top of page

Kendini Savunan İnsan, Hümanist Etik Sorunları, İnsan İyi Yada Kötü mü (Devam), 18.Yazı

Page 215-216: “The frequency of reactive hate is even greater than it may appear, because often a person reacts with hate toward threats against his integrity and freedom, threats which are not obvious and explicit but subtle or even disguised as love and protection. But even so, character hate remains a phenomenon of such magnitude that the dualistic theory of love and hate as the two fundamental forces seems to fit the facts. I have to concede, then, the correctness of the dualistic theory? In order to answer this question we need to inquire further into the nature of this dualism. Are the good and evil forces of equal strength? Are they both part of the original equipment of man, or what other possible relation could exist between them?"


Sayfa 230: “Duyarlı (reaktif, rasyonel) nefretin sıklığı göründüğünden daha da fazladır, çünkü çoğu zaman kişi bütünlüğüne ve özgürlüğüne yönelik tehditlere, açık ve net olmayan ama üstü kapalı, hatta sevgi ve koruma kisvesine bürünmüş tehditlere karşı nefretle tepki verir. Ancak yine de karakter nefreti o kadar büyük bir olgu olmaya devam etmektedir ki, iki temel güç olarak sevgi ve nefrete ilişkin düalist teori gerçeklere uygun görünmektedir. O halde düalist teorinin doğruluğunu kabul etmek zorunda mıyım? Bu soruyu yanıtlayabilmek için bu düalizmin doğasını daha derinlemesine araştırmamız gerekmektedir. İyi ve kötü güçler eşit güçte midir? Her ikisi de insanın orijinal donanımının bir parçası mıdır, yoksa aralarında başka nasıl bir ilişki olabilir?"


Page 216: “We find furthermore that the life-destructive forces in a person occur in an inverse ratio to the life-furthering ones; the stronger the one, the weaker the other, and vice versa. This fact offers a clue to the understanding of the life-destructive energy; it would seem that the degree of destructiveness is proportionate to the degree to which the unfolding of a person's capacities is blocked. I am not referring here to occasional frustrations of this or that desire but to the blockage of spontaneous expression of man's sensory, emotional, physical, and intellectual capacities, to the thwarting of his productive potentialities. If life's tendency to grow, to be lived, is thwarted, the energy thus blocked undergoes a process of change and is transformed into life-destructive energy. Destructiveness is the outcome of unlived life. Those individual and social conditions which make for the blocking of life-furthering energy produce destructiveness which in turn is the source from which the various manifestations of evil spring."


Sayfa 231: “Ayrıca, bir insandaki yaşamı yok eden güçlerin, yaşamı devam ettiren güçlerle ters orantılı olarak ortaya çıktığını görüyoruz; biri ne kadar güçlüyse, diğeri o kadar zayıftır ve bunun tersi de geçerlidir. Bu gerçek, yaşamı yok eden enerjinin anlaşılması için bir ipucu sunar; Görünen o ki, yıkıcılığın derecesi, bir kişinin yeteneklerinin ortaya çıkmasının engellenme derecesi ile orantılıdır. Burada şu ya da bu arzunun ara sıra ortaya çıkan hayal kırıklıklarından değil, insanın duyusal, duygusal, fiziksel ve entelektüel kapasitelerinin kendiliğinden ifadesinin engellenmesinden, üretken potansiyellerinin engellenmesinden bahsediyorum. Yaşamın büyüme, yaşanma eğilimi engellenirse, bu şekilde bloke edilen enerji bir değişim sürecine girer ve yaşamı yok eden enerjiye dönüşür. Yıkıcılık, yaşanmamış bir hayatın sonucudur. Yaşamı ilerleten enerjinin bloke edilmesini sağlayan bu bireysel ve toplumsal koşullar, kötülüğün çeşitli tezahürlerinin kaynağı olan yıkıcılık üretir."


Aynı şeyi tekrarlayıp durmayalım ama ülkemizde bu kadar çok ruh hastasının aramızda gezmesinin sebebi bu tespitte yatıyor. O kadar kötü yetiştiriliyoruz ki sağlıklı, kendisi ile barışık, kendisini tanıyan, yeteneklerini bilen, potansiyelini hayata aktarabilen insan o kadar az ki. Ailelerin kötü olduğu yetmiyormuş gibi çok sağlıksız bir toplumsal kültürümüz, çok irrasyonel bir dinimiz, insanı baskılayan bir devletimiz var. Tüm bunlar birleşip mükemmel fırtınaya sebep oluyor. Kötülüğün her çeşit tezahürüne tanık oluyoruz. Cinsel saldırılar, cinayetler, hırsızlık, rüşvet, adam kayırma…. saymakla bitmez kötülük. Devleti yönetenler din kisvesi altında kendi kötülüklerini maskeleyerek yaşamaya devam ediyorlar. Yaşamı yok etmek artık mesele bile değil sıradan bir olay. Bu pislik içinde yolumuzu çizmeye çalışıyoruz. Siz de benim kadar yalnız hissediyorsunuz kendinizi değil mi? İnzivaya çekilmek çözümlerden birisi. Tam olarak değilse bile olabildiğince öyle yaşıyorum. Yoksa boğulacakmışım gibi hissediyorum. Son günlerde ülkemizde yaşananlara katlanabilmenin başka yolu yok.


