top of page
Okunduğu Gibi

Yaşam Memnuniyeti ve Kültürel Uyum: Edgerton'un Maladaptasyon Kriterleri

Beşinci Yazı (Maladaptasyonun Tanımlanması)

Bir önceki yazı yani  dördüncü yazı, Görecelikten Değerlendirmeye adlı 2. bölümün ilk alt başlığı olan Kültürleri Değerlendirmek kısmını içeriyordu. 27 A4 sayfası uzunluğunda oldu. Bunun anlamı kitaptan daha uzun olduğu. Çok saçma değil mi? Kitapta 20 sayfa tutan bölümü değerlendirmek için yazdığım yazı orjinalinin 1,5 katı tuttu.  Gerçi bu yazının ilk dört sayfası mini sözlük ve iki buçuk sayfası hazırladığım tablo onları çıkarırsak neredeyse kitaptaki kadar tutmuş denilebilir. 

Bir önceki yazının içeriğinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. 1850’lerden itibaren günümüze kadar geçen dönemde antropolojideki evrimcilik, işlevselcilik, görecelik, değerlendirme yaklaşımları hakkında ayrıntılı bir inceleme sunuluyor. Toplumların inançları, gelenekleri, alışkanlıkları, tutumları dış bir bakışla yargılanabilir mi, yargılanmalı mı, normal olmak nedir, sağlıklı yada hasta toplum olmak nedir gibi çok temel sorulara hangi bakış açıları ile bakılabileceğine dair bir bakış atmış. 

Edgerton bu konunun maladaptasyon tarafında. Yani toplumlarda hayatını sürdüren ve insan onuruna aykırı bazı hastalıklı tutumların aslında yanlış, kötü, sağlıksız adaptasyon olduğunu iddia ediyor. Kitap bunun üzerine kurulu. Kitabın derdi bu iddiayı ispatlamak için eldeki verileri değerlendirmek.

Bu yola çıkarken  bir yanda antropolojiyi bilim olarak görmeyenlerle, insanlığın tüm hallerini bilimsel olarak açıklamaya çalışmak gibi çok geniş bir spektrumda konu 100 yılı aşkın süredir tartışılıyor. Ben de bu spektrumun bilimsel tarafındayım. Diğer türlü emek harcamanın anlamsız olduğunu düşünüyorum. Hele ki gerçeklik yoktur, bilgi yoktur, bilim yoktur diye zırvalayan postmodernistlere kafadan karşıyım. Her neyse kitaba geri döneyim. 

Önce bu alt başlık altındaki kavramların ve ifadelerin sözlüğü:

“Maladaptasyonun Tanımlanması” Alt Başlığında geçen önemli İfadeler:

Maladaptasyon (Maladaptation): Bir organizmanın çevresine uyum sağlayamaması veya zararlı bir uyum sergilemesi durumudur. Evrimsel süreçte, bir türün belirli bir ortama uyum sağlamaya çalışırken adaptasyonun başarısız olması ve bu uyumsuzluğun tür için zararlı sonuçlar doğurmasıdır.

Sosyobiyoloji (Sociobiology): Biyolojik prensiplerin sosyal davranışları açıklamak için kullanıldığı bir alan olan sosyobiyoloji, organizmaların davranışlarını evrimsel bağlamda ele alır. E.O. Wilson gibi bilim insanları tarafından popülerleştirilen bu disiplin, insan davranışlarının genetik ve biyolojik temellerini incelemeyi amaçlar.

Evrimsel Psikoloji (Evolutionary Psychology): İnsan zihninin, evrimsel süreçler boyunca uyum sağlamaya yönelik zihinsel yapıların geliştiği bir yaklaşımdır. John Tooby ve Leda Cosmides gibi bilim insanları tarafından geliştirilen bu disiplin, insan davranışlarının ardındaki psikolojik mekanizmaları anlamaya çalışır.

Bilgi işleme mekanizmaları (Information-processing mechanisms): İnsan zihninin, çevresel bilgiyi alıp işleyerek davranışlara yön vermesini sağlayan bilişsel sistemlerdir. Bu kavram, özellikle evrimsel psikolojide önemlidir. Evrimsel psikologlar, insan zihninin belirli problemlere uyum sağlamak amacıyla geliştiğini öne sürerler; bu da, bilgi işleme mekanizmalarının, atalarımızın hayatta kalma ve üreme gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik geliştiği anlamına gelir.

Bu mekanizmalar, çevresel uyaranları (tehlikeler, sosyal sinyaller, besin kaynakları gibi) algılama, analiz etme ve buna göre uygun davranışı seçme süreçlerini içerir. Örneğin, hızlı kararlar almamızı gerektiren bir tehlike anında, beynimiz “savaş ya da kaç” tepkisini hızlıca işleyip davranışa dönüştürecek şekilde evrimleşmiştir.

John Tooby ve Leda Cosmides gibi evrimsel psikologlara göre, bu bilgi işleme mekanizmaları evrimsel adaptasyon sürecinde şekillenmiştir ve insan davranışlarını anlamada kritik bir öneme sahiptir.

Psikolojik Mekanizmalar (Psychological Mechanisms): İnsan davranışlarının altında yatan zihinsel süreçlerdir. Evrimsel psikolojide, bu mekanizmalar bireylerin çevreye uyum sağlamasına yardımcı olan zihinsel yapılar olarak değerlendirilir. Duygu, düşünce ve davranışların nasıl oluştuğunu ve neden böyle işlediğini açıklar.

