top of page

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban Romanının Düşündürdükleri

Romanın 1930'ların başında yazılması. Romanda geçen olayların 1920- 1921 de yaşananları ele alması. Bu iki bilgi doğrultusunda köylünün kurtuluş savaşına bakışının nasıl olduğuna dair bir izlenim edinmemize yardımcı oluyor bu roman.


Yakup Kadri gerçeği olduğu gibi yansıtmış mı sorusunu romanı okuyanların tamamı soruyordur kendisine. Neden? . Çünkü bir şok etkisi yaratıyor. Nasıl yani, gerçekten böyle olabilir mi diye soruyor insan kendisine. Çünkü tüm eğitim hayatımız boyunca bize Türk halkının kahramanlığından bahsedildi. Bir çeşit beyin yıkamaya maruz kalan bizler için anlatılanları tek doğru gibi algılama eğilimi söz konusu. Bize anlatılan destanlarda o kadar idealize edilmiş bir halktan bahsediyoruz ki gerçeğin böyle olması ihtimali dahi bizi şoke ediyor.

Halbuki biraz sakince düşününce o insanları yargılamaya hakkımız var mı diye soruyoruz kendimize. Antropoloji dersinde şunu görmüştük. Batılıların keşfettikleri yerleri incelerken ilk zamanlar onları ilkel olarak algılamaları ve kendi üstünlüklerine ulaşamadıkları için onları hakir gördükleri. Kendi kültürlerinin tek doğru külür olduğu, kendileri gibi olmayanların ise aşağı kültürlere sahip oldukları. Yani Arap ülkelerinde pilavı elle yediklerini gördüklerinde kendileri kaşıkla yediği için o kültürü kolayca aşağı gördüklerini anlatıyorlardı. Sonradan bu nbakış yerini kültürlerde bir ast üst ilişkisi olmadığı, her kültürün kendince bir anlamı ve değeri olduğunu anlıyor batılı antropologlar. Kültürler arasında bir hiyerarşi, yoktur. Her kültür kendi içinde anlamlıdır.

Şehirli olmak, köylü olmak, medeni olmak…. her biri kendi içinde anlamlı. Ne şehirlilik bir üstünlük ne de köylülük bir geri kalmışlık.

Romana dönersek. Sıradan bir anadolu köylüsü eğer köyüne düşman gelip de malını, mülkünü çalmadıysa, karısına, kızına tecavüz etmediyse neden rahatsız olsun. Zaten kendisini yöneten ve ürettiklerinden vergi alan kişinin ha Osmanlı ailesinden birisi olmuş, ha İngiliz hanedanından ne farkı var. Yani bir millet bilinci olmasına gerek var mı? Bir toplum sözleşmesi yok ki ortada. İnsanlara savaşmak için bir sebep vermezsen neden canını tehlikeye atsın? İnsanların bir arada yaşamasını sağlayan şeyler neler? Bir hedef doğrultusunda insanları bir hedefe nasıl odaklayabilirsin?

Bir kaç farklı konu var. Köylünün savaşmak istememesini eleştirebilir miyiz? İnsanı öleceğini bile bile bir işe ikna etmek nasıl mümkün olabilir?

Köylünün cahil olmasının sorumlusu köylü müdür? Köyde yaşamanın şehirde yaşamaktan farkı nedir?

İnsanı kendi haline bıraktığında nasıl bir yol izleyeceğinin önceden bilinmesi mümkün müdür? İnsanın mizacını hesaba katmadan insanlar hakkında hüküm vermek ne kadar doğru?

Yabancıdan korkmak, kendisi gibi olmayanı dışlamak normal mi?

Köylüyü, köylü olduğu için eleştirmek boyu 2 metre olan bir insanı uzun olduğu için eleştirmekten farksız değil bence.

İnsan bilmediği şeyden sorumlu tutulabilir mi? Köylülerin cehaletinin kendi sınırları içinde sorunu yok. Yani onlara cahil dememizin sebebi bizim onlardan farklı şeyler biliyor olmamız. Fakat şehirliler de köylünün bildiklerini bilmiyor. Onlar da şehirliye cahil gözüyle bakıyor. Peki ama neden şehirli olan haklı ve/veya güçlü de köylü haksız ve/veya güçsüz? Nasıl ki tarihi kazananlar yazıyorsa medeniyet dediğimiz şeyi üreten şehir hayatı da köylüyü yargılama hakkını görüyor kendinde. Şehirlinin yaptığına kibir demek sanırım doğru bir tespit olur.

Türk modernleşmesinin arkasında bu kibir var. Köylüyü beğenmeyerek yola çıkınca ulaştığın yer de böyle oluyor. Modernleşmek isteyen ama modernleşemeyen bir üst sınıf ve modernlikten bile haberi olmayan bir köylü toplumu. Türkiyenin tarihinin kısa bir özeti.


Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban Romanı
Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban Romanı

bottom of page