Page 217-218: “If it is true that destructiveness must develop as a result of blocked productive energy it would seem that it can rightly be called a potentiality in man's nature. Does it follow then that both good and evil are potentialities of equal strength in man? In order to answer this question we must inquire into the meaning of potentiality. To say that something exists "potentially" means not only that it will exist in the future but that this future existence is already prepared in the present. This relationship between the present and the future stage of development can be described by saying that the future virtually exists in the present. Does this mean that the future stage will necessarily come into being if the present stage exists? Obviously not. If we say that the tree is potentially present in the seed it does not mean that a tree must develop from every seed. The actualization of a potentiality depends on the presence of certain conditions which are, in the case of the seed, for instance, proper soil, water, and sunlight. In fact, the concept of potentiality has no meaning except in connection with the specific conditions required for its actualization. The statement that the tree is potentially present in the seed must be specified to mean that a tree will grow from the seed provided that the seed is placed in the specific conditions necessary for its growth. If these proper conditions are absent, if, for instance, the soil is too moist and thus incompatible with the seed's growth, the latter will not develop into a tree but rot. If an animal is deprived of food, it will not realize its potentiality for growth but will die. It may be said, then, that the seed or the animal has two kinds of potentialities, from each of which certain results follow in a later stage of development: one, a primary potentiality which is actualized if the proper conditions are present; the other, a secondary potentiality, which is actualized if conditions are in contrast to existential needs. Both the primary and the secondary potentialities are part of the nature of an organism. The secondary potentialities become manifest with the same necessity as does the primary potentiality. TI1e terms "primary" and "secondary" are used in order to denote that the development of the potentiality called "primary" occurs under normal conditions and that the "secondary" potentiality comes into manifest existence only in case of abnormal, pathogenic conditions.


Provided we are right in assuming that destructiveness is a secondary potentiality in man which becomes manifest only if he fails to realize his primary potentialities, we have answered only one of the objections to humanistic ethics. We have shown that man is not necessarily evil but becomes evil only if the proper conditions for his growth and development are lacking. The evil has no independent existence of its own, it is the absence of the good, the result of the failure to realize life.


We have to deal with still another objection to humanistic ethics which says that the proper conditions for the development of the good must comprise rewards and punishment because man has not within himself any incentive for the development of his powers. I shall attempt to show in the following pages that the normal individual possesses in himself the tendency to develop, to grow, and to be productive, and that the paralysis of this tendency is in itself the symptom of mental sickness. Mental health, like physical health, is not an aim to which the individual must be forced from the outside but one the incentive for which is in the individual and the suppression of which requires strong environmental forces operating against him.”


Sayfa 231-232: “Yıkıcılığın engellenmiş üretken enerjinin bir sonucu olarak gelişmesi gerektiği doğruysa, buna haklı olarak insanın doğasındaki bir potansiyel denebilir. O halde hem iyiliğin hem de kötülüğün insanda eşit güçte potansiyeller olduğu sonucu çıkar mı? Bu soruyu yanıtlayabilmek için potansiyelin anlamını araştırmamız gerekir. Bir şeyin "potansiyel olarak" var olduğunu söylemek, yalnızca gelecekte var olacağı anlamına gelmez, aynı zamanda bu gelecekteki varoluşun şimdiden hazır olduğu anlamına da gelir. Gelişimin şimdiki ve gelecekteki aşaması arasındaki bu ilişki, geleceğin şimdiki zamanda fiilen var olduğu söylenerek tanımlanabilir. Bu, şimdiki aşamanın var olması halinde gelecekteki aşamanın da zorunlu olarak ortaya çıkacağı anlamına mı gelir? Elbette hayır. Eğer ağacın tohumda potansiyel olarak mevcut olduğunu söylersek, bu her tohumdan bir ağacın gelişmesi gerektiği anlamına gelmez. Bir potansiyelin gerçekleşmesi belirli koşulların varlığına bağlıdır; örneğin tohum söz konusu olduğunda bunlar uygun toprak, su ve güneş ışığıdır. Aslında, potansiyel kavramının, gerçekleşmesi için gereken belirli koşullarla bağlantılı olması dışında hiçbir anlamı yoktur. Ağacın tohumda potansiyel olarak mevcut olduğu ifadesi, tohumun büyümesi için gerekli özel koşullara yerleştirilmesi koşuluyla tohumdan bir ağacın yetişeceği anlamına gelecek şekilde belirtilmelidir. Bu uygun koşullar yoksa, örneğin toprak çok nemliyse ve bu nedenle tohumun büyümesiyle uyumsuzsa, tohum bir ağaca dönüşmeyecek, çürüyecektir. Eğer bir hayvan yiyecekten mahrum bırakılırsa, büyüme potansiyelini gerçekleştiremeyecek ve ölecektir. O halde, tohumun ya da hayvanın iki tür potansiyele sahip olduğu ve her birinden gelişimin sonraki bir aşamasında belirli sonuçların doğduğu söylenebilir: biri, uygun koşullar mevcutsa gerçekleşen birincil potansiyel; diğeri, koşullar varoluşsal ihtiyaçlara zıtsa gerçekleşen ikincil potansiyel. Hem birincil hem de ikincil potansiyeller organizmanın doğasının bir parçasıdır. İkincil potansiyeller, birincil potansiyelle aynı zorunlulukla tezahür eder. "Birincil" ve "ikincil" terimleri, "birincil" olarak adlandırılan potansiyelin gelişiminin normal koşullar altında gerçekleştiğini ve "ikincil" potansiyelin yalnızca anormal, patojenik koşullarda ortaya çıktığını belirtmek için kullanılır.