Sosyolojik İşlevselcilik (Sociological Functionalism): Toplumdaki her kurum ve yapının belirli bir işleve sahip olduğunu ve bu işlevlerin toplumun genel dengesini ve istikrarını sağladığını savunan sosyolojik bir yaklaşımdır. Emile Durkheim ve Talcott Parsons gibi teorisyenler bu yaklaşımı geliştirmiştir.

Toplumsal Dayanışma (Social Solidarity): Toplumun üyeleri arasındaki bağlılık ve birlik duygusudur. Dayanışma, bireylerin toplumsal yapıya uyum sağlamasına yardımcı olur ve toplumun istikrarını artırır. Emile Durkheim'ın çalışmalarında önemli bir kavramdır.

Fonksiyonel Önkoşullar (Functional Prerequisites): Bir toplumun veya toplumsal sistemin hayatta kalması ve işlemesi için yerine getirmesi gereken temel işlevsel gerekliliklerdir. Örneğin, kaynakların üretimi ve dağıtımı, toplumun varlığını sürdürebilmesi için fonksiyonel önkoşullar arasındadır. Kitapta verilen örnekler:  Çevreye uyum, cinsel üreme, rol farklılaşması, iletişim, paylaşılan hedefler, normatif düzenlemeler, sosyalleşme ve huzursuzluk yaratan koşulların kontrol altına alınması.

Sosyal zorunluluklar (social imperatives): Her toplumun sürdürülebilirliği için sahip olması gereken temel öğelerdir. Antropolog Walter Goldschmidt'e göre, toplumun işleyebilmesi ve sosyal uyumun sağlanması için belirli zorunluluklar vardır. Bunlar; gruplar, değerler, statü ve roller, otorite, ve ideolojidir. Toplumun bu unsurlar aracılığıyla üyeleri arasında bağlılık, iş birliği ve düzeni sağlayarak hayatta kalma ve gelişme şansı artar. Bu sosyal zorunluluklar olmadan, toplumda uyum ve istikrar bozulabilir, toplumsal çatışmalar artabilir, ve toplumsal düzen devam ettirilemez.

Grup seçilimi (group selection): Doğal seçilimin yalnızca bireysel organizmaların değil, aynı zamanda grupların da evrimsel olarak avantaj sağlayabilmesi üzerine bir teoridir. Bu teori, bireylerin kendi üreme başarıları yerine grubun genel uyumuna veya hayatta kalmasına katkıda bulunmalarını açıklamaya çalışır. Grup seçilimi, özellikle iş birliği, özveri ve fedakarlık gibi davranışların, bireylerin değil grupların hayatta kalması ve uyum sağlaması için nasıl gelişebileceğini inceler. Bu tür özelliklerin, grubun genel başarı şansını artırarak, bireysel genetik mirasın nesilden nesile aktarılmasını sağlayabileceği düşünülmektedir. Grup seçilimi, özellikle biyolojide ve sosyal bilimlerde, bireysel seçilim ve bencilliğin evrimsel sınırlamaları üzerine yapılan tartışmalarda önem kazanmıştır.

Kapsayıcı Uygunluk (Inclusive fitness): Bir bireyin yalnızca kendi üreme başarısını değil, aynı zamanda genlerini paylaşan diğer akrabalarının üreme başarısını artırma yeteneğini de içerir. Bu kavram, bireylerin yakın akrabaları için özverili davranışlar sergileyerek dolaylı olarak kendi genetik miraslarını da korumalarını açıklar. Evrimsel biyolog William Hamilton tarafından geliştirilen bu teori, özellikle akraba seçilim teorisinin temelini oluşturur ve bir bireyin, kendi üremesi dışında, genlerini taşıyan başkalarının üremesine de destek olmasının, evrimsel avantaj sağlayabileceğini öne sürer. Inclusive fitness, işbirliği ve fedakarlığın doğada nasıl geliştiğini anlamaya yardımcı olur, çünkü bireylerin akrabalarını koruma eğiliminde olması, kendi genlerinin dolaylı olarak gelecekteki nesillere aktarılmasını sağlar.

Farklı üreme başarıları (Differential reproductive success): Evrimsel biyolojide bireylerin çevrelerine ne kadar uyum sağladıklarına bağlı olarak üreme kapasitelerindeki farklılıkları ifade eder. Bir diğer deyişle, doğadaki bazı bireyler, genetik özellikleri sayesinde daha fazla üreme şansına sahip olabilir ve genlerini bir sonraki nesle daha çok aktarabilir. Bu süreç, doğal seçilimin temelini oluşturur; genetik uyum sağlayan bireyler daha avantajlı hale gelerek popülasyonda baskın özellikler kazanır. Sonuç olarak, bu bireylerin özellikleri daha çok yayılırken, daha az başarılı olanların genetik özellikleri giderek azalır veya yok olur. Bu durum, evrimsel adaptasyon ve türlerin çevresel değişikliklere uyum sağlama sürecinin önemli bir parçasıdır.

Yaşam Tatmini (Life Satisfaction): Bireyin hayatının genel durumundan duyduğu memnuniyettir. Yaşam tatmini, genellikle duygusal refah, kişisel başarı ve genel mutluluk düzeyi gibi faktörlere dayanır.

