Heyecanlıyım. Çünkü beni çok etkileyen bir kitapla ilgili değerlendirme yazacağım. Kitabın çevirisi çok kötü bunu eleştirdiğim yazıyı paylaşmıştım. Burada tamamen Erich Fromm’un ne anlatmak istediği ile ilgili yazacağım. Umarım çok dağılmam ve dağıtmam. Kendime hiç güvenim yok (Dağıtıp dağıtmayacağım konusunda).
Taktiğim şu olacak. Kitaptan beğendiğim yerleri alıntılayacağım ve bu kısımla ilgili görüşlerimi yazacağım. Kitabın çevirisi çok kötü olduğu için ingilizcesinden bu işi yapmaya çalışacağım. Becerebildiğim yere kadar bu şekilde devam edeceğim. Kullandığım İngilizce kaynakta Open Road İntegrated Media New York yazıyor. Libgenden buldum. Yayınevi, basım yılı gibi bilgiler yok. İngilizce alıntı sayfaları bu kitap üzerinden, Türkçe alıntılar ise Say Yayınlarının yayınladığı kitap üzerinden olacak. Çevirileri mümkün oldukça kendim yapmaya çalışacağım. Google translate desteği ile tabi ki. Maalesef ingilizcem tek başıma çeviri yapacak derecede iyi değil. Elimden geldiği kadar uzatmadan yazmaya çalışacağım. İngilizce kısımları teyit amaçlı koyuyuorum. Yani çeviriyi beğenmezseniz orjinali görün diye. Diğer türlü İngilizce kısımları hızlıca geçip alıntılara bakmanız daha mantıklı olur.
Kitap 5 Bölümden oluşuyor. İlk ve son bölümün tek alt başlığı var. 1. Bölümle başlayalım. Bölüm başlığı “Sorun”.
Sayfa 9-10: “Yet modern man feels uneasy and more and more bewildered. He works and strives, but he is dimly aware of a sense of futility with regard to his activities. While his power over matter grows, he feels powerless in his individual life and in society. While creating new and better means for mastering nature, he has become enmeshed in a network of those means and has lost the vision of the end which alone gives them significance—man himself. While becoming the master of nature, he has become the slave of the machine which his own hands built. With all his knowledge about matter, he is ignorant with regard to the most important and fundamental questions of human existence: what man is, how he ought to live, and how the tremendous energies within man can be released and used productively.”
Sayfa 31: “Yine de modern insan kendini huzursuz ve gitgide daha şaşkın hissediyor. Çalışır ve çabalar, ancak faaliyetleriyle ilgili olarak bir boşluk hissinin belli belirsiz farkındadır. Madde üzerindeki gücü artarken, bireysel hayatında ve toplumda kendini güçsüz hisseder. Doğaya hakim olmak için yeni ve daha iyi araçlar yaratırken, bu araçlar ağının ağına düşmüş ve onlara tek başına anlam veren sonun, yani insanın tasavvurunun vizyonunu kaybetmiştir. Doğanın efendisi olurken, kendi elleriyle yaptığı makinenin de kölesi olmuştur. Madde hakkındaki tüm bilgisine rağmen, insan varoluşunun en önemli ve temel sorularından, insanın ne olduğu, nasıl yaşaması gerektiği ve insanın içindeki muazzam enerjilerin nasıl serbest bırakılabileceği ve verimli bir şekilde kullanılabileceği konusunda cahildir.”
En önemli bulduğum yerin altını çizdim. İnsanın içindeki enerjinin keşfedilmesi ve bunun verimli şekilde kullanılması. Kitap boyunca bu konu etrafında dolaşacağız. İnsanların çok büyük bir kısmı ben neden yaşıyorum, neden hayattayım, hayatımın amacı ne gibi sorular sormuyor. Yada sormuyor demeyeyim de başkalarının cevabını sorgusuz kullanıyor. Ailesinin, devletinin, dininin ona sunduğu bilgileri sorgulamadan kendisine mal ediyor. Aslında sorgulamadan dememek lazım. Çünkü bir çok insan otomatik pilotta devam ettiriyor hayatını. Sudaki Balık olduğunu bilmeden yaşamaya devam ediyor. Matrix'deki pil olarak kullanılan insanlar gibi.