Yıkıcılığın insanda, ancak birincil potansiyellerini gerçekleştirmede başarısız olduğunda ortaya çıkan ikincil bir potansiyel olduğunu varsaymakta haklıysak, hümanist etiğe yapılan itirazlardan yalnızca birini yanıtladık. İnsanın mutlaka kötü olmadığını, ancak büyümesi ve gelişmesi için uygun koşullar bulunmadığında kötü olabileceğini gösterdik. Kötülüğün kendi başına bağımsız bir varlığı yoktur, iyinin yokluğudur, hayatı gerçekleştirememenin sonucudur.


İyinin gelişimi için uygun koşulların ödül ve cezadan oluşması gerektiğini, çünkü insanın kendi içinde güçlerinin gelişimi için herhangi bir teşvik bulunmadığını söyleyen hümanist etiğe yönelik bir başka itirazla daha uğraşmak zorundayız. İlerleyen sayfalarda normal bireyin kendi içinde gelişme, büyüme ve üretken olma eğilimine sahip olduğunu ve bu eğilimin felce uğramasının başlı başına zihinsel hastalığın belirtisi olduğunu göstermeye çalışacağım. Ruh sağlığı, fiziksel sağlık gibi, bireyin dışarıdan zorlanması gereken bir amaç değil, bireyin içinde olan ve bastırılması için ona karşı faaliyet gösteren güçlü çevresel güçler gerektiren bir amaçtır.”


Şimdiye kadar ki en uzun alıntıyı yaptım. Araya giremedim. Fromm, İnsanın iyi mi, kötü mü olduğu tartışmasında son noktayı koydu. Uygun şartlarda büyümeyen insan kötü oluyor. Bunu zaten bizler de kişisel deneyimlerimizden, gözlemlerimizden biliyoruz. Hitler de bir zamanlar bebekti. 2 yaşındaki Hitler'in yetişkin olduğunda öyle bir insan olacağını kimse bilemezdi. İnsan öyle bir canlı ki uygun şartlarda çok kaliteli bir insan ortaya çıkabiliyor, ama uygun olmayan şartlarda yetişenler ise devleti yönetecek konuma dahi gelebiliyorlar.. Bu arada şunu da tartışmak gerekmiyor mu? Neden devleti yönetebilecek konuma gelenlerin çoğunluğu kişisel olarak sakat oluyor. Oy verenler hasta ruhluları mı seviyor yada hasta ruhlular kendilerini çok iyi mi pazarlıyor?


Aslında kendini gerçekleştiremeyen insan doğal olarak kötü oluyor. Ben bunu bu şekilde cesur bir şekilde söyleyemezdim. Çünkü çok provakatif bir tespit ama sanırım doğru da. Çok kibirli gözükme pahasına insanların kötü olduğunu, insanların iflah olamayacağını düşünenlerdenim. Bu yüzden de insan sevmiyorum. Arkadaşlarıma da bunu söylüyorum ben insan sevmiyorum. Daha doğrusu artık vazgeçtim. Çünkü insanların çok büyük bir çoğunluğu sorunlu, asıl acısı da sorunları ile yüzleşip çözebilecek kabiliyetten yoksun. Fromm “Kötülüğün kendi başına bağımsız bir varlığı yoktur, iyinin yokluğudur, hayatı gerçekleştirememenin sonucudur.” bu tespitini okuyunca şunu anladım ki bu kendini gerçekleştirememe haliymiş benim sevmediğim. Yada daha doğrusu gerçekleştirmek için emek harcamama hali. Herkes hem mutsuz, hem şikayetçi ama bir yandan herkes sanki dünyayı kendisi yaratmış gibi havalı, bilmiş, burnu havada. Herkes her şeyi biliyor. 3-5 gram bilgi, görgü, kültürleri ile bir de sana yaşam dersi vermeye kalkıyorlar. Herkes her şeyi biliyor, bir soru soruyorsun hemen bir cevap veriyor, ben daha önce bu konu hakkında kafa yormadım, bu soruya doyurucu cevap vermek için hazır değilim diyenini duymadım. Herkes her konuda doktora yapmışçasına bilgili. Durum böyle olunca da kendinde eksikliği göremiyor.


