top of page

Kapitalizm, Toplumsal Hareketler ve Zihinsel Dönüşüm

Okunduğu Gibi

Çevre sosyolojisi dersinin 6. bölümünün girişinde karşılaştım bu tespitle. Toplumsal hareketler ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi okuyunca kafamda soru işaretleri belirdi. Okuduğum şey şu:

Toplumsal hareketler, kapitalizmin yükselişine bir tepki olarak doğmuş, ulus-devletlerin kurulmasıyla, bilinçli olarak toplumsal değişime yönelen ve değişimin iş birliğine dayalı eylem yoluyla gerçekleşeceğine inanan gruplar ortaya çıkmıştır.”

Bu cümleyi okurken kafamda bir önceki yazıda tartıştığım içine doğduğumuz sosyokültürel ortamın bizi tutsak ettiği  tespiti de vardı.

Şimdi ilk olarak toplumsal hareketlerle kapitalizmin ne ilişkisi var sorusunu sormak istiyorum. Kapitalist dönemin önceki dönemlerden farkı ne?  Toplumsal değişimi tetikleyen şeyin arkasında ne var? Önceki yazımda Max Weberin protestan ahlakı ile kapitalizm ilişkisini kurduğunu ama bunun bence yetersiz olduğunu, konunun dinle ilgili olduğunu ama bakış açısının farklı olması gerektiğini yazmıştım. O yazıda asıl derdim bu olmadığı için konuyu yüzeysel geçmiştim ama şimdi yukarıdaki cümleyi okuyunca, hazır konu da tazeyken kafamdakileri derli toplu yazayım dedim.

Kapitalizm öncesi ne vardı? Yani toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan kapitalizm (o kadar eleştirilmesine rağmen) önceki dönemlerden hangi açıdan ayrılıyor? Avrupa'da ortaya çıkan kapitalizmin öncesinde tüm avrupada (doğu, batı, kuzey, güney) feodalizm halkimdi. Bazı bölgelerde daha sert, bazı bölgelerde daha yumuşak ama neredeyse her Avrupa bölgesinde benzer bir iklim vardı.

Ülkeler krallıklarla yönetiliyordu. İnsanlar bizim köy ağası dediğimiz feodal lordların köleleri gibi çalışıyorlardı. Adlarına serf deniyordu, resmi olarak köle değillerdi ama aslında pratikte köleden bir farkları yoktu. Ekonomi tarıma dayalı idi. Şehirler yoktu. Halk kendi kırsal bölgelerinde, kendi kendilerine yetecek şekilde yaşıyorlardı. Uzmanlaşma yoktu, kanunlar yoktu, sınıflar yoktu. Daha doğrusu sınıf bilinci yoktu. Yoksa toplumsal katmanlaşma vardı ama bunun adına sınıf denmiyordu. Asıl önemlisi insanlar sosyokültürel tutsaklardı ama bunun sorun olarak görüldüğü bir atmosfer yoktu. Herkes aynı şeyi söylerken, durumu anormal olarak görmenin anlamı yoktu. Ama durum yavaş yavaş da olsa değişiyordu.

Avrupa'nın geçirdiği bu evrimi İslam toplumları geçiremiyordu. Aslında üç aşağı beş yukarı Doğudaki köylüler, Avrupa'daki köylülerle benzer bir hayat yaşıyordu ama birkaç çok önemli şey farklı olduğu için evrimsel değişim aynı olmayacaktı. Bence en önemlisi dinin farklı oluşu ama bir o kadar önemli şey de feodal düzenin farklı olması. Merkezi krallıkların çok güçlü olması, eşitler arasında birinci durumunun olmaması da aynı şekilde önemli bir faktördü. Özetle Avrupa'nın geçirdiği evrimin doğuda yaşanmamasının arkasında çok temel olan bu farklar yatıyordu. 

