sahip olunan bilimsel bakış açılarının çok kısa bir özetini bu şekilde verebiliriz.
İŞLEVSELCİLİĞİN GENEL AKSİYOMLARI
İşlevsel Teori makalesinin ikinci alt başlığı “İŞLEVSELCİLİĞİN GENEL AKSİYOMLARI” adını taşıyor. İlk bölümde işlevselciliğin ne olduğuna dair kısa bir giriş yaptıktan sonra daha detayına girmeye başlıyor. Bu başlığın hemen başında 5 adet varsayım ortaya atıyor.
“Alandaki tüm deneyimlerin ve örgütlü insan davranışının gerçekten önemli tezahürlerinin incelenmesinin, aşağıdaki aksiyomların geçerliliğini gösterdiğini öneriyorum:
A. Kültür, esasen insanın ihtiyaçlarının karşılanması sırasında çevresinde karşılaştığı somut, özel sorunlarla daha iyi başa çıkabileceği bir konuma getirildiği araçsal bir aygıttır.
B. Her bir parçanın bir amaca ulaşma aracı olarak var olduğu bir nesneler, faaliyetler ve tutumlar sistemidir.
C. Çeşitli unsurların birbirine bağlı olduğu bir bütündür.
D. Bu tür faaliyetler, tutumlar ve nesneler, aile, klan, yerel topluluk, kabile ve ekonomik işbirliği, politik, yasal ve eğitimsel faaliyetin örgütlü ekipleri gibi kurumlarda önemli ve hayati görevler etrafında örgütlenmiştir.
E. Dinamik bakış açısından, yani faaliyet türü açısından, kültür eğitim, toplumsal kontrol, ekonomi, bilgi sistemleri, inanç ve ahlak ve ayrıca yaratıcı ve sanatsal ifade biçimleri gibi bir dizi açıdan analiz edilebilir.”
İlk varsayımı kültürün araçsal bir aygıt olduğu yönünde. Ne için araçsal bir aygıt? insanın hayatta kalmak için ihtiyacı olan şeyleri üretirken çözüm olarak ortaya koyduğu bir aygıt. Daha sonra kültür bir sistemdir ve bütündür diyor. Kültürün bir örgütlenme işi olduğunu ve farklı açılardan analiz edilebileceğini söylüyor.
Kültürel sürecin üç boyutundan bahsediyor: eserler (Artifacts), örgütlü gruplar ve sembolizm. Bu üç unsurun ilişkili olduğunu söylüyor ve ilişkinin türü nedir diye soruyor?
“Önce kültürün maddi aygıtına baktığımızda, her eserin ya bir araç ya da daha doğrudan kullanıma sahip bir nesne, yani tüketici malları sınıfına ait olduğunu söyleyebiliriz. Her iki durumda da, nesnenin koşulları ve biçimi, kullanımına göre belirlenir. İşlev ve biçim ilişkilidir.”
Burada kullandığı kültürün maddi aygıtı ifadesi ile ne kastettiğini anlamaya çalışıyorum. "Material apparatus of culture" ifadesi, bir kültürün fiziksel ve maddi unsurlarını, yani insanların ihtiyaçlarını karşılamak ve faaliyetlerini sürdürmek için kullandıkları araç, gereç ve nesneleri ifade ediyor. Bu kavram, bir kültürdeki barınma, giyim, aletler, teknoloji, tarım araçları, ticaret malzemeleri gibi somut, elle tutulur öğeleri kapsar.
Bu kısa paragrafta bir diğer tespit de işlev ve biçimin (formun) ilişkili olması. Bu cümleyi okuyunca form ve işlevin ilişkisiz olduğunu iddia edenler kimler ve bunu neye dayanarak iddia ediyorlar diye merak ettim. Kullanımına göre biçim belirleniyor diye iddia ettiğine göre bunun aksini söyleyenler mi var? Yani insanların kullandığı nesneler, eser, aletleri formu (biçimi) eğer işlevinden ileri gelmiyorsa nereden geliyor olabilir?
Difüzyonist ve evrimselci ve kültürel görecelikci yaklaşımlar nesnelerin işlevine odaklanmıyorlar. Biçiim ve işlevin birbirinden bağımsız olduğunu düşünüyorlar. Onlar bu nesnelerin nasıl ortaya çıktığına ve yayıldığına odaklanıyorlar.
Malinowski sadece maddi eserleri değil aynı toplumsal ilişkileri de kültür incelemesinde tartışıyor.
“ Aslında, tek bir maddi kültür öğesi tek başına bir bireye atıfta bulunularak anlaşılamaz; çünkü işbirliğinin olmadığı ve bu tür durumların bulunmasının zor olduğu her yerde, geleneğin sürekliliğinden oluşan en azından bir temel işbirliği vardır. Birey, kişisel becerisini ve bunun ardındaki bilgiyi, beceriler, teknik ve bilgiyle zaten tanışmış bir toplum üyesinden edinmek zorundadır; ayrıca maddi donanımını almak veya miras almak zorundadır.”
Malinowskinin fikir akışına göre madem toplum içinde yaşıyoruz öyleyse sosyolojik olarak biçim ve işlev konusu nasıl ele alınmalı diye düşünüyor.
“ Sosyolojik gerçekliğin biçimi bir hayal ürünü veya soyutlama değildir. Herhangi bir toplumsal ilişkinin karakteristiği olan somut bir davranış türüdür.”