Kısa zaman önce bir şey yaşadım. Bir arkadaş diğerine internette izlediği bir şeyi gösteriyordu. Tam olarak mevzuyu anlamadım ama kişisel gelişimle ilgili bir konu. Böyle tonlamalı, vurgulamalı bir konuşma. Son cümle ise şu idi: “Eğer bir insanın içinde Allah korkusu yoksa ondan her kötülük beklenir.” Konunun benimle ilgisi yoktu, sadece aynı odada olduğumuz için kulak misafiri olmuştum. Gün içinde bir çok gıcık olduğum şey duyarım ama hemen hemen hiç birisine tepki göstermem ama buna çok öfkelendim. Bu nasıl bir cehalet bir de sanki söylediği şey doğruymuş gibi konuşuyor diye bağırdım. Bu kafa yapısı o kadar yaygın ki. Kendi cehaletlerini gerçek gibi algılamakta ve bunu yaymakta o kadar kendilerine güvenliler ki. Her neyse çok uzatıyorum. Bu tespiti akılda tutarak yaşamak gerekiyor. Ne kadar iyi niyetli olursan ol, hayatı gerçekleştiremiyorsan doğal olarak kötü tarafta yer alıyorsun.


Page 219-220: “The assumption that man has an inherent drive for growth and integration does not imply an abstract drive for perfection as a particular gift with which man is endowed. It follows from the very nature of man, from the principle that the power to act creates a need to use this power and that the failure to use it results in dysfunction and unhappiness. The validity of this principle can be easily recognized with regard to the physiological functions of man. Man has the power to walk and to move; if he were prevented from using this power severe physical discomfort or illness would result. …….. Freud has called attention to another lack of expenditure as a cause of suffering, that of sexual energy, by recognizing that the blocking of sexual energy can be the cause of neurotic disturbances. While Freud overvalued the significance of sexual satisfaction, his theory is a profound symbolic expression of the fact that man's failure to use and to spend what he has is the cause of sickness and unhappiness. The validity of this principle is apparent with regard to psychic as well as physical powers. Man is endowed with the capacities of speaking and thinking. If these powers were blocked, the person would be severely damaged. Man has the power to love, and if he can not make use of his power, if he is incapable of loving, he suffers from this misfortune even though he may try to ignore his suffering by all kinds of rationalizations or by using the culturally patterned avenues of escape from the pain caused by his failure."


Sayfa 233-234: “İnsanın doğasında büyüme ve bütünleşme dürtüsü olduğu varsayımı, insana bahşedilmiş özel bir yetenek olarak soyut bir mükemmellik dürtüsü anlamına gelmez. İnsanın doğasından, eyleme geçme gücünün bu gücü kullanma ihtiyacı yarattığı ve bu gücün kullanılmamasının işlev bozukluğu ve mutsuzlukla sonuçlandığı ilkesinden kaynaklanır. Bu ilkenin geçerliliği insanın fizyolojik işlevleri açısından kolayca anlaşılabilir. İnsan yürüme ve hareket etme gücüne sahiptir; bu gücü kullanması engellenirse ciddi fiziksel rahatsızlık veya hastalık ortaya çıkar. ........ Freud, cinsel enerjinin engellenmesinin nevrotik rahatsızlıkların nedeni olabileceğini kabul ederek, acı çekmenin bir nedeni olarak başka bir harcama eksikliğine, cinsel enerjiye dikkat çekmiştir. Freud, cinsel doyumun önemine gereğinden fazla değer vermiş olsa da, teorisi, insanın hastalık ve mutsuzluğun nedeninin elindekileri kullanmaması ve harcamaması gerçeğinin derin bir sembolik ifadesidir. Bu ilkenin geçerliliği, fiziksel olduğu kadar psişik güçler açısından da açıktır. İnsan, konuşma ve düşünme yetenekleriyle donatılmıştır. Bu yetkiler bloke edilirse, kişi ciddi şekilde zarar görür. İnsan sevme gücüne sahiptir ve eğer bu gücünü kullanamazsa, sevmekten acizse, her türlü rasyonalizasyonla acısını görmezden gelmeye çalışsa da ya da başarısızlığının neden olduğu acıdan kültürel olarak şekillendirilmiş kaçış yollarını kullansa da bu talihsizlikten acı çeker."