Yaşam memnuniyetinin ölçümü (The measurement of life satisfaction): bireylerin hayatlarından ne kadar memnun olduklarını değerlendiren bir yaklaşımdır. Bu kavram, bireysel refah, mutluluk, psikolojik iyi oluş ve yaşam kalitesi gibi unsurları içerir. Genellikle anket ve ölçeklerle yapılan bu ölçüm, kişilerin genel hayat memnuniyeti, sosyal ilişkiler, iş hayatı, sağlık gibi farklı alanlardaki tatmin düzeylerini belirlemeye yönelik sorular içerir. Sosyoloji ve psikolojide sıkça kullanılan bu değerlendirme, bireylerin yaşam koşulları ve çevresel faktörlerin mutluluğa etkisini anlamada yardımcı olur. Özellikle kültürler arası çalışmalarda, yaşam tatminine dair farklı algılar ve beklentiler incelenerek toplumsal memnuniyet düzeyleri karşılaştırılabilir.

Kültürel Adaptasyon (Cultural Adaptation): Bir topluluğun veya bireyin çevresel değişimlere uyum sağlamak için kültürel norm ve değerlerini değiştirmesini ifade eder. Bu, bir toplumun hayatta kalmak ve başarılı olmak için kültürel pratiklerini dönüştürmesini içerir.

"Scylla ve Charybdis" metaforu: Mitolojik iki tehlike arasında kalma durumunu ifade eder. Yunan mitolojisinde Scylla ve Charybdis, İtalya ve Sicilya arasında, denizcilerin geçmek zorunda olduğu iki ölümcül tehlikedir. Scylla, gemilere saldıran altı başlı bir canavardır; Charybdis ise gemileri yutabilecek büyük bir girdaptır. Bu iki tehlike, denizcilerin birinden kaçarken diğerine yaklaşma riskini temsil eder.

Toplumsal Memnuniyet (Social Satisfaction): Bir bireyin, yaşadığı toplum içinde kişisel ve sosyal ihtiyaçlarının ne derece karşılandığına dair hissettiği memnuniyet düzeyidir. Sosyal uyum, ilişkiler ve toplumsal desteğin yüksek olması genellikle toplumsal memnuniyeti artırır.

Disfori (Dysphoria):  Ruhsal veya duygusal açıdan ciddi bir rahatsızlık, huzursuzluk ve hoşnutsuzluk durumunu ifade eder. Genellikle, bir bireyin kendisi veya çevresiyle ilgili bir uyumsuzluk, anksiyete veya derin bir memnuniyetsizlik yaşaması anlamına gelir. Bu kavram, özellikle psikoloji ve psikiyatri alanlarında kullanılır ve "cinsiyet disforisi" gibi spesifik durumları tanımlamak için de geçerlidir. Cinsiyet disforisi, bir bireyin kendi biyolojik cinsiyetine dair uyumsuzluk hissetmesiyle karakterize olur. Ancak dysphoria daha geniş bir kavramdır; kişinin kendisini ya da yaşam koşullarını anlamlandıramadığı veya öz tatmin bulamadığı durumları içerir.

Kültürel Görelilik (Cultural Relativism): Bir toplumun kültürel norm ve değerlerinin o toplumun kendi bağlamı içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunan yaklaşımdır. Başka bir kültürün normlarını kendi kültürel standartlarımıza göre yargılamak yerine, o kültürün kendi koşulları içinde anlamaya çalışmayı önerir.

Bricoleur: Fransızca kökenli bir terim olup, bir işi yaparken eldeki mevcut kaynakları veya malzemeleri kullanarak yaratıcı çözümler bulan kişi anlamına gelir. Genellikle sınırlı araçlarla, farklı öğeleri bir araya getirip çözüm üretmekle ilişkilendirilir. Terim, Claude Lévi-Strauss tarafından yapısalcı antropoloji teorisinde kullanılmıştır. Lévi-Strauss, bricolage kavramını, toplumların ya da bireylerin kültürel yapıları, inanç sistemlerini ve bilgi dünyalarını mevcut kaynaklarla, eldeki parçalarla inşa etme süreçlerini anlatmak için kullanmıştır. Bir bricoleur, karmaşık problemleri, esnek ve doğaçlama yöntemlerle çözen kişidir.

Maladaptasyonu (Sağlıksız Uyumu) Tanımlamak

Bu bölümün adı Maladaptasyonu (sağlıksız uyumu) Tanımlamak. Adet olduğu üzere bu alt başlığın da ilk paragrafını olduğu gibi alıntılıyarak başlayayım. Alıntılarla ilgili hatırlatma: bu alıntıları elimdeki ingilizce kitaptan yapıyorum. Çeviri konusunda DEEPL adlı yapay zekadan faydalanıyorum. Kitabı türkçe çevirisinden okudum ama maalesef hiç memnun kalmadım. Bu yüzden orjinalinin çevirisini yaparak devam ediyorum. 

Sayfa 39-40:

“One reason why defining maladaptation is so difficult is that there is a multiplicity of levels at which it can be said to occur. It can involve a single gene or a number of genes that in combination may predispose an individual to depression, schizophrenia, or panic. Maladaptation can also be defined in terms of a single individual's ill health or lack of reproductive success, a group of related individuals' refusal to engage in altruistic behaviors, or the absence of well-being among cooperating groups of people engaged in warfare or big-game hunting. The focus can also legitimately fall on categories or corporate groups of people who share common interests and risks because of their age, gender, class, ethnicity, race, occupational· specialty, or some other characteristic, or it can encompass an entire society, a kingdom, an empire, or a confederation. For some purposes, maladaptation may be conceptualized in terms of the well-being or survival of all people on earth.