Avrupa'ya geri dönelim ve kapitalist düzenin ortaya çıkışını anlamaya çalışalım.  Amacımız, toplumsal değişimin arkasında yatan dinamikleri anlamak. İnsanlar neden bir şeylere itiraz etmeye başlıyor? Kapitalist düzende birileri mutsuz olduğunda, "Hadi bir araya gelelim ve bu düzene karşı kendimizi savunalım" diyorlar, değil mi?  Bu tür bir dayanışma ve mücadele için uygun bir ortamın oluşmuş olması gerekiyor. Oysa feodal düzende de insanlar memnun değildi, hatta durumları belki kapitalist düzenden daha kötüydü. Ancak o dönemde insanların bir araya gelip kendilerine acı çektiren otoritelere karşı koyacak ne imkanları ne de koşulları vardı. İşte bu fark, kapitalist düzenin toplumsal hareketleri nasıl mümkün kıldığını anlamak açısından önemli.

Yönetme yönetilme ilişkisinin yöneten tarafında isen sorun yok. Sorun yönetilmeyi kabul etmek, yönetilmeye ikna olmak, yönetilmeyi nasıl gördüğün. Yönetilen insanlar kendi durumlarını nasıl algılıyorlar? Avrupa'da değişen paradigma bu. İslam toplumlarında değişmeye karşı direnç gösterilen durum da bu. Avrupa köylüsünün doğuda yaşayan köylüden pek de farkı olmamasına rağmen onların geçirdiği evrim kendisini yöneten otoriteye karşı bir başkaldırıya zemin hazırlayan değişimi getirmiş. Bunun adına kapitalizm diyoruz. Kapitalist düzende ititraz ettiğinde tanrıya itiraz etmiyorsun, tanrının yeryüzündeki temsilcisine itiraz etmiyorsun, sahibine itiraz etmiyorsun, doğuştan elde ettiği haksız pozisyonun verdiği otorite gücüne itiraz etmiyorsun. Artık sen köle değilsin, kul değilsin, serf değilsin, mal değilsin. İşte dönüşüm bu. Yönetene itiraz ediyorsun, patrona itiraz ediyorsun, seçilmiş başkana itiraz ediyorsun. Yani geçirilen evrim bu işte. Bir kul olmaktan, vatandaş olmaya doğru geçirilen evrim. Bir kişinin malı olmaktan, hakları olan bireye doğru geçirilen evrim. Avrupanın yaşadığı İslam toplumlarının yaşayamadığı evrim.

Konuya bu açıdan bakınca. Neden kapitalist düzen Avrupa'da doğdu da islam ülkelerinde, doğuda toplumlarında doğmadı diye baktığımızda, arkasında yatan itici güç bu işte. Dünyadaki pozisyonuna nasıl baktığını, dünyayı ve kendisini, dünyadaki yerini nasıl algıladığı ile ilgili. Konunun dinle  olan ilgis bu. İslam toplumlarının üyesi olan insanlar bu dünyadaki pozisyonlarını bu şekilde içselleştirmişler. ve değişmesini de kafaya takmıyorlar. Birinin kulu olmak, birisi tarafından kullanılmak, yönetilmek onlar için sorun değil. Bu yüzden vatandaş olmak, birey olmak onların asıl meselesi değil. Bu yüzden demokrasi, insan hakları, özgürlükler islam toplumlarının konusu değil. Hatta tam tersi bunlar kendilerini dinlerinden uzaklaştıran şeytani şeyler olarak algılanıyor.

Yönetme ve yönetilme ilişkisini ele aldığımızda, eğer yöneten tarafındaysanız sorun yok gibi görünebilir. Asıl mesele, yönetilmeyi kabul etmek, buna ikna olmak ve yönetilmeyi nasıl algıladığınızdır. Yönetilen insanlar, kendi durumlarını nasıl değerlendiriyor? Avrupa’da değişen paradigma tam da burada karşımıza çıkıyor. İslam toplumlarında değişime karşı gösterilen direncin kaynağı da bu noktada yatıyor.