Aslında Erich Fromm kötü dediğimiz insanların neden kötü olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Dünyada neden bu kadar kötülük var? bazı kıt akıllıların dediği gibi Allah korkusu olmadığı için mi? Bu mümkün olabilir mi? Sahip olduğun yeteneklerin kullanılmasına izin verilmezse ne olacağı bekleniyor. Neden Kuran kurslarında daha yaygın cinsel sapkınlıklar? Neden sakallı yaşlı adamlar çocuklara bile musallat oluyorlar? Neden açık kıyafetli çocuklar güya pedofiliye sebep oluyor? Farkında değil misiniz tüm sorunların kaynağı ihtiyaçların sağlıklı şekilde giderilememesi. Erich Fromm kendi toplumuna göre yorumluyor konuyu. Bir de bizim gibi din baskısının bu denli fazla olduğu bir toplumda yazsaydı bu tespitlerini. Sokak sapık kaynıyor. Kadınların orasını burasını fotoğraflama yarışında erkekler. Kadınlara ne demeli? Bir çok azgın kadın sosyal medyayı teşhircilik yapmak için kullanıyor. Yaşayamadığı cinselliği vücudunu pazarlayarak bir şekilde erkeklerin onu arzulamasını istiyor. Kadınlar da erkeklerin açlığının farkında. Onlar da bu zaafı kullanmak için bir çaba içindeler. Sanki erkekler cinsel açıdan tatmin olamıyor da kadınlar olabiliyor mu? Erkekler kadar olmasa da kadınlar da bu konudan muzdaripler.


Page 220: “The reason for the phenomenon that not using one's powers results in unhappiness is to be found in the very condition of human existence. Man's existence is characterized by existential dichotomies which I have discussed in a previous chapter. He has no other way to be one with the world and at the same time to feel one with himself, to be related to others and to retain his integrity as a unique entity, but by making productive use of his powers. If he fails to do so, he can not achieve inner harmony and integration; he is torn and split, driven to escape from himself, from the feeling of powerlessness, boredom and impotence which are the necessary results of his failure. Man, being alive, can not help wishing to live and the only way he can succeed in the act of living is to use his powers, to spend that which he has.


There is perhaps no phenomenon which shows more clearly the result of man's failure in productive and integrated living than neurosis. Every neurosis is the result of a conflict between man's inherent powers and those forces which block their development. Neurotic symptoms, like the symptoms of a physical sickness, are the expression of the fight which the healthy part of the personality puts up against the crippling influences directed against its unfolding."


Sayfa 234: Kişinin güçlerini kullanmamasının mutsuzlukla sonuçlanması olgusunun nedeni, insanın varoluş koşullarında bulunabilir. İnsanın varoluşu, daha önceki bir bölümde tartıştığım varoluşsal ikilemlerle karakterize edilir. Dünya ile bir olmanın ve aynı zamanda kendisiyle bir olmanın, başkalarıyla ilişkili olmanın ve eşsiz bir varlık olarak bütünlüğünü korumanın, güçlerini verimli bir şekilde kullanmaktan başka bir yolu yoktur. Eğer bunu başaramazsa, içsel uyum ve bütünleşmeyi sağlayamaz; parçalanır ve bölünür, kendisinden, başarısızlığının zorunlu sonuçları olan güçsüzlük, can sıkıntısı ve iktidarsızlık duygusundan kaçmaya itilir. İnsan canlıdır, yaşamayı istemekten kendini alamaz ve yaşama eyleminde başarılı olabilmesinin tek yolu güçlerini kullanmak, sahip olduklarını harcamaktır.


İnsanın üretken ve bütünleşmiş yaşamdaki başarısızlığının sonucunu nevrozdan daha net gösteren belki de hiçbir olgu yoktur. Her nevroz, insanın doğasında var olan güçler ile bunların gelişimini engelleyen güçler arasındaki çatışmanın bir sonucudur. Nevrotik semptomlar, tıpkı fiziksel bir hastalığın semptomları gibi, kişiliğin sağlıklı kısmının, ortaya çıkmasına karşı yöneltilen sakatlayıcı etkilere karşı verdiği mücadelenin ifadesidir."


“yaşama eyleminde başarılı olabilmesinin tek yolu güçlerini kullanmak, sahip olduklarını harcamaktır.” Bu tespitte kritik nokta nedir? Güçlerini kullan ve sahip olduklarını harca… Peki ben neye sahibim, güçlerim neler? İşte Doğru dürüst yaşamanın yolu burada. Sahip olduğun şeylerin farkında değilsen, güçlerini keşfetmemişsen sittin sene uğraşsan da bu işi becermen mümkün değil. Söylemesi kolay yapması zor olan bu. Benim sahip olduğum şeyler neler sorusuna ne cevap veriyorsunuz? Benim güçlerim neler sorusuna….


Maslow’un çok meşhur bir piramidi var. Temel ihtiyaçların giderilmesi ile başlayıp kendini gerçekleştirme ile biten. İhtiyaçlar hiyerarşisi. Nihai hedef kendini gerçekleştirmek. Şimdi kitabının ismini hatırlayamıyorum ama dili oldukça ağır olan bir kitabını okumuştum. Kendini gerçekleştirmenin yolunu anlatıyordu. Oradan bir şey kalmıştı aklımda. Ne yaparken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsun? Coşkunluk anlarını ne zaman hissediyorsun? Kendini kaptırdığın o iş ne?