Maladaptation can also be defined in terms of Darwinian selection, as sociobiologists have done. The early and generic sociobiological approach began by assuming that at some point in the evolutionary past there was genetic variation within our species (or some subgroup of us) concerning some trait such as aggressiveness, bravery, passivity, timidity, or the like. Individuals with genes that favored, say, bravery and aggressiveness would have more offspring than those whose genes made them passive or timid. As Lewontin, Rose, and Kamin, among others, have pointed out, this approach is based on some as yet unsubstantiated assumptions. 116 First, it assumes that complex human behaviors like bravery, cooperation, and empathy are products of genes of high heritability. Until such genes have been demonstrated to exist and to be highly heritable, it may be more reasonable to assume that human behaviors such as those named are produced by a complex of interacting genes, and that it may not be highly heritable. The approach also suffered from arbitrariness in assigning a reproductive advantage to certain behavioral traits. It is not at all difficult to imagine scenarios in which bravery, perseverance, empathy, or virtually any other behavioral trait might have yielded a reproductive advantage under certain conditions, but these scenarios are usually so unverifiable that critics have referred to the imaginative process of creating them as a version of "let's pretend" or a Kiplingesque Just So Story. 117”

“Maladaptasyonun tanımlanmasının bu kadar zor olmasının bir nedeni, onun gerçekleşebileceği birden fazla düzeyin bulunmasıdır. Bu, bir bireyi depresyona, şizofreniye veya panik bozukluğuna yatkın hale getirebilecek tek bir genin veya bir dizi genin kombinasyonunu içerebilir. Maladaptasyon ayrıca, tek bir bireyin kötü sağlık durumu veya üreme başarısızlığı, akraba bireylerin özverili davranışlar sergilememesi ya da savaş veya büyük avcılıkla uğraşan işbirliği içindeki gruplar arasında iyi olma halinin yokluğu açısından tanımlanabilir. Odak, belirli bir yaş, cinsiyet, sınıf, etnik köken, ırk, mesleki uzmanlık veya başka bir özellik nedeniyle ortak ilgi ve riskleri paylaşan kategori veya kurumsal insan grupları üzerinde de, ya da tamamen bir toplumu, krallığı, imparatorluğu veya bir konfederasyonu kapsayacak şekilde de yer alabilir. Bazı amaçlar için, maladaptasyon, dünyadaki tüm insanların iyi olma hali veya hayatta kalma durumu açısından kavramsallaştırılabilir.

Maladaptasyon, sosyobiyologların yaptığı gibi, Darwinci seçilim açısından da tanımlanabilir. Erken ve genel sosyobiyolojik yaklaşım, evrimin bir noktasında türümüz (veya bizlerin bir alt grubu) içinde bazı özellikler, örneğin saldırganlık, cesaret, pasiflik, çekingenlik gibi konularda genetik varyasyon bulunduğunu varsayarak başlamıştır. Cesaret ve saldırganlığı destekleyen genlere sahip bireylerin, pasif veya çekingen olanlara göre daha fazla yavru sahibi olacağı düşünülmektedir. Lewontin, Rose ve Kamin gibi bazıları, bu yaklaşımın henüz kanıtlanmamış bazı varsayımlara dayandığını belirtmişlerdir.”

İlk paragrafta maladaptasyon kavramının ele alınabileceği farklı seviyeler veya bağlamlar ele alınmış. Bunları şu şekilde liste haline getirebiliriz:

  • Genetik Seviyede: 

  • Bireysel Seviyede: 

  • Yakın Akraba Gruplarında: 

  • Kooperatif Gruplarda: 

  • Sosyal ve Demografik Kategorilerde: 

  • Toplumsal veya Kültürel Düzeyde: 

  • Tüm İnsanlık Düzeyinde: 

Gen gibi mikro seviyeden başlayıp tüm insanlığa yayılacak kadar geniş bir spektruma kadar yayılacak şekilde sağlıksız uyum kavramı ele alınabilir demiş.

İkinci paragraftan itibaren Edgerton konuyu sosyobiyoloji açısından değerlendirmeye başlıyor. Maladaptasyonun Darwinci Seçim ve Evrimsel Bağlamda ele alınabileceğinden bahsediyor. Sosyobiyologların perspektifinden, evrimsel süreçte bazı davranışların genetik avantaja sahip olduğundan bahsediyorlar ama bu tür davranışların yüksek kalıtsal bir özellik taşıdığı varsayımı tartışmaya açık olduğunu ve bunun doğru olmayabileceğini aktarmış. 

Sosyobiyolojinin spekülatif kalması bir başka evrimsel psikolojinin doğmasına yol açmış. Donald Symons’dan bir alıntı ile bu durumu özetliyor:

“sosyobiyolojinin ya da yaklaşımı adlandırmayı tercih ettiği şekliyle “Darwinci sosyal bilimin” “adaptasyonu aydınlatmanın verimsiz ve belirsiz bir yolu” olduğu sonucuna varmıştır.”

Sosyobiyologlar sosyal olgular ile genler arasındaki ilişkiye odaklanıyorlar ama yanlış yapıyorlar. Sosyobiyolojinin yüzeysel kalıyor, davranışın biyolojik kökenlerine dair yeterince derin bilgi sunamıyor. Yine Symons’ın tespiti ile devam edelim:

“Bunun yerine Lumsden, Symons ve diğerleriyle birlikte, dikkatin kültürü hem oluşturan hem de değiştiren insan psikolojik mekanizmalarına çevrilmesi gerektiğine inanmaktadır.” 

Yavaş yavaş sosyal bilimlerin gerçekten bir bilim olması için üstünde durması gerektiğini düşündüğüm noktaya geliyoruz. Bence, eğer sosyal bilimler sırtını evrimsel psikolojiye dayayabilirse o zaman ortaya gerçekten bilimsel bilgi çıkabilir.

