top of page
Okunduğu Gibi

Toplumların Kaderi: Maladaptasyonun İzinde

Yirmibeşinci Yazı

Bölüm 8

Adaptasyon Yeniden Düşünüldü

Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Sick Societies kitabının inceleme yazılarını yazmaya 26 Ekimde başlamışım. Bu yazıyı 30 Aralıkta yazıyorum. Fer halde bir iki gün içinde sitede yayınlanmış olur. Bu 25. yazı oluyor. Çok yorucu ama bir o kadar da keyifli bir serüven oldu. Çok şey öğrendim. Bana çok şey kattı. Bazı konuları ilk kez gördüm ve bazı konularda kafamda var olan fikirler daha da net olarak şekillendi. Okuma listeme 3-4 yeni kitap eklendi. Marvin Harris’i keşfettim. Kültürel görecelikle ilgili kafamda var olan fikir netleşti. Babalığın keşfi konusunda artık daha bir zihnim açık. Maladaptasyon, toplumların sağlıksızlığı, sosyokültürel tutsaklık konularını gördüm. Aslında insan olarak nasıl ortak bir kaderi paylaştığımızı anladım. Kısacası bu kitap bana çok şey kattı. 

Bu son yazı olmayacak. Büyük ihtimalle bu bölümü de iki yazı halinde ele alırım. Belki bir de son olarak kitabı ele aldığım toplu bir değerlendirme yazısı kaleme alırım. 

Edgerton, bu bölümde toplumlarda adaptasyon ve maladaptasyon konusunu ele alıyor. İnsanların çevresel, biyolojik ve sosyal faktörlere göre çeşitli adaptasyonlar geliştirdiğini, ancak bazen bu adaptasyonların olumsuz etkiler yaratabileceğini vurguluyor. Maladaptif inançlar ve uygulamalar, toplumsal yapıları tehdit edebilir ve bireylerin refahını bozabilir diyor. Bununla birlikte, insanların çevrelerine etkili uyum sağladıkları da gözlemlenmiştir diye de aktarıyor. . Bazı toplumlar, bilinçli yada bilinçsiz olarak, çevresel değişimlere uyum sağlamaya çalışırken, bazıları geleneksel uygulamalarını sürdürülebilirlik açısından etkili bir şekilde adapte edemeyebileceğini göreceğiz. 

Adet olduğu üzere bir mini sözlük hazırlayayım ve kitaba geçelim.

Adaptasyon Yeniden Düşünüldü bölümünde geçen önemli İfadeler 1:

Maladaptif İnançlar: Bir toplumun hayatta kalmasına, refahına veya uyumuna zarar veren inanç sistemleridir. Bu tür inançlar, gerçeklikten uzak, yanlış veya zararlı varsayımlara dayanabilir ve bireylerin davranışlarını olumsuz yönde etkileyebilir. Maladaptif inançlar, sağlık sorunlarına, sosyal çatışmalara, ekonomik gerilemeye ve hatta toplumun yok olmasına yol açabilir. Örneğin, bazı toplumlarda büyüye, tabularda ve batıl inançlara aşırı bağlılık, bireylerin rasyonel kararlar almasını engelleyebilir ve toplumsal sorunların çözümünü zorlaştırabilir. Kitapta, bu tür inançların kültürel değişime direnci artırdığını ve adaptasyonu zorlaştırdığını belirtmektedir.

Maladaptif Uygulamalar: Bir toplumun sağlığını, refahını veya hayatta kalmasını olumsuz etkileyen geleneksel davranışları ve pratikleridir. Bu uygulamalar, beslenme alışkanlıklarından, sağlık uygulamalarına, sosyal normlardan, ekonomik faaliyetlere kadar çeşitli alanlarda görülebilir. Maladaptif uygulamalar, bireylerin fiziksel ve zihinsel sağlığını tehlikeye atabilir, toplumsal eşitsizliği artırabilir ve kaynakların verimsiz kullanımına yol açabilir. Örneğin, bazı toplumlarda çocukların beslenmesine yönelik yanlış uygulamalar, kadınların tehlikeli işlerde çalıştırılması veya zararlı ritüellerin uygulanması, toplumun genel sağlığını olumsuz etkilemektedir.