Sayfa 10: “The ideas of the Enlightenment taught man that he could trust his own reason as a guide to establishing valid ethical norms and that he could rely on himself, needing neither revelation nor the authority of the church in order to know good and evil. The motto of the Enlightenment, “dare to know,” implying “trust your knowledge,” became the incentive for the efforts and achievements of modern man. The growing doubt of human autonomy and reason has created a state of moral confusion where man is left without the guidance of either revelation or reason. The result is the acceptance of a relativistic position which proposes that value judgments and ethical norms are exclusively matters of taste or arbitrary preference and that no objectively valid statement can be made in this realm. But since man cannot live without values and norms, this relativism makes him an easy prey for irrational value systems. He reverts to a position which the Greek Enlightenment, Christianity, the Renaissance, and the eighteenth century Enlightenment had already overcome. The demands of the State, the enthusiasm for magic qualities of powerful leaders, powerful machines, and material success become the sources for his norms and value judgments.
Are we to leave it at that? Are we to consent to the alternative between religion and relativism? Are we to accept the abdication of reason in matters of ethics? Are we to believe that the choices between freedom and slavery, between love and hate, between truth and falsehood, between integrity and opportunism, between life and death, are only the results of so many subjective preferences?
Indeed, there is another alternative. Valid ethical norms can be formed by man’s reason and by it alone. Man is capable of discerning and making value judgments as valid as all other judgments derived from reason. The great tradition of humanistic ethical thought has laid the foundations for value systems based on man’s autonomy and reason. These systems were built on the premise that in order to know what is good or bad for man one has to know the nature of man. They were, therefore, also fundamentally psychological inquiries.”
Sayfa 32-33: “Aydınlanma fikri insana, geçerli etik normlar oluşturmak için bir rehber olarak kendi aklına güvenebileceğini ve iyiyi ve kötüyü bilmek için ne vahiy ne de kilisenin otoritesine ihtiyaç duymaksızın kendine güvenebileceğini öğretti. Aydınlanma'nın "bilmeye cesaret et" mottosu, "bilginize güvenin" anlamına gelir ve modern insanın çabalarını ve başarılarını teşvik eder hale geldi. İnsanın özerkliği ve aklı hakkında artan şüphe, insanın vahiy veya aklın rehberliği olmadan bırakıldığı bir ahlaki karışıklık durumu yarattı. Sonuç, değer yargılarının ve etik normların yalnızca zevk veya keyfi tercih meseleleri olduğunu ve bu alanda nesnel olarak geçerli hiçbir ifadenin yapılamayacağını öne süren göreci bir konumun kabulüdür. Ancak insan değerler ve normlar olmadan yaşayamayacağı için bu görecilik onu irrasyonel değer sistemleri için kolay bir av haline getirir. Yunan Aydınlanmasının, Hıristiyanlığın, Rönesansın ve on sekizinci yüzyıl Aydınlanmasının zaten üstesinden geldiği bir konuma geri döner. Devletin talepleri, güçlü liderlerin sihirli niteliklerine olan coşkusu, güçlü makineler ve maddi başarı, onun normlarının ve değer yargılarının kaynakları haline gelir.
Bunu böyle mi bırakacağız? Din ile rölativizm arasındaki alternatife rıza gösterecek miyiz? Etik meselelerde aklın terk edilmesini kabul edecek miyiz? Özgürlük ile kölelik, aşk ile nefret, gerçek ile yalan, dürüstlük ile oportünizm, yaşam ile ölüm arasındaki seçimlerin yalnızca bu kadar çok sayıda öznel tercihin sonucu olduğuna mı inanacağız?
Aslında bir alternatif daha var. Geçerli etik normlar, insanın aklıyla ve yalnızca onun tarafından oluşturulabilir. İnsan, akıldan türetilen diğer tüm yargılar kadar geçerli olan değer yargılarını ayırt etme ve yapma yeteneğine sahiptir. Büyük hümanist etik düşünce geleneği, insanın özerkliğine ve aklına dayanan değer sistemlerinin temellerini attı. Bu sistemler, insan için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmek için insanın doğasını bilmek zorunda olduğu öncülü üzerine inşa edilmiştir. Bu nedenle, aynı zamanda temelde psikolojik araştırmalardır.”