Malinowski doğa bilimleri nasıl gözlem yapıp da doğa gerçekliğine kavuşuyorsa antropoloğun da onlar gibi gözlemler yaparak toplum içinde tekrarlanan hareketlerin kaydını tutmalı bunların kurallarını ortaya koymalıdır diyor. Bunun içinde sinema filmlerinin nesnel bakış açısını yansıtmak için kullanılabileceğini söylüyor. Yani yorum katmadan gerçekliği olduğu gibi kaydetmekten bahsediyor.
“Burada ilk teorik noktayı vurgulayabiliriz, sosyolojik boyutun böylesine nesnel bir sunumunda biçim ve işlev arasında hiçbir sınır çizgisi çizilemez. Evlilik ilişkilerinin ve ebeveynliğin işlevi açıkça kültürel olarak tanımlanmış üreme sürecidir. Belirli bir kültürdeki biçim, bunun yapılış biçimidir…”
İlk olarak maddi nesneler bakımından işlev ve biçimin ilişkili olduğunu söylemişti şimdi de sosyolojik olarak ikisi arasında sınır olmadığını söylüyor.
“İkinci teorik nokta, toplumsal davranışın maddi yönünü izole etmenin veya sembolik yönlerden tamamen kopuk bir toplumsal analiz geliştirmenin imkansız olduğudur; ayrıca kültürel gerçekliğin üç boyutu sürecin her aşamasında devreye girer.”
Daha önce kültürel sürecin 3 temel unsurunu saymıştı: eserler (Artifacts), örgütlü gruplar ve sembolizm. Bu üçlünün sonuncusu olan sembolizme sıra geldi. Saha çalışanının gözlemlediği toplumdaki sembolleri görmesi gerektiğini söylüyor.
“Sembolizmde biçim ve işlev arasındaki ilişki nedir? …., uyumlu insan davranışının koordinasyonu için geleneksel eylemlerin geliştirilmesinden başka bir şey olmadığından, burada biçim ve işlev arasındaki ilişki kesinlikle yapay veya gelenekseldir. Sembol, koşullandırılmış uyarıcıdır ve yalnızca koşullandırma süreciyle davranıştaki bir tepkiyle bağlantılıdır. Ancak her saha çalışmasında bu süreç geçerli araştırmanın ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Öte yandan, biçimlendirici durumun bağlamı, her zaman sembolik bir eylemin, sözel veya manuel, işlevi ile biyolojik nedensellikle bağlantılı belirli fiziksel süreçler arasındaki ilişkiyi ortaya koyar.”
Bu alıntıda biçim ve işlev arasındaki ilişkinin yapay olduğunu söylüyor. Kullandığı ifade “artificial”. Yani insan tarafından üretilmiş, doğal olmayan demek. Sembol dediğimiz şey aslında doğada yok buna bu anlamı verenler insanın kendisi. Bu da her toplumun tarihinden geliyor. Ve her zaman da her yerde aynı şeyi ima etmiyor. Bir toplum için bir şey bir şeyi sembolize ederken bir başka toplum için başka şeyi sembolize edebilir anlamına geliyor bu. Semboller zamanla da değişebiliyor. Ateş örneğini veriyor. Silah icat edilmeden önce ateşe verdiğimiz anlam ile silah icat edildikten sonra ateşe verdiğimiz anlamın değişmesini örnek veriyor.
Bu alt başlığı şu saptama ile bitiriyor:
“Böylece, kültürün maddi alt yapısını, yani eserleri; insan sosyal bağlarını, yani standartlaştırılmış davranış biçimlerini; ve sembolik eylemleri, yani bir organizmanın diğeri üzerindeki şartlandırılmış uyarı refleksleri yoluyla etkilerini içeren kültürel bir sürecin bütünlüğünün, maddi kültürün nesnelerini, saf sosyolojiyi veya dili kendi kendine yeten bir sistem olarak izole ederek parçalayamayacağımız bir bütün olduğunu saptadık.”
FONKSİYONUN (İŞLEVİN) TANIMI
Üçüncü alt başlığa gelmiş olduk. Önceki alt başlıkta kültürün, insanların çevreleriyle başa çıkmalarına yardımcı olan bir sistem olduğunu ve her bir öğenin bu amaca yönelik olarak işlev gördüğünü tespit ettik. İşlev ve formun birbirinden koparılamayacağını anlamaya çalıştık. Şimdi de bu alt başlıkta Malinowski, işlevselcilik teorisi bağlamında "işlev" kavramını açıklamaya çalışacak. İşlevselciliğin temel prensibi olan kültürel öğelerin bir toplumun temel biyolojik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla nasıl kullanıldığını göstermeye çalışacak.
“Tüm faaliyetlerde, bir nesnenin teknik, yasal veya ritüel olarak belirlenmiş bir davranışın parçası olarak kullanılmasının insanları bir ihtiyacın tatminine götürdüğünü görüyoruz. ….Besin ihtiyacı çok sayıda süreci kontrol eder….. İşlevselci sadece bu sürecin parçalarını kontrol eden ve bahçecilik ve avcılık tutkusuna, uygun alışveriş ve pazarlamaya duyulan ilgiye veya açgözlülüğe, cömertlik ve ihsan dürtülerine bölünen güdülerin hepsinin ana dürtü olan açlıkla ilgili olarak analiz edilmesi gerektiğini ekler. Bir topluluğun kültürel tedarik sistemini (Commissariat) oluşturan tüm süreçlerin ayrılmaz işlevi, birincil biyolojik beslenme ihtiyacının karşılanmasıdır.”