Kültürel Yok Oluş (Cultural Extinction): Bir toplumun kültürel kimliğinin, dilinin, geleneklerinin, inançlarının ve uygulamalarının kaybolması veya ortadan kalkmasıdır. Bu durum, kolonileşme, soykırım, asimilasyon, çevresel değişimler, salgın hastalıklar veya iç çatışmalar gibi çeşitli nedenlerle meydana gelebilir. Kültürel yok oluş, toplumun sosyal yapısını zayıflatabilir, bireylerin aidiyet duygusunu zedeleyebilir ve toplumsal hafızanın kaybına neden olabilir. Kitapta, bazı toplumlarda maladaptif uygulamaların, toplumun bu tür sonuçlarla karşı karşıya kalmasına yol açabileceğini belirtmektedir.

Toplumsal Gerileme: Bir toplumun sosyal, ekonomik, politik veya kültürel açıdan zayıflaması veya bozulması durumunu ifade eder. Toplumsal gerileme, ekonomik eşitsizlik, siyasi istikrarsızlık, sosyal çatışmalar, demografik düşüş, ahlaki çöküş ve kültürel yozlaşma gibi çeşitli faktörlerle ortaya çıkabilir. Toplumsal gerileme, toplumun işleyişini bozabilir, bireylerin yaşam kalitesini düşürebilir ve hatta toplumun dağılmasına veya yok olmasına yol açabilir. Kitapta, maladaptif inanç ve uygulamaların, bu tür gerilemelere neden olabileceği belirtilmiştir.

İnsanların Çevreye Adaptasyonu: İnsanların, yaşadıkları çevrenin koşullarına uyum sağlama yeteneğidir. Bu adaptasyon süreci, genetik, fizyolojik, davranışsal ve kültürel değişiklikleri içerebilir. İnsanlar, teknoloji geliştirerek, sosyal organizasyonlar kurarak ve kültürel uygulamalar benimseyerek çevrelerine adapte olurlar. Ancak adaptasyon süreci her zaman başarılı veya optimal olmayabilir. Kitapda, bazı durumlarda insanların adaptasyon çabalarının maladaptif sonuçlar doğurabileceği veya bazı uygulamaların uzun vadede topluma zarar verebileceği belirtilmiştir.

Davranışsal Adaptasyon: Bireylerin veya grupların, çevrelerindeki koşullara uyum sağlamak için değiştirdikleri davranış biçimleridir. Davranışsal adaptasyon, öğrenme, taklit etme, problem çözme ve yeni durumlara uyum sağlama gibi süreçleri içerir. Bu tür adaptasyonlar, beslenme alışkanlıklarından sosyal ilişkilere, tehlikeden kaçınma yöntemlerinden işbirliği biçimlerine kadar geniş bir yelpazede görülebilir. Davranışsal adaptasyonlar, çevresel değişikliklere hızlı tepki verme imkanı sunar, ancak her zaman optimal veya uzun vadeli faydalar sağlamayabilir.

Kültürel Adaptasyon: Toplumların, çevrelerine uyum sağlamak için geliştirdikleri inançlar, değerler, gelenekler, teknolojiler ve sosyal organizasyonlardır. Kültürel adaptasyon, bilgi aktarımı, öğrenme, paylaşım ve sosyal etkileşim yoluyla nesilden nesile aktarılır. Kültürel adaptasyonlar, insanların çevreleriyle olan etkileşimlerini kolaylaştırır, sosyal uyumu sağlar ve kaynakların etkin kullanımına yardımcı olur. Ancak bazı kültürel uygulamalar maladaptif olabilir ve toplumun refahını veya hayatta kalmasını olumsuz etkileyebilir.