Bu noktada benim odak noktamın bu konulara kaymasına yol açan  bilim insanlarına atıfta bulunmuş Edgerton. O yüzden bu kısmı olduğu gibi aktarmasam olmazdı:

Sayfa 41: 

“According to John Tooby and Leda Cosmides, the goal of this new discipline is identifying the adaptive problems that organisms must be able to solve and discovering the information-processing mechanisms that have evolved to solve them. 124” 

John Tooby ve Leda Cosmides'e göre bu yeni disiplinin amacı, organizmaların çözmesi gereken adaptif problemleri tanımlamak ve bunları çözmek için evrimleşen bilgi işleme mekanizmalarını keşfetmektir.124

John Tooby ve Leda Cosmides ile Adapted Mind kitabı ile tanıştım. Daha sonra özellikle Leda Cosmides’in yazdığı her şeyi okudum. Sosyal Bilimlerin doğa bilimleri gibi bilimsel bilgi üretebilmesi için ayağını sağlam bir zemine basması şart. Diğer türlü konu spekülasyona dönüyor yada sanat diyorlar yada daha da ileri gidip bilgi yoktur, bilim uydurmadır, gerçeklik görecelidir diyorlar. Bunun sebebi ayağını sağlam bir şekilde yere basacağı bir arka plan yok. İşte bu arka planı evrimsel psikolojinin oluşturabileceğini düşünüyorum.

Cosmides’li kısımdan sonra Edgerton Darwinci üreme başarısı yaklaşımına getirdiği eleştirileri görüyoruz.

“When it comes to the study of contemporary human societies rather than the long span of human evolution, a Darwinian emphasis on reproductive success has its limitations. It cannot be denied that certain individuals, such as big men, chiefs, clan leaders, or great warriors -that is, the powerful and wealthy- may out-reproduce others, and it is possible that their offspring may therefore more often share a certain gene or set of interacting genes than the offspring of other people.”

“İnsan evriminin uzun dönemi yerine çağdaş insan toplumlarının incelenmesi söz konusu olduğunda, üreme başarısı üzerine Darwinci bir vurgunun sınırlılıkları vardır. Büyük adamlar, şefler, klan liderleri ya da büyük savaşçılar -yani güçlü ve varlıklı olanlar- gibi bazı bireylerin diğerlerinden daha fazla üreyebileceği inkar edilemez ve bu nedenle onların yavrularının belirli bir geni ya da etkileşimli genler kümesini diğer insanların yavrularından daha sık paylaşması mümkündür.” 

Klasik Darwinci üreme başarısının insan davranışını her zaman doğrudan açıklamakta yetersiz olabileceğini söylüyor. Bu bakış açısı, insanların hayatta kalma ve üreme içgüdülerinin ötesinde sosyal, ekonomik ve kültürel faktörlerin de kararlarını yönlendirdiğini vurgulamaktadır. Modern toplumlarda zengin ve eğitimliler daha az çocuk yapmayı tercih ederken fakir toplumlarda tam tersi olabilir.

Sosyobiyoloji ve evrimsel psikoloji ile ilgili tespitlerden sonra  işlevselci bakış açısına geçiyoruz. Sosyobiyoloji daha çok biyolojik bir perspektife sahipti, evrimsel psikoloji de psikoloji ile biyolojiyi birleştirmeye çalışıyordu. Şimdi göreceğim grup daha çok konuyaa sosyolojik açıdan yaklaşıyor ve toplumların sağlıklı olup olmadığı hakkındaki görüşlerini görüyoruz.

Edgerton, sosyal bilimcilerin bireyleri incelemektense toplumsal sistemlerin "iyilik haline" odaklanma eğiliminde olduğu anlatılıyor. Tarihsel olarak Saint-Simon, Comte, Durkheim gibi düşünürlerden Talcott Parsons ve çağdaş neofonksiyonalistlere kadar, toplumsal düzeni ve "sosyal dayanışmayı" sürdürmek için hangi şartların gerekli olduğu sorulmuşlar. Fonksiyonelci yaklaşım, bir toplumu bir arada tutan yapıları ve işleyişleri incelemeyi amaçlarken, çatışma teorisyenleri ise toplumsal çöküşe yol açan koşulları araştırır. 

Sosyolog David F. Aberle ve diğer bazı araştırmacılar, toplumun varlığını sona erdirecek dört temel durumu sıralamışlar: (1) biyolojik yok oluş veya fiziksel dağılma, (2) üyelerin motivasyon kaybı, (3) kaotik çatışmalar, ve (4) başka bir topluma absorbe edilme. Bu durumları önlemek için toplumların bazı işlevsel önkoşulları yerine getirmesi gerektiğini savunmuşlardır. Bunlar çevreye uyum, cinsel üreme, rol farklılaşması, iletişim, paylaşılan hedefler, normatif düzenlemeler, sosyalleşme ve huzursuzluk yaratan koşulların kontrol altına alınmasını içerir.

Walter Goldschmidt ise her toplumun organizasyonu için gerekli olan "sosyal zorunlulukları" tanımlamış: gruplar, değerler, statü ve roller, otorite ve ideoloji. 1986'da Hallpike ise liderlik, sosyal organizasyon, işbölümü, kaynak yönetimi, işbirliği, anlaşmazlık çözümü ve diğer toplumlarla ilişkiler gibi sorun yaşanabilecek yedi alan belirlemiş. Bu alanlardaki ciddi bir problem, toplumun "maladaptasyonu" olarak değerlendirilir, yani toplumsal uyumsuzluk olarak nitelendirilir.