Bu alt başlık içinde Malinowski birkaç örnekle en temel ihtiyaçlarımızın hangi süreçlerden geçerek kültürümüze etki ettiğini gösteriyor. Örnek olarak açlık ve barınma ihtiyacımızın nelerle sonuçlandığını gösteriyor. Akrabalık terimlerinin ne için ortaya çıktığını açıklıyor.
Malinowski her şeyin, bir biyolojik veya sosyal ihtiyacı tatmin etmek üzere işlev gördüğünü ve bu işlev, o kültürel ögenin kullanıldığı sosyal ve ritüel bağlamda anlaşılması gerektiğini anlatmaya çalışıyor.
"Commissariat" kavramı, genel olarak bir toplumun veya bir organizasyonun ihtiyaç duyduğu malzeme, erzak, gıda ve diğer lojistik gereksinimlerin temin edilmesi ve dağıtılması anlamına gelir. Askeri bağlamda sıklıkla "iaşe" terimi kullanılır. Ancak daha geniş bir anlamda, "lojistik destek" veya "iaşe ve tedarik" gibi ifadeler bu kavramı Türkçede karşılayabilir.
İŞLEVSELCİLİĞE KABA (YÜZEYSEL) YAKLAŞIM
Bu alt başlıkta kaba kelimesinin orijinali olarak “Rough” ifadesi geçiyor. Neden bu ifadeyi kullandığını irdelediğimizde işlevselciliğin henüz tam olarak oturmadığı yüzeysel, kaba bir yaklaşım sergilendiğini anlayabiliriz. İşlevselciliğin sistematik hale gelmesi gerektiğini düşündüğü için ironik bir şekilde vurgulamak istemiş diye düşünüyorum.
“Bilimde ilişkiler kurmanın yanı sıra izole etmemiz gerektiğine de şüphe yok. İşlevselcilik, doğal koordinasyon ve korelasyon sınırları içeren bazı izolatları (tecrit edilmişleri) veya birimleri gösteremezse, bizi nesnelerle ilişki kurma ve karşı-ilişki kurma bataklığına sürüklerdi. Bu tür doğal izolatların (tecrit edimişlerin) var olduğunu ve bunların herhangi bir sağlam kültür analizinin temeli haline getirilmesi gerektiğini ileri sürüyorum.”
Malinowski, kültürel unsurların izole edilemeyeceğini ve her birinin diğerleriyle ilişkili olduğunu savunuyor. Ancak bu ilişkileri yalnızca yüzeysel bir şekilde ele almak yerine, belirli sınırları ve "doğal tecrit edilmişler" olarak adlandırdığı yapıların olduğunu öne sürüyor. Bu tecrit edilmişler, yani "kurumlar" (örneğin aile, eğitim, ekonomi, din gibi), kültürün işlevsel analizinde temel birimler olarak görülmelidir.
İzolat (tecrit edilmiş) derken ne kast ettiğini daha iyi anlamak istiyorum. İsolate kelimesinin türkçe karşılığı soyutlamak, tecrit etmek, ayrı tutmak, yalıtmak. Bu kelime aslında bir fiil ama Malinowski burada fiil olarak değil isim olarak kullanıyor. Malinowski isolate ifadesini isim formunda bu makalede ilk kez bu cümlede kullanıyor. Benim okuduğum ingilizce kitapta İşlevsel Teori makalesi ikinci akale olduğu için isolat kelimesini “Bilimsel Bir Kültür Teorisi” isimli makalede görmüş ve bu ifade ile ilgili orada da kafa yormuştum. Burada Malinowski isolate bir sonraki paragrafta şöyle tanımlıyor:
“Kurum olarak adlandırdığım işlevsel izolat, “birbirleriyle zorunlu bir ilişki içinde olmayan unsurlardan oluşan” olarak tanımlandığında, kültür kompleksi veya özellik kompleksinden, böyle bir zorunlu ilişkiyi varsayması bakımından ayrılır. Aslında, işlevsel izolat somuttur, yani belirli bir sosyal gruplaşma olarak gözlemlenebilir. Tüm izolat türleri için evrensel olarak geçerli bir yapıya sahiptir; ve sadece soyut faktörlerini sıralayabildiğimiz değil, aynı zamanda somut olarak etrafına bir çizgi çizebildiğimiz ölçüde gerçek bir izolattır. İşlevselcilik, her birini analiz edip tanımlayamadığı ve insan organizmasının biyolojik ihtiyaçlarıyla ilişkilendiremediği sürece, kültürü eğitimsel, yasal, ekonomik ya da ilkel veya gelişmiş bilgi ve din gibi temel yönleriyle ele alma konusunda gerçek bir iddiaya sahip olmayacaktır.”
Tecrit edilmiş olarak devam etmek istiyorum, izolat bana çok itici geliyor. Tecrit edilmiş dediğimizde ilk anlamamız gereken bu ifadenin “bağımsız, kendine has ve gözlemlenebilir toplumsal birimleri” kastettiği. Toplumu ve içinde olduğu kültürü belirli parçalara ayırıyor ve bu parçaların her birini bir uyum ve bütünlük içinde olduğunu iddia ediyor. Bu parçaların daha somut olarak asında adı “kurumlar”. Bu kurumlar evrensel olarak varlar ve bir ihtiyacı gidermek üzere kurulmuşlar. İşlevselciliğin işi de bu kurumların hangi ihtiyacı karşılamak üzere ortaya çıktığını anlamak olmalıdır diyor.