Avrupa köylüsü ile Doğu toplumlarındaki köylü arasında yaşam koşulları açısından çok büyük farklar olmamasına rağmen, Avrupa’da köylünün yaşadığı toplumsal dönüşüm, onu kendisini yöneten otoriteye karşı bir başkaldırı zeminine hazırladı. Bu dönüşümün adı kapitalizmdir. Kapitalist düzende bir şeye itiraz ettiğinizde, artık Tanrı’ya, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisine, sahibinize ya da doğuştan gelen haksız ayrıcalıklara dayanan bir otoriteye karşı gelmiyorsunuz. Artık köle, kul, serf ya da bir mal değilsiniz. İşte esas dönüşüm budur. Artık yönetene, patrona, hatta seçilmiş başkana bile itiraz edebilirsiniz. Bu, bireyin kul olmaktan çıkıp vatandaş olmaya, birinin malı olmaktan hakları olan birey olmaya doğru geçirdiği evrimdir. Avrupa’nın yaşadığı dönüşüm budur; İslam toplumlarının ise yaşamadığı evrim tam olarak budur.

Bu açıdan baktığımızda, kapitalist düzen neden Avrupa’da doğdu da İslam toplumlarında ya da Doğu toplumlarında ortaya çıkmadı sorusunun yanıtını, bu zihinsel ve toplumsal dönüşümde bulabiliriz. Bu mesele, bireylerin dünyadaki pozisyonlarına ve kendilerini nasıl algıladıklarına dayanır. Konunun dinle ilişkisi de burada devreye girer. İslam toplumlarındaki bireyler, bu dünyadaki konumlarını "birinin kulu" ya da "birisi tarafından yönetilen bir kişi" olarak içselleştirmişlerdir ve bu durumu değiştirme ihtiyacını hissetmemektedirler. Birinin kulu olmak, yönetilmek ya da kullanılmak onlar için sorun teşkil etmez. Bu yüzden vatandaş olmak ya da bireysel  haklara sahip olmak, bu toplumların temel meselesi değildir. Bu yüzden demokrasi, insan hakları ve özgürlükler, İslam toplumlarının gündeminde yer almaz. Hatta tam tersi, bu değerler, dinlerinden uzaklaştıran “şeytani” unsurlar olarak algılanabilir. 

Batılılaşmak ve modernleşmek, İslam toplumları tarafından genellikle korkulacak bir tehdit olarak görülüyor. Türkiye özelinde, Cumhuriyet devrimlerinin toplumun geniş kesimleri tarafından içselleştirilmesindeki zorlukların arkasında da bu zihniyet yatıyor. Kul olmak, bir tanrıya itaat etmek ve Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisine boyun eğmek, İslam toplumlarında yalnızca önemli bir değer değil, belki de yaşamın temel amacı olarak kabul ediliyor.

Dünü yazıyla yani insanlar olarak sosyokültürel tutsaklar olmamızla bugünkü konuyu birleştirerek konuyu bitireyim.  İçine doğduğumuz toplumları seçme şansımız yok, içine doğduğumuz kültürleri değiştirme şansımız yok ama bu tamamen çaresiz olduğumuz anlamına da gelmiyor. Eğer toplum olarak insan olma, insanlığın ne olduğu, toplum olma, toplum olarak yaşamanın ne olduğuna dair  algılama biçimimizi değiştirirsek kısa vadede olmasa bile uzun vadede değişim mümkün. En azından bir umut olabilir ama eğer içine doğduğumuz kültürün ve toplumun kaçınılmaz olduğu, tek yöntem olduğunu düşünürsek değişim mimkin değil. Bunun için de insan olmaya verdiğimiz anlamı sorgulamamız gerekiyor. İnsan olmak dmek tanruıya kulluk etmek demek olarak algılandığı sürece değişim de mümkün olmayacak. İnsan olmak demek akılla yaşamak, kendi sorumluluğunun bilincinde olmak şeklinde algılanırsa değişim mümkün. Batının evrimsel geçmişinde bu dönüşüm yaşanmış. Adına aydınlanma diyoruz. İslam toplumlarının aslında karşı çıktığı şey de bu. Tanrıya kulluk ederek yaşamak isteği devam ettiği sürece de islam toplumlarında değişim olmayacak.