Daha öncede demiştim insanın kendine yaptığı yatırım bir şekilde geri dönüyor. Okuduğum binlerce kitabın bir sentezi var kafamda. Neyden ne kadar etkilendim şu an ayırt etmem mümkün değil. Bu yazı serisine başlarken geçen yıl bu kitabı okuduktan sonra bir epifani yaşadığımı söylemiştim. Bir çeşit ‘evreka an’ı… Madem yeteneklerimi keşfetmem bu kadar hayati o zaman ne yapıp edip bunu bulmalıydım. Benim gibi insanların yani daha çocukken benliği yok edilmiş insanların (toplumun en az %90’ı gibi) kendilerini tanıyamamaları, ne yapmaktan zevk aldıklarını bilememeleri, seçme işinde zorlanmaları çok normal. Çünkü bu yeteneklerimiz daha yürümeye, konuşmaya başladığımızda köreltilmeye başlandı.


Ben ne yapmaktan zevk alıyorum sorusuna cevap bulmalıydım. Çocukluğumu düşündüm. Bizim zamanımızda ansiklopediler vardı. Biz o kuşağın çocuklarıyız. Daha ilk okulda ansiklopedi okurdum. İlk başlarda daha çok resimlere bakardım. Milliyet Çocuk almışlardı benden 6 yaş büyük abim için artık o büyüdüğü için onlara bakmazdı ama ben her sayfasını tek tek okurdum. Bütün bulmacalarını çözerdim. Bilemiyorum belki oyuncağım olmadığı için, belki de sıkılgan içine kapanık olduğum için, sebep her ne ise bu işten çok keyif alırdım. Sonra ortaokul, lise, özel hayatımdaki problemler derken üniversite yılları. Hangi üniversite, hangi bölüm kararı…


Matematiğim müthiş. Daha ilkokuldan itibaren yaşıtlarımdan kat kat öndeyim. Tabi ki sayısal bir bölüm(?) de okuyacağım. İngilizcede öğrenmek lazım o zaman ODTÜ’ye girersem hayatım kurtulur. 18 tercih hakkımız vardı tamamını ODTÜ’nün bölümlerini yazarak kullandım, Bilgisayardan başlayıp, Fizik Bölümüne kadar. İlk sene sanırım son tercihime yani fiziği girdim sonra hazırlık okurken bir daha girdim Kimyaya geçtim. Ve şimdi kimyagerim. Bu çok hızlı özeti nasıl “yanlış karar alınır”ı göstermek için yaptım. Yaptığım işi sevmiyorum, tüm kariyerimi de at çöpe gitsin. 22 yıllık çalışma hayatımın neredeyse tamamı keyif almadan geçti.


Son geldiğim noktada şu kafaya gelmiştim. Ben beceriksiz, tembel, bir işe yaramaz bir adamım, Yapmaya çalıştığı hiçbir işi beceremeyen bir loser’ım. (Bu 22 yılın son 12 yılı hariç ilk 10 yılında her ne işe girsem elime yüzüme bulaştırmış, ODTÜ mezunu olmanın hiçbir faydasını görememiştim. Restoran işine girip az bir sermayeden de olmuş, son olarak bir lise mezununun bile yapacağı işleri yapar hale gelmiştim)


Geçen yıl Kendini Savunan insan kitabını okuyunca tam olarak ne oldu bilemiyorum ama sevdiğim işi yapmak zorunda olduğumu gördüm, Yaşım 47 idi ve belki iyi ihtimalle 25-30 yıllık bir ömrüm kalmıştı ve bu kalan kısmı da heba etmemeliydim. Ben neyden zevk alıyordum. En çok ne yaparken kendimi kaybediyordum? Öğrenirken, okurken, bilgi edinirken…. O zaman bu işi yapmalıydım yani okumalı ve öğrenmeliydim. Geçen yıl Sosyoloji Bölümüne girmeye o şekilde karar verdim. Madem ben bu ülkeyi sevmiyordum, bu insanları sevmiyordum o zaman bir şeyler yapmak zorunda idim. Ülkemiz neden bu halde, insanlarımız neden bu halde bilmeliydim. Önce lisans sonra master ve en sonunda doktora yaparak bu işi eni konu halletmeliydim.


İlgi alanı sınırsız bir kişiyim. Her konuyu öğrenmek hoşuma gidiyor. Fakat şöyle bir sorun var. Bir şeyleri biliyor olmanın göstergesi yok. Yani benim kafamdaki bilgiler ben ölünce uçup gidecek, bunları kayıt altına almam gerekiyor. Birilerine faydalı olmadığım takdirde biliyor olmamın hiç bir anlamı yok. Bu sebeple bir blog sayfası, şu an yazılarımı yayınladığım ve bir youtube sayfası, bu yazdıklarımı okuduğum açtım.