KÜLTÜREL ANALİZİN YASAL (MEŞRU) TECRİT EDİLMİŞLERİ
Bu alt başlıkta Bronisław Malinowski, kültürel analizde işlevselciliğin temelini oluşturan "meşru tecrit edilmişler" kavramını açıklıyor. Malinowski, kültürel bir öğeyi (örneğin bir araç, bir gelenek ya da bir fikir) ele aldığımızda, bu öğenin her zaman insan etkinliklerinin organize edilmiş bir sistemine ait olduğunu savunuyor. Yani, kültürel unsurlar tek başına var olmaz; her biri belirli bir kurum, grup ya da sosyal yapı içinde işlev görür ve bir amaca hizmet eder.
“Maddi kültürün herhangi bir özelliğini alırsanız veya herhangi bir geleneği, yani standartlaştırılmış davranış biçimini veya herhangi bir fikri seçerseniz, onu bir veya daha fazla organize insan faaliyeti sisteminin içine yerleştirmenin mümkün olacağını savunuyorum.”
Malinowski, her bir kültürel öğenin bir organizasyon ya da kurumun parçası olduğunu savunuyor. Hiçbir nesne, eylem ya da sembol izole bir şekilde var olamaz; bunlar her zaman daha büyük bir sosyal sistem ya da kurumun parçasıdır. Kültürel analizde bu organizasyonel bağlamı göz önünde bulundurmak, işlevselci yaklaşımın temelini oluşturur.
“Herhangi birini, bir kuruma veya diğerine yerleştirilemeyen herhangi bir nesne, faaliyet, sembol veya organizasyon türünden bahsetmeye davet ediyorum, ancak bazı nesneler her birinde belirli roller oynayan birkaç kuruma aittir.”
Her bir nesne, faaliyet veya organizasyon mutlaka bir kurum içinde sınıflandırılmalı ama bazı nesneler farklı bir kaç kurum içinde yer alabilir diyor. Özetle, Malinowski bu bölümde, her kültürel unsurun bir sosyal yapı ya da kurumla bağlantılı olduğunu ve bu bağlantı göz önünde bulundurulmadan kültürel bir analizin yapılamayacağını vurguluyor.
Bu bölümde yazılanları okuyunca yani kültür içinde yer alan her bir unsurun bir şekilde bir kurum içinde yer alması fikri ve bir önceki makalede okuduklarımı da ekleyince Malinowskinin toplumu, kurumları, kültürel faaliyetleri sınıflandırması ve her bir tecrit edilmişin toplum içinde nasıl yer alacağını anlamak istedim.
Bu makalede yok ama önceki makalede daha detaylı şekilde açıkladığı tabloyu burada ele almak iyi olur. Önceki makalede şöyle bir tablo vardı:
(A)TEMEL İHTİYAÇLAR | (B) KÜLTÜREL TEPKİLER |
1. Metabolizma 2. Üreme 3. Bedensel Rahatlıklar 4. Güvenlik 5. Hareket 6, Büyüme 7. Sağlık | 1. Gıda Tedariği Sistemi (Commissariat) 2. Akrabalık 3. Barınma 4. Koruma 5. Aktiviteler 6. Eğitim 7. Hijyen |
Bu tablo o makalenin 10. alt başlığı olan “TEMEL İHTİYAÇLAR VE KÜLTÜREL TEPKİLER” de ele alınıyordu.
Malinowski'nin görüşlerine göre, kurumlar biyolojik ve kültürel ihtiyaçları karşılamak üzere organize olurlar ve her bir kurum birden fazla düzeyde işlev görür. Kurumlar hiyerarşisini şu şekilde özetlenebilir:
Kurumlar Hiyerarşisi:
Temel Biyolojik İhtiyaçlara Dayalı Kurumlar (Fizyolojik ve maddi ihtiyaçlar)
Beslenme Kurumları: Tarım, hayvancılık, avcılık, yiyecek üretimi ve dağıtımı
Barınma Kurumları: İnşaat, barınma sağlayan teknolojiler (evler, yapılar, sığınaklar)
Korunma Kurumları: Güvenlik, askeri savunma, yangınla mücadele, doğal afet önlemleri
Sosyal İlişkileri Düzenleyen Kurumlar (Aile, akrabalık ve toplumsal bağlar)
Aile ve Akrabalık Kurumları: Evlilik, ebeveynlik, akrabalık sistemleri, toplumsal cinsiyet rolleri
Toplumsal Organizasyonlar: Yerel topluluklar, köyler, mahalleler, klanlar, kabileler
Çocuk Yetiştirme ve Eğitim Kurumları: Çocuk bakımı, eğitim sistemleri, okul ve öğretim
Ekonomik İşlevlere Dayalı Kurumlar (Üretim, dağıtım, değişim)
Ekonomik Kurumlar: Üretim araçları, ticaret, pazarlama, mülkiyet hakları, para ve mübadele sistemleri
İş ve Meslek Kurumları: Zanaatkârlık, iş gücü organizasyonu, iş bölümü
Sosyal Düzeni Sağlayan Kurumlar (Yasa, sosyal kontrol, politika)
Hukuk ve Yasal Sistemler: Adalet, mülkiyet hakları, sosyal normlar, anlaşmazlık çözümü
Siyasi Kurumlar: Hükümetler, liderlik yapıları, kabile konseyleri, yönetim organları
Askeri ve Savunma Kurumları: Ordu, polis, güvenlik
İdeolojik ve Sembolik İhtiyaçlara Dayalı Kurumlar (İnanç, ahlak, semboller)
Dinî ve Ritüel Kurumlar: İnanç sistemleri, tapınma ritüelleri, büyü, şamanizm, kiliseler
Sembol ve Dil Kurumları: Dil sistemleri, edebiyat, sanat ve estetik ifadeler, törenler
Felsefi ve Ahlaki Kurumlar: Etik, değer sistemleri, toplumsal normlar ve kurallar
Eğitim ve Bilgi Aktarımı Kurumları (Bilgi üretimi, eğitim, sosyalizasyon)
Eğitim Kurumları: Okullar, üniversiteler, öğretim sistemleri
Bilim ve Araştırma Kurumları: Akademik kurumlar, laboratuvarlar, bilgi üretimi ve yayılması
BİR KURUMUN YAPISI
Makalenin altıncı başlığı “BİR KURUMUN YAPISI”. Bu başlık altında Malinowski'nin toplumsal kurumların yapılarını ve işlevlerini nasıl analiz ettiğini görüyoruz. Malinowski Kurum Türleri, şartname (charter), aile, Geniş Akraba Grupları, şehirler, kabileler, Politik Organizasyon ve Kültürel Gruplar, Mesleki Kurumlar gibi konuları işliyor.