Önceki yazıyla, yani sosyokültürel tutsaklık kavramıyla bugünkü tartışmamızı birleştirerek konuyu toparlamak istiyorum. İçine doğduğumuz toplumları seçme şansımız yok. Aynı şekilde içine doğduğumuz kültürleri kısa vadede köklü bir şekilde değiştirme gücümüz de sınırlı. Ancak bu, tamamen çaresiz olduğumuz anlamına gelmiyor. Eğer bir toplum olarak insan olmayı, insanlığın ne anlama geldiğini, toplumsal yaşamın doğasını ve anlamını algılayış biçimimizi değiştirebilirsek, kısa vadede olmasa da uzun vadede değişim mümkün. En azından bu, bir umut ışığı olabilir. Ancak, içine doğduğumuz kültürün ve toplumsal düzenin kaçınılmaz olduğu ya da tek doğru yol olduğu düşüncesine saplanırsak, değişim asla mümkün olmayacak.

Bu nedenle, insan olmaya verdiğimiz anlamı sorgulamamız gerekiyor. İnsan olmak, yalnızca tanrıya kulluk etmek şeklinde algılandığı sürece değişim gerçekleşemez. Ancak insan olmak, akılla hareket etmek, kendi sorumluluğunun bilincinde olmak ve birey olarak özgürleşmek şeklinde algılanırsa değişim kapısı aralanabilir. Batı dünyasının evrimsel geçmişinde bu dönüşüm yaşandı. Bu dönüşümün adı Aydınlanmadır. İslam toplumlarının asıl karşı çıktığı şey de bu dönüşümdür. Tanrıya kulluk ederek yaşama arzusu sürdüğü sürece, İslam toplumlarında köklü bir değişim yaşanması mümkün görünmüyor.

Sonuç olarak, her toplum kendi tutsaklıklarını yaratır; bu, kaçınılmaz bir gerçektir. Ancak tutsaklıktan tutsaklığa fark vardır. Bazı toplumlar, bireyin kendisini özgürleştirebilmesine olanak sağlayan "emniyet supaplarına" sahipken, bazıları tam anlamıyla kaçmanın imkansız olduğu kara zindanlar gibi bir toplumsal ve kültürel ortam yaratır. Bahsettiğim emniyet supapları, demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti gibi modern dünyanın geliştirdiği kurumlar. Bu kurumlar, bireyin içine doğduğu tutsaklıkları fark etmesini kolaylaştırır. Aynı zamanda bu tutsaklıklarla yüzleşip çözüm arayışına girmesine ve kendisini ifade edecek şartları yaratmasına yardımcı olur. Bu sayede birey, toplumla barışık bir şekilde, yabancılaşma hissine kapılmadan yaşayabilir.

Batı’yı abartarak yüceltmek istemem; gerçekte bu özgürlüklerin oralarda ne kadar mümkün olduğu konusunda kesin bir bilgiye sahip değilim. Belki de bir Norveçli ya da Danimarkalı, benim burada dile getirdiğim duyguları hissediyor ve kendisini içine doğduğu topluma yabancı görüyor olabilir. Kendini bir tür sosyokültürel tutsak olarak algılıyor olabilir. Bunun farkındayım ve bu konuda cahilce ya da yüzeysel bir şekilde konuşmak istemem.

Yine de, bir yerlerde daha ideal bir düzenin var olabileceği fikri bana umut veriyor. Bu bir ütopya olarak görülebilir ve bunu kabul ediyorum. Ancak insan olmanın doğasına dair ne kadar kötümser olsam da içimde bir yerlerde, gelecekte ya da başka bir yerde daha iyi yaşamların mümkün olacağına dair bir umut taşıyorum.



Değişimin Önündeki Engel

Comments


bottom of page