Çok uzun bir alıntı yaptım. Aslına bakacak olursak alıntıyla olacak iş değil. Kitapta anlatılanların tamamı okumaya, altını çizmeye değer. Şimdilik bu şekilde başlayayım, zamanla azaltırım alıntıları. (umarım!)
Yani ortada yol gösterici kalmayınca insan kendi başının çaresine bakmak zorunda kalıyor. Aklını kullanma özgürlüğü bir yandan da sorumluluk getiriyor. Bu sorumluluğun gereğini yerine getirebilenler var, getiremeyenler var, getirebilenlerin oranı çok düşük. Aklını kullanmakta zorlanan insan kolay yolu seçiyor ve asıl önemli olanı yani kendisini geri plana itiyor.
Kitabı okurken de sık sık düşündüğüm bir şey var. İnsanın kendi aklına güvenerek yol alması ideal ama beceremediğimiz de ortada. Çünkü aslında insan akla sahip ama bunu kullanma yeteneğinden yoksun. Çünkü akıl tek başına yeterli değil. Zekasız akıl bir işe yaramıyor aynen akılsız zekanın bir işe yaramadığı gibi. İnsanların büyük kısmı yeterli IQ’ya EQ’ya yada başka IQ’lara sahip değil. Düşük zeka seviyesinde olan o kadar çok insan var ki. Tabii, sadece konu zeka konusu da değil, İşin içinde sermayeler de var. Ekonomik, kültürel, sosyal vb sahip olduğumuz sermayeler de en az akıl ve zeka ve bunların kullanılması kadar önemli. Yani aklımızı kullanmalıyız önermesi çok güzel ama nasıl?
Page 11: ”It is impossible to understand man and his emotional and mental disturbances without understanding the nature of value and moral conflicts. The progress of psychology lies not in the direction of divorcing an alleged “natural” from an alleged “spiritual” realm and focusing attention on the former, but in the return to the great tradition of humanistic ethics which looked at man in his physico-spiritual totality, believing that man’s aim is to be himself and that the condition for attaining this goal is that man be for himself.
I have written this book with the intention of reaffirming the validity of humanistic ethics, to show that our knowledge of human nature does not lead to ethical relativism but, on the contrary, to the conviction that the sources of norms for ethical conduct are to be found in man’s nature itself; that moral norms are based upon man’s inherent qualities, and that their violation results in mental and emotional disintegration. I shall attempt to show that the character structure of the mature and integrated personality, the productive character, constitutes the source and the basis of “virtue” and that “vice,” in the last analysis, is indifference to one’s own self and self-mutilation. Not self-renunciation nor selfishness but self-love, not the negation of the individual but the affirmation of his truly human self, are the supreme values of humanistic ethics. If man is to have confidence in values, he must know himself and the capacity of his nature for goodness and productiveness.”
Sayfa 34: “Değerin doğasını ve ahlaki çatışmaları anlamadan insanı ve onun duygusal ve zihinsel rahatsızlıklarını anlamak imkansızdır. Psikolojinin ilerlemesi, sözde bir "doğal" alanı sözde bir "ruhani" alandan ayırmak ve dikkati birincisine odaklamak yönünde değil, insana fiziki-ruhani bütünlüğü içinde bakan, insanın amacının kendisi olmak olduğuna ve bu amaca ulaşmanın koşulunun insanın kendisi için olması gerektiğine inanan büyük hümanist etik geleneğine geri dönüşte yatmaktadır.