Her kurumun belirli bir şartname, organizasyon yapısı ve materyal alt yapıya sahip olduğunu vurguluyor. Ayrıca, bu kurumların bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak ve toplumsal düzeni sağlamak için nasıl işlediğini açıklıyor. Kurumları sadece sosyal yapılar olarak değil, aynı zamanda bireylerin ve toplulukların ihtiyaçlarını karşılamak için organize edilmiş sistemler olarak ele aldığını görüyoruz.
“DAHA SOMUT OLMAK İÇİN, öncelikle bir tipler listesi oluşturmanın mümkün olduğunu belirtmeme izin verin; örneğin, aile, geniş bir akrabalık grubu, bir klan veya bir grup bir tip oluşturur. Bunların hepsi, insan üremesinin tüzüğe (şartnameye) bağlanmış ve yasallaştırılmış biçimleriyle bağlantılıdır. Tüzük (şartname) her zaman bir arzuya, bir dizi güdüye, ortak bir amaca karşılık gelir. Bu, gelenekte somutlaşır ya da geleneksel otorite tarafından verilir. ….. Şartname toplumdan topluma değişir, ancak saha çalışmasında elde edilmesi gereken ve her kültürde aile kurumunu tanımlayan bir bilgi parçasıdır. Böyle bir temel ya da anayasal kurallar sisteminden bağımsız olarak, yine de personeli, yani grubun üyeliğini, otoritenin yerini ve hane içindeki işlevlerin tanımını daha iyi bilmemiz gerekir. Teknolojik ve yasal, ekonomik ve gündelik özel kurallar, saha çalışanı tarafından incelenmesi gereken diğer kurucu faktörlerdir.”
Malinowski, her kurumun bir "tüzüğü (şartnamesi)" olduğunu belirtiyor. Tüzük, bir kurumun işleyişini düzenleyen kurallar bütünüdür. Bu kurallar, toplumun normlarına ve kültürel yapılarına göre şekillenir. Her kurumun bir personeli (üyeleri) vardır. Ayrıca bu üyeler, belirli roller ve görevler üstlenir. Buna ek olarak, bir kurumun maddi altyapısı da vardır. Aile yapısının ötesinde, genişletilmiş akrabalık grupları da bulunur. Bu tür gruplar, klanlar veya yerel topluluklar olabilir. Yerel topluluklar, belirli bir coğrafi alan üzerinde hak iddia eder ve bu iddialar genellikle mitolojik ve yasal iddialarla desteklenir.
Bronisław Malinowski, "kabile" ve "kabile-devleti" kavramları arasındaki farkı ve toplumsal örgütlenmenin çeşitli biçimlerini inceliyor. Malinowski, "kabile" kavramının iki farklı anlamda kullanıldığını söylüyor: kültürel bir birlik olarak kabile ve siyasi bir birlik olarak kabile-devlet. Kültürel kabile (kabile-ulusu), aynı dili konuşan, ortak geleneklere, yasalara, tekniklere ve toplumsal gruplara sahip bir halk grubudur. Kabile ulusunun en önemli birleştirici unsuru dildir. İnsanlar arasında işbirliği ve ortak kültür, dil yoluyla sürdürülür. Kabile-devlet, siyasi olarak organize olmuş bir yapıdır. Merkezi bir otoriteye sahip olup, güç kullanımı ve yönetim yetkisi ile bu otoritenin faaliyetleri koordine ettiği bir birliktir. Siyasi örgütlenme, bir tür güç kullanımıyla (fiziksel ya da manevi) işler.
Toplumlarda cinsiyet ve yaş gruplarına göre farklılaşmış örgütlenmeler olduğunu belirtiyor. Örneğin, sadece erkekler için olan gizli topluluklar, kulüpler, bekar evleri gibi yapılar, cinsiyet ve yaş gruplarının farklı kurallar ve normlarla örgütlenmesini içerir. Bu tür grupların da kendine has bir "tüzüğü" ve davranış kuralları vardır.
Malinowski, kültürün çeşitli yönlerinin (eğitim, ekonomi, hukuk, büyü ve dini ibadet gibi) bazen belirli kurumlar içinde yapılandırıldığını belirtiyor. İnsanoğlunun gelişimi boyunca, bu alanlar giderek uzmanlaşmış sistemler haline geldiğini ifade ediyor. Her meslek grubu, işlevsel bir iş bölümü, geleneksel bir tüzük, liderlik ve belirli normlar doğrultusunda organize olduğunu söylüyor.