Okumak, öğrenmek bir yetenek mi? Bilmek istemek bir yetenek mi? Sanırım öyle. Benim gibi okumaktan, öğrenmekten zevk alan insanlar var. Çok yaygın bir yetenek değil ama var böyle bir şey. Bir kitabı eline alıp saatlerce kafanı kaldırmadan okuyabiliyorsan sen bu konuda yeteneklisin demektir. Okuduğunu anlıyorsan, okuduğun şeyleri hazmediyorsan, okuduklarını kendine mal ediyorsan o zaman sen bu konuda yeteneklisin demektir. Ama sadece bu değil. Ben ilkokuldan bu yana yazıyorum da. Elimdeki en eski kayıtlar 9-10 yaşıma kadar gidiyor. Çok çocukça ama neticede yazma işi de bir yetenek. Daha çok günlük şeklinde yazılar ama ayrıca denemeler, tabi ki şiirler, öykülerle dolu bir yazı arşivim var. Şu anda da klavyenin başına geçince saatlerce yazı yazabiliyorum. Araştırmayı, öğrenmeyi sevince, bir de yazı yazmayı da ekleyince sosyoloji benim için en uygun alan.


Şu kafadayım: Karıncaya sormuşlar "nereye gidiyorsun" diye, "Hacca gidiyorum" demiş, "ömrün yetmez" demişler, "olsun" demiş "en azından bu yolda ölürüm". Bir hedefim var, o yüzden işim çok, Okunacak binlerce sayfa kitap var, bunlardan çıkartılacak sonuçlar var ve illa ki bunları birilerine aktarmak gerekecek. İşte benim hikayem.


Bütün bunlar için maddi özgürlük gerekiyor. Ben maalesef bu özgürlüğe ve kafaya 47 yaşımda ulaşabildim. Bu yazdıklarımı okuyanlara ilk tavsiyem kendinizi tanıyın olacak ama karnınızı doyurmanın da bir yolunu bulmanız gerekiyor.


Alıntıya dönecek olursak sahip olduklarını keşfet ve yeteneklerine uygun işler yap. Emin ol loser değilsin sadece yanlış evrendesin.


Page 221: “But instead of enumerating other conditions which make for neurosis, I prefer to reverse the question and ask what the conditions are which are responsible for the fact that so many people do not become neurotic in spite of the failure in productive and integrated living. It seems to be useful at this point to differentiate between two concepts: that of defect, and that of neurosis. If a person fails to attain maturity, spontaneity, and a genuine experience of self, he may be considered to have a severe defect, provided we assume that freedom and spontaneity are the objective goals to be attained by every human being. If such a goal is not attained by the majority of members of any given society, we deal with the phenomenon of socially patterned defect. The individual shares it with many others; he is not aware of it as a defect, and his security is not threatened by the experience of being different, of being an outcast, as it were. What he may have lost in richness and in a genuine feeling of happiness is made up by the security he feels of fitting in with the rest of mankind-as he knows them. As a matter of fact, his very defect may have been raised to a virtue by his culture and thus give him an enhanced feeling of achievement. "


Sayfa 235: “Ancak nevroza neden olan diğer koşulları sıralamak yerine, soruyu tersine çevirmeyi ve üretken ve bütünleşik yaşamdaki başarısızlığa rağmen pek çok insanın nevrotik olmamasından sorumlu olan koşulların neler olduğunu sormayı tercih ediyorum. Bu noktada iki kavram arasında ayrım yapmak faydalı olacaktır: kusur ve nevroz. Eğer bir kişi olgunluğa, kendiliğindenliğe ve gerçek bir benlik deneyimine ulaşamazsa, özgürlüğün ve kendiliğindenliğin her insan tarafından ulaşılması gereken nesnel hedefler olduğunu varsayarsak, ciddi bir kusuru olduğu düşünülebilir. Böyle bir hedefe herhangi bir toplumun üyelerinin çoğunluğu tarafından ulaşılamıyorsa, toplumsal olarak örüntülenmiş kusur olgusuyla karşı karşıyayız demektir. Birey bunu diğer pek çok kişiyle paylaşır; bunun bir kusur olduğunun farkında değildir ve güvenliği farklı olma, deyim yerindeyse dışlanmış olma deneyimi tarafından tehdit edilmez. Zenginlikte ve gerçek mutluluk hissinde kaybetmiş olabileceği şey, insanlığın geri kalanıyla - onları tanıdığı şekliyle - uyum sağlamanın verdiği güvenlik hissiyle telafi edilir. Aslına bakılırsa, bu kusuru kültürü tarafından bir erdem haline getirilmiş ve böylece ona gelişmiş bir başarı hissi vermiş olabilir."