Bir başka bilim insanı da Campbell o konuya grup seçilimi açısından bakmış. Grup seçiliminin grup düzeyinde sağlıksız uyumları anlamada faydalı olabileceği anlatılıyor. Donald T. Campbell’a göre, toplumların sosyal evrimi, bireysel bencilliğe ve aile çıkarlarını merkeze alan yaklaşımlara karşı, “özverili fedakarlık” ile denge sağlamıştır. Bu bakış açısına göre, bir toplum, bireylerinden en azından bazılarını grup yararına kendi çıkarlarından vazgeçmeye ikna edemezse, uyumsuz hale gelebilir. Örneğin, kaynakların paylaşımı, vatanseverlik gerektiren askeri görevler veya topluma katkıda bulunan zor sosyal roller üstlenmek, grubun varlığını sürdürebilmesi için bireysel fedakarlıklar gerektirir.

Sayfa 43:

“Turning from the group once again to individuals, it is also possible to define maladaptation as the failure of a society to meet its members' creature needs, as Malinowski did in his now-famous attempt to attribute elements of culture to physiological needs as basic as metabolism, reproduction, and health. 136 Such an approach is still viable, of course, since any population whose needs for food, water, shelter, and the like are not met will not survive, whatever other virtues its culture may possess; but it is also simplistic.”

“Gruptan bir kez daha bireylere dönecek olursak, Malinowski'nin kültür unsurlarını metabolizma, üreme ve sağlık gibi temel fizyolojik ihtiyaçlarla ilişkilendirdiği meşhur girişiminde yaptığı gibi, sağlıksız uyumu bir toplumun üyelerinin yaratılıştan gelen ihtiyaçlarını karşılamadaki başarısızlığı olarak tanımlamak da mümkündür.136 Böyle bir yaklaşım elbette hala uygulanabilir, çünkü yiyecek, su, barınak ve benzeri ihtiyaçları karşılanmayan herhangi bir nüfus, kültürünün sahip olabileceği diğer erdemler ne olursa olsun hayatta kalamayacaktır; ancak aynı zamanda basittir.” 

Edgerton daha sonra yaşam memnuniyeti  ve kültürel adaptasyon konusuna geçmiş. Bu bakış benim ilgimi çekti. Uzun bir alıntı yapmak istiyorum. 

Sayfa 44:

The concept of inclusive fitness, or the differential reproductive success of individuals, may have value for understanding certain kinds of biologically constrained behaviors, 139 but as was mentioned earlier, it has more limited value for scholars interested in the maladaptation of human societies who may prefer to assess the relative satisfaction that people have with their lives. 140 People's dissatisfaction with their life circumstances or with specific aspects of their social institutions or culture may take such forms as apathy, alienation, dysphoria, vocal protest and open rebellion. The measurement of life satisfaction has a long history in the West, and discussion of the concept in anthropology goes back at least to Edward Sapir, who in the 1920s wrote that some societies had "genuine" cultures that were "inherently harmonious, balanced, self-satisfactory. "141 But it is only in the last decade or so that systematic attempts to study the satisfaction of nonWestern peoples have appeared. 142

These two criteria-population growth and personal satisfaction - are the Scylla and Charybdis of cultural adaptation. Biological evolution takes place as a result of differential reproductive success– that is a given-but unrestrained population growth can be ruinous if the carrying capacity of the environment is exceeded.”

Kapsayıcı uygunluk kavramı ya da bireylerin farklı üreme başarıları, biyolojik olarak kısıtlanmış belirli davranış türlerini anlamak için değerli olabilir,139 ancak daha önce de belirtildiği gibi, insanların yaşamlarından duydukları göreceli memnuniyeti değerlendirmeyi tercih edebilecek insan toplumlarının maladaptasyonuyla ilgilenen akademisyenler için daha sınırlı bir değere sahiptir.140 İnsanların yaşam koşullarından ya da sosyal kurumlarının veya kültürlerinin belirli yönlerinden duydukları memnuniyetsizlik ilgisizlik, yabancılaşma, disfori(huzursuzluk), sesli protesto ve açık isyan gibi biçimler alabilir. Yaşam memnuniyetinin ölçümü Batı'da uzun bir geçmişe sahiptir ve antropolojide bu kavramın tartışılması en azından 1920'lerde bazı toplumların “doğası gereği uyumlu, dengeli, kendinden memnun” olan “hakiki” kültürlere sahip olduğunu yazan Edward Sapir'e kadar uzanmaktadır.141 Ancak Batılı olmayan halkların memnuniyetini inceleyen sistematik girişimler ancak son on yıl içinde ortaya çıkmıştır.142 

Bu iki kriter -nüfus artışı ve kişisel tatmin- kültürel adaptasyonun Scylla ve Charybdis'idir. Biyolojik evrim, farklı üreme başarısının bir sonucu olarak gerçekleşir - bu bir veridir - ancak çevrenin taşıma kapasitesi aşılırsa, sınırsız nüfus artışı yıkıcı olabilir.”

İleride de göreceğiz. Edgerton yaşam memnuniyeti ve içinde olduğun kültürden memnun olmak konusuna özel ilgi gösteriyor. Onun maladaptasyon tanımının önemli bir parçası. Açıkcası ben de önemsiyorum çünkü içine doğduğum kültürden memnun değilim. Dolayısı ile yukarıda bahsedilen yabancılaşma, memnuniyetsizlik gibi duyguları ben de iliklerime kadar hissediyorum. İçine doğduğum bu kültürün hastalıklı olduğunu düşünüyorum. 