Malinowski, insanlık tarihindeki erken dönem mesleki grupları keşfetmenin hem evrimsel çalışmalara hem de saha araştırmalarına katkıda bulunabileceğini savunuyor. Özellikle büyü, din, teknik beceriler ve ekonomik girişimler gibi alanlarda örgütlenmiş grupların varlığı, toplumsal işbirliğinin evrimsel olarak nasıl geliştiğini gösteriyor.
Özet olarak bu başlık altında Malinowski, toplumsal kurumların ve kabilelerin hem kültürel hem de siyasi olarak nasıl örgütlendiğini detaylandırıyor. Kabile-ulusu kültürel bir birliği temsil ederken, kabile-devleti merkezi otoriteye sahip siyasi bir yapıdır. Kabileler, cinsiyet, yaş ve meslek gruplarına göre de örgütlenmiş olabilir ve bu örgütlenmelerin her biri kendi normlarına, tüzüklerine ve işleyişlerine sahiptir.
İŞLEV KAVRAMI
Makalenin yedinci alt başlığı “İŞLEV KAVRAMI”. Bu bölümde Malinowski'nin "işlev" (function) kavramını toplumsal kurumlar analizi içinde nasıl tanımladığını ve uyguladığını görüyoruz.
Malinowski, ailenin işlevi, topluma yeni bireyler sağlamak, onları eğitmek ve uygun statülerle donatmaktır diyor. Geniş aile, kaynakların daha verimli kullanılması ve toplumsal kontrolün güçlendirilmesi açısından önemli bir işleve sahip olduğunu vurguluyor. Klan sistemi ise yasal koruma, ekonomik işbirliği ve dini/mistik faaliyetlerde yeni bağlar oluşturarak, hizmet ve fikirlerin daha geniş bir çapta paylaşılmasına olanak tanır diyor. Belediye ise kamu hizmetlerini organize etmek ve ortak kaynakları işbirliğiyle kullanmayı sağlar diyerek toplumsal kurumların işlevleri hakkındaki görüşlerini sunuyor.
“Bu tür işlevsel analiz, kolayca totoloji ve basmakalıp sözlerle suçlanmaya ve mantıksal bir döngü içerdiği eleştirisine maruz kalır, çünkü açıkçası, işlevi bir ihtiyacın tatmini olarak tanımlarsak, tatmin edilmesi gereken ihtiyacın bir işlevi tatmin etme ihtiyacını tatmin etmek için ortaya çıkarıldığından şüphelenmek kolaydır. Bu nedenle, örneğin, klanlar açıkça ek, hatta gereksiz bir içsel farklılaşma türüdür. Özellikle ihtiyaç her zaman mevcut olmadığında, böyle bir farklılaşmaya yönelik meşru bir ihtiyaçtan bahsedebilir miyiz; çünkü tüm toplulukların klanları yoktur ve yine de onlarsız da gayet iyi geçinirler.”
Malinowski, cinsiyet ve yaşa dayalı toplumsal sınıfların ve meslek gruplarının işlevlerini ele alıyor. Cinsiyet ve yaşa dayalı farklılıkların topluma katkı sağladığını ve toplumsal eksiklikleri telafi ettiğini savunuyor. Ancak işlevsel analizlerin totolojiye (kısır döngüye) düşme riski taşıdığını kabul ediyor; çünkü işlevi, bir ihtiyacın karşılanması olarak tanımlamak, ihtiyaçların işlevi karşılamak için var olduğu anlamına gelebilir. Malinowski, bu tür işlevsel analizlerin toplumsal yapıların bütünlüğünü ve kültürel faydasını anlamada yararlı olabileceğini ve kültürel evrimde formların nasıl yayıldığına dair bir araç olarak kullanılabileceğini öne sürüyor.
Bu bölümde en dikkatimi çeken konu işlevsel analizin kısır döngüye yol açması riskini görmek. Burnun gözlük taşımak üzere evrimleştiği safsatasını hatırlattı bana. Bir kurum var diye ve toplumda belli bir ihtiyacı karşıladığına göre o kurum olmasa o ihtiyaç karşılanmazdı diyemeyiz. Bir topluluk birlik içinde olması için bir kurum görev yapıyor olması aynı ihtiyacı başka bir kurumun da gideremeyeceği anlamına gelmez diye anlıyorum ben.
Tarihsel süreç içinde belli bir ihtiyacı belli bir kurum giderirken zamanla aynı ihtiyaç başka bir yolla da giderilebilir. Yada bir kurumun tek bir işlevi yoktur, birden çok işleve sahip olan kurumlar belli dönemlerde belli ihtiyaçları karşılamak üzere ortaya çıkmış olabilir. Bazı kurumlar geleneksel olarak bazı ihtiyaçları karşılamak üzere kurulmuşken zamanla bu görevini başka kurumlara devredebilir yada artık atıl duruma düşebilir.
İHTİYAÇLAR TEORİSİ
Sondan bir önceki başlığımız “İHTİYAÇLAR TEORİSİ”. Bu başlık altında Malinowski, insan toplumlarında hem biyolojik hem de kültürel ihtiyaçların karşılanmasının, toplumsal kurumların işlevlerinin belirlenmesinde temel olduğunu savunuyor. Kültür hakkındaki radikal görüşünü burada görüyoruz. Kültür ile ilgili olarak insanın biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için geliştirdiği araçlar olduğunu ve kültürün bu araçlara bağlı olarak ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar etrafında şekillendiğini iddia ediyor. Bu süreç, ekonomik, hukuki, siyasi, dini ve sanatsal alanlarda kurumsal düzenlemelerin oluşmasına yol açtığını söylüyor.