Bu kitabı, hümanist etiğin geçerliliğini yeniden teyit etmek, insan doğası hakkındaki bilgimizin etik göreceliliğe yol açmadığını, aksine etik davranış normlarının kaynaklarının insanın doğasında bulunduğu; ahlaki normların insanın içsel niteliklerine dayandığı ve bunların ihlalinin zihinsel ve duygusal parçalanmayla sonuçlandığı inancına yol açtığını göstermek amacıyla yazdım. Olgun ve bütünleşmiş kişiliğin karakter yapısının, üretken karakterin, "erdemin" kaynağını ve temelini oluşturduğunu ve "ahlaksızlığın" son tahlilde kişinin kendi benliğine karşı kayıtsızlığı ve kendini yaralaması olduğunu göstermeye çalışacağım. Kendinden vazgeçme ya da bencillik değil, kendini sevme, bireyin olumsuzlanması değil, gerçekten insan olan benliğinin olumlanması hümanist etiğin en yüce değerleridir. Eğer insan değerlere güvenmek istiyorsa, kendini ve doğasının iyilik ve üretkenlik kapasitesini bilmelidir.”
Birinci bölümün sonunu olduğu gibi alıntıladım. İlk olarak insanı naturel ve spiritüel olarak ayırmanın yanlış olduğunu, insanı bir bütün olarak (psikospiritüel) ele almak gerektiğini söylüyor. Bu noktada benim gibi nesnel düşünen insanların yani bilime ve deneye dayalı hayatını yönlendiren insanların dikkatini çekiyor. Ruhsal (spiritüel) olan, gözlemlenemeyen şeylerin varlığını kabul ederek yola çıkmak gerekiyor. Freud’un yaptığının bilim olmadığı çünkü yanlışlanabilir olmadığı söyleniyor ya işte o noktaya geliyoruz. Ölçülemeyen, gözlemlenemeyen, üstünde deney yapılamayan konuları görmezden gelmek doğru mu? Yanlışlanamayacak diye bazı “doğal” olmayan konular hakkında bilgi üretmeye çalışmamalı mıyız? Bu işin bir boyutu. Ben de “doğaüstü”/””doğadışı” ile “gayridoğa” (böyle bir kelime var mı bilmiyorum) arasında ayrım yapmak gerektiğini düşünüyorum. Gayridoğa derken ölçülebilir, test edilebilir, deney yapılabilir olmadığı için doğa içinde değerlendirilemeyecek ama varlığı da bilinen şeyleri kastediyorum. Mesela bilinç gibi, karakter gibi, duygularımız gibi. Bunlar ölçülemiyor, elle tutulamıyor, üstünde deney yapılamıyor ama varlar. Erich Fromm sözde spiritüel (ruhani) diye niteliyor bu kısmı. Ahlak var mıdır? Ahlak’ın kökeni nedir? Ahlak elle tutulup, gözle görülebilir bir şey olmadığı için yok mu sayalım. Erich Fromm “ahlak”ı benim gayridoğa dediğim sınıfa sokarak üstünde konuşulabilir bir alana çekiyor. Ahlaklı olmak kendine kayıtsız kalmamaktır diyor.
Beni en çok bu bakış açısı etkiledi. “Mutlu olmak ahlaki bir tutumdur” diyen Felsefeci Yasin Ceylan’ı bu cümleleri okuduktan sonra daha iyi anlamaya başladım. Mutlu olmakla ahlak arasında nasıl bir bağlantı olduğunu bu kitabı okuyunca gördüm. Erich Fromm “kendini keşfetmek”, “yeteneklerinin farkına varmak”, “potansiyeline uygun bir hayat yaşamak”, ahlaklı olarak yaşamaktır diyor. Bütün kitabı da bu fikir üzerine yazıyor.
Hayat bir silsile halinde akıyor. Hazır olmayan beyinler anlatılanları anlamıyor. Bunu bizzat biliyorum. Eğer kendini hazırlamamışsan yaşadığın şeylere gereken değeri veremiyorsun. Eğer hazır değilsen okuduğun şeyler uçup gidiyor. Bu kitap benim için en uygun zamanda hayatıma girdi anlaşılan. Bugün eğer sosyoloji okumaya başladıysam, Fransızca öğrenmeye başladıysam, bas gitar öğrenmeye başladıysam bu kitabın etkisi büyük. Sadece bu kitap demiyorum ama etkisi büyük. Kendi serüvenimi de bu kitap vesilesi ile aktarmak istiyorum. Birisi okur ve ilham alır diye.
Kommentare