Bir toplum ne kadar kalabalıksa sorun çıkma olasılığı da o kadar fazla oluyor. Daha homojen toplumlarda bu sağlıksız durum daha az hissedilebilir ama bizim gibi 72 milletten 72 farklı kültür ile yaşayan bir toplumda homojenlik çok uzak bir liman. Şimdilik hiç bir kaptan bizi o limana çıkaramaz. Sallanan ve mide bulandıran gemide seyahate devam etmek zorundayız. Belki 5-6 nesil sonra bir dengeye kavuşabilir ama benim kısıtlı hayatımda bu homojenliği göremeyeceğim kesin.

Kitaba dönersek, nüfus artış hızının adaptifliği göstermediğini söylüyor Edgerton. Gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkelerin nüfus artış hızına bakarak bu tespitin yanlış olduğunu söylüyor. Ve sonra soruyor:

“Eğer nüfus artışı adaptif başarının evrensel olarak geçerli bir ölçütü değilse, o zaman alternatif nedir?” 

Sayfa 45:

“If population growth is not a universally valid criterion of adaptive success, then what is the alternative? The most obvious answer would be people's own subjective assessment of their happiness or wellbeing. Nothing could be more plain than the fact that people try to enhance their own well-being, yet as a criterion of adaptiveness, this once again opens the door to cultural relativism. If we use only this measure of societal success, we may be left with nothing more illuminating to say than that whatever people find satisfying-headhunting, feuding, enslaving others, or torturing them-must be adaptive so long as that society has been able to survive. However, dissatisfaction with one's culture can certainly be maladaptive, because if enough people are seriously disaffected, their society can be endangered.

As we have seen, and as any good bricoleur would attest, there are many potential criteria of maladaptation, each with a claim to legitimacy for certain purposes. I have chosen to rely on the most self evident of these. I shall first define it as the failure of a population or its culture to survive because of the inadequacy or harmfulness of one or more of its beliefs or institutions. Second, maladaptation will be said to exist when enough members of a population are sufficiently dissatisfied with one or more of their social institutions or cultural beliefs that the viability of their society is threatened. Finally, it will be considered to be maladaptive when a population maintains beLiefs or practices that so seriously impair the physical or mental health of its members that they cannot adequately meet their own needs or maintain their social and cultural system. Defined in these three ways, I will contend that maladaptation is common among the world's societies, and what is more, it is inevitable.”

 “Eğer nüfus artışı adaptif başarının evrensel olarak geçerli bir kriteri değilse, o zaman alternatif nedir? En bariz cevap, insanların mutluluk veya refahlarına ilişkin kendi öznel değerlendirmeleri olacaktır. İnsanların kendi refahlarını arttırmaya çalıştıkları gerçeğinden daha açık bir şey olamaz, ancak bir uyum kriteri olarak bu bir kez daha kültürel göreceliliğe kapı açmaktadır. Toplumsal başarının yalnızca bu ölçütünü kullanırsak, insanların tatmin edici bulduğu her şeyin -kafa avcılığı, kan davası, başkalarını köleleştirme ya da onlara işkence etme- o toplum hayatta kalabildiği sürece uyum sağlayıcı olması gerektiğinden daha aydınlatıcı bir şey söyleyemeyiz. Bununla birlikte, kişinin kültüründen memnun olmaması kesinlikle maladaptif (sağlıksız uyumlu) olabilir, çünkü yeterince insan ciddi şekilde hoşnutsuz olursa, toplumları tehlikeye girebilir.

Gördüğümüz gibi ve iyi bir bricoleur'ün de onaylayacağı gibi, her biri belirli amaçlar için meşruiyet iddiasında bulunan birçok potansiyel maladaptasyon kriteri vardır. Ben bunlardan en belirgin olanına güvenmeyi seçtim. İlk olarak bunu, bir ya da daha fazla inanç ya da kurumun yetersizliği ya da zararlılığı nedeniyle bir nüfusun ya da kültürünün hayatta kalamaması olarak tanımlayacağım. İkinci olarak, bir nüfusun yeterli sayıda üyesi, toplumlarının yaşayabilirliğini tehdit edecek kadar sosyal kurumlarından veya kültürel inançlarından yeterince memnun olmadığında maladaptasyonun var olduğu söylenecektir. Son olarak, bir nüfus, kendi ihtiyaçlarını yeterince karşılayamayacak veya sosyal ve kültürel sistemlerini sürdüremeyecek kadar üyelerinin fiziksel veya zihinsel sağlığını ciddi şekilde bozan inançları veya uygulamaları sürdürdüğünde maladaptif olduğu kabul edilecektir. Bu üç şekilde tanımlandığında, maladaptasyonun dünya toplumları arasında yaygın olduğunu ve dahası kaçınılmaz olduğunu iddia edeceğim.”

Edgerton ikinci bölümün sonunda maladaptasyonu 3 ayrı kriter tanımlayarak açıklamış oluyor. Asıl önemlisi maladaptasyonun kaçınılmaz olduğunu iddia ediyor. Kısaca bu 3 kriterden ne anladığımı yazarak  bu yazıyı bitirmek istiyorum.