Malinowski, her kültürün insanların biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olduğunu vurguluyor. Bu biyolojik ihtiyaçlar arasında metabolizma, üreme, sıcaklık, koruma, güvenlik, rahatlama, hareket gibi temel fiziksel gereksinimler yer alır. Kültür, bu ihtiyaçları karşılayacak araçlar geliştirdiğini belirtiyor. Örneğin, giysi, barınak ve ateş, insanların çevresel koşullardan korunmasını sağlar.
“Burada iki aksiyom üzerinde durmamız gerektiğini öne sürmek istiyorum: her kültürün metabolizma, üreme, sıcaklığın fizyolojik koşulları, nemden, rüzgardan korunma ve iklim ve havanın zararlı güçlerinin doğrudan etkisi, tehlikeli hayvanlardan veya insanlardan korunma, ara sıra gevşeme, hareket halinde kas ve sinir sisteminin egzersizi ve büyümenin düzenlenmesi gibi biyolojik ihtiyaç sistemini karşılaması gerektiği. Kültür bilimindeki ikinci aksiyom, eserlerin ve sembolizmin kullanımını içeren her kültürel başarının insan anatomisinin araçsal bir gelişimi olduğu ve doğrudan veya dolaylı olarak bedensel bir ihtiyacın tatminine atıfta bulunduğudur.”
İnsanlar biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için araçlar (örneğin, giysi, barınak, ateş) kullandıkça, bu araçlara bağımlı hale gelirler ve bu bağımlılık yeni kültürel ihtiyaçlar doğurur tespitinde bulunyor. Örneğin, bir toplumda yiyecekler toplanır, saklanır ve hazırlanırsa, bu süreçlerin bir aşamasında bir bozulma olursa insanlar aç kalabilir. Bu durum ekonomik ihtiyaçların ortaya çıkmasına neden olur diyor.
İnsanların cinsel dürtülerini sürekli bir birlikteliğe dönüştürmesi ve çocukların yetiştirilmesi, yeni sosyal koşullar ve ihtiyaçlar yaratacağını söylüyor. Bu koşullar, evlilik, ebeveynlik, akrabalık sistemleri gibi kurumsal düzenlemeleri içerir. Üreme sadece biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda kültürel bir düzenlemedir ve bu düzenleme, eğitim, topluma katılım gibi süreçleri gerektirir diyor.
İnsanlar biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli olarak araçlar üretmek ve yenilemek zorundadırlar. Bu da bir ekonomik sistem yaratır diyor. İnsan iş birliği, normlara ve kurallara dayalıdır ve bu da bir hukuki sistem gerektirir diyor.
Güvenlik ihtiyacı, toplumda fiziksel düzenlemeler, komşuluk grupları ve siyasi yapılar oluşturur. Bu durum, toplumda otoritenin korunması ve savunulması için siyasi ve askeri organizasyonlar gerektirir diyor. Malinowski, kültürün semboller ve dil aracılığıyla iletildiğini vurguluyor. Bilgi, teknik becerilere ve sembolik düşünceye dayanır. Büyü ve din, insanın rasyonel düşüncenin ötesindeki belirsizliklerle başa çıkmasını sağlayan sistemler olarak göründüğünü söylüyor. Bu sistemler, insana doğaüstü güçlerin var olduğunu ve bu güçlerin insan kaderi üzerinde etkili olabileceğini düşündürür diyor.
Malinowski'ye göre, sanat, ritim, ses, renk ve biçime karşı fiziksel tepkilerle işlevsel olarak ilişkilidir. Sanatın işlevi, insanın estetik ve fiziksel ihtiyaçlarını karşılamaktır ve bu, teknik becerilerle bağlantılıdır. Ayrıca, sanatta dini ve mistik unsurlar bulunabilir.
Bu başlık altında, toplumdaki tüm temel kurumların hangi biyolojik, fizyolojik, psikolojik ihtiyacın giderilmesi için oluştuğu hakkındaki görüşlerini görmüş olduk. Ve makalenin son başlığına gelmiş bulunuyoruz.
SONUÇ
Bu son başlıkla birlikte yazının genel bir değerlendirmesini görüyoruz. Malinowski, işlevselciliğin antropolojik araştırmalarda temel bir araç olduğunu savunuyor. İşlevselci analiz, kültürel fenomenleri ve kurumları, onların toplumsal yapıya nasıl katkıda bulunduklarını, yani işlevlerini anlayarak ele almayı sağlıyor. Bu yaklaşımın, evrimci ve yayılmacı teorilere karşı bir eleştiri olarak ortaya konulduğunu görüyoruz. Alan araştırmalarında ve kültürel karşılaştırmalarda daha sistematik ve sağlam bir yöntem sunmayı amaçladığını anlıyoruz.
Her kurumun, toplumsal yapının ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik belirli bir işlevi olduğunu savunuyor. Malinowskinin ana tezi biyolojik, türetilmiş (kültürel) ve bütünleştirici ihtiyaçların karşılanmasının toplumların ve kültürlerin oluşumunda ana etken olduğunu yönünde.