Tam olarak bunu yaşıyoruz işte. Herkes deli iken sen akıllıysan sen deli gibi gözükürsün derler ya işte o durum var. Tam toplumun hasta olduğu bir durumda birey olarak sen ne kadar kusurlu olursan ol yadırganmıyorsun. Son yıllarda ülkemizdeki çatışma bu. Bir grup insan için hastalık olan şey diğer grup için çok normal. Tam bir şizofreni hali yaşıyoruz ülke olarak. Aynı toplumun içinde kadını ikinci sınıf olarak gören hatta insan olarak bile görmeyenler var bir de eşitlikçi olanlar, birileri rüşvet almayı, devlet malını çalmayı, torpille işini yaptırtmayı çok normal görebiliyor. Diğer taraftan böyle bir ahlaksızlığa nasıl prim verirsiniz, siz nasıl bir insansınız diyorsun ama bilmiyorsun ki eleştirdiğin insan için bunlar ahlaksızlık değil. Yıllarca onlar yediler şimdi biz yiyeceğiz diyorlar konu bitiyor. Kısaca herkes kusurlu ise sen kusurlusun dediğinde sen suçlu durumuna düşüyorsun.


Page 224: “The problem of psychic health and neurosis is inseparably linked up with that of ethics. It may be said that every neurosis represents a moral problem. The failure to achieve maturity and integration of the whole personality is a moral failure in the sense of humanistic ethics. In a more specific sense many neuroses are the expression of moral problems, and neurotic symptoms result from unsolved moral conflicts."


Sayfa 237-238: “Ruh sağlığı ve nevroz sorunu, etik sorunuyla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Her nevrozun ahlaki bir sorunu temsil ettiği söylenebilir. Bütün kişiliğin olgunluğa ve bütünleşmesine ulaşamama, hümanist etik anlamında ahlaki bir başarısızlıktır. Daha spesifik bir anlamda, birçok nevroz ahlaki sorunların ifadesidir ve nevrotik semptomlar çözülmemiş ahlaki çatışmalardan kaynaklanır."


Ahlaki çatışmaya sahip olduğunu görmek için önce ahlakla ilgili kafa yormak gerekiyor. Ahlakı dinle bir tutanlar sadece inandıkları dinlerin yalan yanlış görsel şartlarını yerine getirdikleri için ahlaken doğru şeyleri yaptıklarını düşünüyorlar. Çatışmayı görmek için önce ahlak hakkında kafa yormak gerekiyor. Ülkemizde ahlak kadınların giyimi üzerine kurulmuş durumda. Tamamen kadın odaklı bir ahlak anlayışımız var. Bu sebeple asıl önemli konular hiç gündeme bile gelmiyor. Aslında ahlakın erezyona uğramış bir toplum olduğumuz bu kadar çok sağlıksız insanın günlük hayatta karşımıza kolayca çıkması ile kendini gösteriyor. En basit şekliyle trafik konusuna yaklaşımımız bizim için bir rontgen işlevi görüyor.


Page 225-226: “Our own growth, happiness, and strength are based on the respect for these forces, and one cannot violate them in others and remain untouched oneself at the same time. The respect for life, that of others as well as one's own, is the concomitant of the process of life itself and a condition of psychic health. …….. We find that the destructive person is unhappy even if he has succeeded in attaining the aims of his destructiveness, which undermines his own existence. Conversely, no healthy person can help admiring, and being affected by, manifestations of decency, love, and courage; for these are the forces on which his own life rests."


Sayfa 238-239: “Kendi gelişimimiz, mutluluğumuz ve gücümüz bu güçlere saygı duymaya dayanır ve kişi onları başkalarında ihlal edemez ve aynı zamanda kendisine dokunulmadan kalamaz. Kişinin kendi yaşamına olduğu kadar başkalarının yaşamına da saygı duyması, yaşam sürecinin bir parçası ve psişik sağlığın bir koşuludur. ……. Yıkıcı kişinin, kendi varoluşunu baltalayan yıkıcılığının amaçlarına ulaşmayı başarmış olsa bile mutsuz olduğunu görüyoruz. Buna karşılık, hiçbir sağlıklı insan ahlak, sevgi ve cesaretin tezahürlerine hayranlık duymaktan ve bunlardan etkilenmekten kendini alamaz; çünkü bunlar kendi yaşamının dayandığı güçlerdir."


İnsan İyi mi Kötü mü alt başlığını bitirdik. İki uzun yazı sürdü. Hemen hemen tüm sayfaların altını çizdiğim için kısa geçemedim. Elimden geldiği kadar özet yapmaya çalışıyorum ama pek beceremiyorum. Sonraki bölüm “ Baskıya Karşı Üretkenlik”. Bakalım nasıl devam edeceğiz.


Kötülüğün kendi başına bağımsız bir varlığı yoktur, iyinin yokluğudur, hayatı gerçekleştirememenin sonucudur.
Kötülüğün kendi başına bağımsız bir varlığı yoktur, iyinin yokluğudur, hayatı gerçekleştirememenin sonucudur.

bottom of page