İlk kriter, bir popülasyonun veya kültürün, belirli inançlar veya kurumların yetersizliği veya zararlılığı nedeniyle hayatta kalamaması durumu. İnsanın aklına nasıl oluyor da inançlar ve kurumlar yetersiz ve zararlı olabilir diye geliyor. Edgerton kitap boyunca bu tür inanç ve kurumlara dair onlarca örnek verecek. Spoiler olmasın ama yamyamlıktani kadın sünnetine, toplu tecavüzden, batıl inançlara kadar onlarca tür maladaptif kurum ve inançla karşılacağız.  

İkinci kriter, toplumun büyük bir kısmının sosyal kurumları veya kültürel inançlarıyla ilgili ciddi bir memnuniyetsizlik yaşaması ve bu memnuniyetsizliğin toplumun istikrarını tehdit etmesi. Bu çok da tartışılacak bir kriter değil. Edgerton aşikar olanı ifade etmiş.  Eğer bir toplumun büyük bir bölümü mevcut düzen veya sistemden hoşnutsuzluk duyarsa, bu hoşnutsuzluk zamanla yaygınlaşır ve  sosyal çatışma ve isyanlar çıkabilir.

Üçüncü kriter, toplumun inanç veya uygulamalarının üyelerin fiziksel veya ruhsal sağlığını ciddi şekilde tehdit etmesi durumudur. İlk kritere benziyor. Orada inanç ve kurumların yetersiz veya zararlı olması vardı, burada inanç ve uygulamaların fiziksel ve ruhsal sağlığı tehdit etmesi var. İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılaması elzem. 

Üç kriterin de ortak noktası şu ki, içine doğduğumuz kültürün inançları, kurumları, uygulamaları bizlere zarar verebilir ve yetersiz olabilir. Tarih boyunca bu durum olmuştur ve hale de olmaya devam etmektedir. Zaten Edgerton da bunu söylüyor. Bunun kaçınılmaz olduğunu iddia ediyor. Bizler sağlıksız, yanlış, kötü, zararlı kültürel inançlar, kurumlar, uygulamalara rağmen hayatta kalabilen bir türüz. Peki, insanın neden böyle bir kafa yapısı var? Neden maladaptif bir kültür yaratmaya bu kadar meyilliyiz? Sanırım bu konu üzerine kafa yormamız gerekiyor. İçine doğduğumuz kültürlerin kaçınılmaz olduğunu düşünme eğilimindeyiz. Sanki içine doğduğumuz kültür alternatifsizmiş gibi yaşıyoruz. Evrimsel olarak hayatta kalanlar içine doğduğu kültüre uyum sağlayıp o şekilde devam edenler olmuş olmalı ki bizler de bu uyuma yatkın özelliklere sahip olarak doğuyoruz ve bu şekilde kültürü sorgulamadan yaşamayı sorun etmiyoruz. İçine doğduğu kültürü değiştirmeye çalışanlar hayatta kalmış olsaydı bizlerin temel özelliği içine doğduğumuz kültürü her defasında kabul etmemek olurdu. Bu nedenle aslında zararlı gibi gözüken şey belki de hayata tutunmamızı sağlayan şey haline gelmiş olabilir.

Bu şekilde ikinci bölüm de bitmiş oldu. Bir önceki yazıdan çok daha kısa oldu bu yazı. Edgerton’un kültürel göreceliğe karşı olduğunu biliyoruz artık. Ve maladaptasyonu tanımlarken de kültürel göreceliğe düşmeden bunu yapmaya özen gösterdi. Sosyobiyoloji, evrimsel psikoloji ve işlevselciliğin bakış açılarını inceledi ve kendisi 3 krirerle maladaptasyonu tanımladı. 

Bir sonraki bölümün adı “Maladaptasyon”. 6 adet alt başlığı var. Uzunluk olarak ikinci bölüm kadar. Ama sanırım iki yazı yerine 6 yazı şeklinde bu bölümü yazarım. Çok uzun olunca çok da yorucu oluyor.


Yıkılan binalar, savaş sahneleri, kalabalık ve kaotik ortamlar veya çöken bir toplum düzenini temsil eden; kırık bir zincir, çarpık bir ayna, uyumsuz puzzle parçaları veya dengesiz bir terazil; üzgün veya yalnız insanlar, izole figürler, boş ve anlamsız bakışlar veya sosyal uyumsuzluğu temsil eden; farklı kültürlerden insanlar, arkeolojik kazılar, antropolojik eserler veya saha çalışması yapan antropologlar; beyin görselleri, genetik şemalar, evrim ağacı veya primat davranışlarını gösteren
Maladaptasyon - Sağlıksız Uyum

Bu resim, Robert Edgerton'un 'Hasta Toplumlar' kitabından bir bölümün incelenmesini temsil etmelidir. Resim, 'maladaptasyon' kavramını, yani bir toplumun veya kültürün hayatta kalmasını tehdit eden uyumsuzlukları görsel olarak ifade etmelidir. Resimde, kültürel çöküşü veya toplumsal çöküşü temsil eden unsurlar kullanılmalıdır. Örneğin, yıkılan binalar, karmaşık ve kaotik bir ortam veya çöken bir toplum düzeni gibi. Ayrıca, yaşam memnuniyetsizliğini veya yabancılaşmayı temsil eden unsurlar da eklenmelidir. Örneğin, üzgün veya yalnız insanlar, izole figürler, boş ve anlamsız bakışlar veya sosyal uyumsuzluğu temsil eden görseller gibi. Renk paleti, metnin ciddi ve eleştirel tonunu yansıtmak için koyu ve soğuk renkler olmalıdır.
Hasta Toplumlar - maladaptasyon

Comments


bottom of page