“Bunu yalnızca geçici bir taslak olarak gördüğüm herkes için AÇIKTIR. Kültürel olguların, örgütlü faaliyetlerin doğal tecrit edilmişlerine entegre oldukları ölçüde incelenip incelenemeyeceği sorusuna daha eksiksiz ve daha somut bir cevaba hâlâ ihtiyacımız var. Yapısının kesin bir taslağı ve ana tiplerinin tam bir listesiyle kurum kavramının bu soruya en iyi cevabı sağladığını düşünüyorum.”
Malinowski, kültürel olguların, belirli faaliyetler etrafında organize olmuş doğal birimler olarak ele alınabileceğini tartışıyor. Kurumların, bu organizasyonun merkezinde olduğunu söylüyor. Kurumlar, belirli işlevlere sahip yapıların tamamını oluşturur diyor ve toplumsal işleyişteki yerlerini açıkça tanımlayarak anlaşılabileceğini iddia ediyor. Malinowski, işlevselciliğin, alan araştırmalarında kullanılabilecek bir rehber olarak işlev gördüğünü savunuyor. Araştırmacılara neyi gözlemleyecekleri ve nasıl kayıt yapacakları konusunda yol gösterici olacak bir teori öneriyor. Ayrıca, kültürel olguları izole etmek ve onları birbirine bağlamak için işlevselcilik önemli bir araç olduğunu düşünüyor.
Malinowski kültürel olguların sadece biçimlerine göre değil, işlevlerine göre de tanımlaması gerektiğini belirtiyor. Sadece biçime odaklanılırsa, evrimci kuramların abartılı şemalarına düşme riski vardır diye iddia ediyor. Özellikle Morgan, Bachofen ve Engels gibi evrimci teorisyenlerin şemalarını eleştiriyor.
Kültürel dağılım (difüzyon) çalışmaları da önemlidir, ancak bu çalışmalar da işlevselci bir perspektiften yapılmalıdır. Yani, sadece yüzeysel benzerlikler aramak yerine, bu benzerliklerin işlevsel olarak ne anlama geldiği analiz edilmelidir diyor.
Malinowski, işlevselciliğin, kültürel analiz için temel bir geçerliliğe sahip olduğunu ve antropologların kültürel fenomenleri doğru bir şekilde tanımlayabilmesi için tek geçerli kriterleri sağladığını ileri sürüyor. İşlevselcilik, kültürel öğelerin işlevlerini anlamaya yönelik bir ön analizdir ve bu anlayış, daha derin analizler için vazgeçilmezdir diye iddia ediyor.
Elimden geldiği kadar bu değerli makaleyi özetlemeye çalıştım. Aslında diğer makale onun görüşlerini çok daha iyi açıklıyor. Bu makale biraz giriş niteliğinde olmuş diyebilirim. Onun görüşleri asıl Bilimsel Bir Kültür Teorisi adlı makalede daha net şekilde görülüyor. Bu makale sosyal bilimler ve özellikle antropolojide çok önemli bir yer tutan işlevselcilik hakkında yazılmış çok değerli bir yazı. Ben bu yazıyı okurken o güne dek sosyal bilimlerde neler söylenmiş merak ettim. Yani Malinowski fikirlerini geliştirirken hangi bilim insanlarının hangi görüşlerine hakimdi. Bu görüşlerden hangilerini onun bilimsel alt yapısını oluşturmuştu merak ettim.
Özellikle Embriyoloji ve Doğum başlığı altında bu araştırmamı not ettim. 1800 yıllar itibari ile pozitivizmin ortaya çıkışı, doğa bilimlerinde var olan gelişmelerin sosyal bilimlerde de yaşanması için yapılan girişimler, evrim teorisinin ortaya çıkışı, tüm dünyanın tanınmaya başlanması, insanın kendisini merak etmeye başlaması gibi gelişmeler sosyolojinin, antropolojinin de ortaya çıkmasına yol açmış. İnsan araştırma konusu haline gelmiş.
Ben 3 yıl önce sosyoloji okumaya başladığımda bugünden çok farklı bir bilinç düzeyindeydim. Şimdi geldiğim noktada sosyal bilimlerin özellikle sosyoloji ve antropolojinin bu kadar yüzeysel ve havada kalmış olmasından dolayı huzursuz hissediyorum kendimi. Bir şekilde kişisel görüşlerden bağımsız bir reel gerçeklik arayışı içinde olmalıyız. Bunun için de sistematik bir bakışa ihtiyacımız var. İşlevselci bakışın doğru yerde durduğunu düşünüyorum. İhtiyaçların bir şeylere yol açtığı görüşü hem sağduyuya hitap ediyor hem de gerçekliğin ne olduğunu anlamamız için bize bir başlangıç noktası sunuyor.
Evrimsel psikolojinin antropoloji ile olan işbirliğinin bize gerçekliği anlamamız konusunda çok yardımcı olacağını düşünüyorum. İşlevselci bakış açısının ne olduğunu iyi anlamak gerekiyor. İnsanın evrensel olan özelliklerini tespit etmemiz gerekiyor. Bunu başarabilirsek insanın ne olduğunu anlama konusunda aşama kaydedebiliriz. Havanda su dövmek yerine neyi niye yaşadığımızı anlayabiliriz. Malinowski’nin gerçekliğin ne olduğunu anlama konusundaki yaklaşımını çok beğendim. Onun görüşlerinin bana yol gösterici olacağını görüyorum. Bu yazıyı elimden geldiği kadar sunmaya çalıştım. Asıl daha eğitici olan diğer yazı . O yazıyı da elimden geldiği kadar ayrıntılı sunmaya çalışacağım.
Comments