Genetik Adaptasyonlar: Bireylerin, doğal seçilim yoluyla, çevrelerine daha iyi uyum sağlamalarını sağlayan genetik özellikleridir. Genetik adaptasyonlar, uzun zaman dilimleri içinde meydana gelir ve popülasyonun gen havuzunda kalıcı değişikliklere yol açar. Bu tür adaptasyonlar, fiziksel özellikleri, fizyolojik süreçleri ve bazı davranışsal eğilimleri etkileyebilir. Genetik adaptasyonlar, çevreye uyum sağlamada önemli bir rol oynar, ancak bazı genetik özellikler modern koşullarda maladaptif olabilir.

Fizyolojik Adaptasyonlar: Bireylerin, çevrelerindeki koşullara uyum sağlamak için vücut fonksiyonlarında meydana gelen değişikliklerdir. Fizyolojik adaptasyonlar, kısa veya uzun vadeli olabilir ve vücudun farklı sistemlerini etkileyebilir. Örneğin, yüksek rakımlarda yaşayan insanların daha fazla kırmızı kan hücresine sahip olması veya soğuk iklimlerde yaşayan insanların metabolizmalarının daha hızlı olması fizyolojik adaptasyonlara örnek verilebilir. Fizyolojik adaptasyonlar, organizmanın hayatta kalma ve üreme yeteneğini artırır.

Bilinçsiz ve Bilinçli Adaptasyon: Adaptasyon süreçleri bilinçli kararlar ve eylemler sonucu ortaya çıkabileceği gibi, bilinçsiz süreçler sonucunda da meydana gelebilir. Bilinçli adaptasyon, bireylerin çevrelerindeki sorunları fark ederek çözüm üretme çabası olarak tanımlanabilir. Örneğin, teknoloji geliştirmek veya yeni bir beslenme stratejisi benimsemek bilinçli adaptasyonlardır. Bilinçsiz adaptasyon, ise bireylerin farkında olmadan veya içgüdüsel olarak çevreye uyum sağlamalarıdır. Örneğin, bir toplumun ritüel döngüleri aracılığıyla kaynaklarını yönetmesi veya bazı davranış kalıplarını benimsemesi bilinçsiz adaptasyonlara örnek verilebilir. Kitap, adaptasyonların her zaman rasyonel veya optimal olmayabileceğini ve bilinçsiz adaptasyonların da etkili olabileceğini belirtmektedir.

Ritüel Döngüsü (ritual cycle): Bir toplumda, belirli zamanlarda veya olaylarda tekrar eden, sembolik anlamlar taşıyan ve toplumsal düzeni pekiştiren eylemler bütünüdür. Ritüel döngüleri, doğum, ölüm, evlilik, hasat, mevsim geçişleri gibi yaşam döngülerine veya önemli olaylara eşlik edebilir. Bu döngüler, toplumsal değerlerin, inançların ve geleneklerin ifade edilmesini sağlar, topluluk bağlarını güçlendirir ve sosyal uyumu teşvik eder. Ritüel döngüleri, bazen bilinçsizce de olsa, toplulukların kaynaklarını yönetmesine, çevresel dengelerini korumasına ve sosyal sorunları çözmesine yardımcı olabilir. Ancak bazı ritüel uygulamaları maladaptif olabilir ve topluma zarar verebilir. Kitapda, ritüel döngülerin her zaman rasyonel veya adaptif olmayabileceği ve bazı ritüellerin toplumsal sorunlara yol açabileceği belirtilmektedir. Örneğin, Marind-anim toplumunda tekrarlanan ritüel ilişki uygulaması, kadınların doğurganlığını artırmak yerine azaltarak nüfusun azalmasına neden olmuştur.

Homeostatik Mekanizma (homeostatic mechanism): Bir sistemin, iç dengesini ve kararlılığını korumak için otomatik olarak işleyen düzenleyici süreçler bütünüdür. Bu mekanizmalar, çevresel değişikliklere veya içsel bozulmalara tepki vererek sistemi ideal denge noktasına geri döndürmeyi hedefler. Biyolojide, vücut sıcaklığı, kan şekeri seviyesi ve su dengesi gibi hayati fonksiyonların düzenlenmesi homeostatik mekanizmalara örnek verilebilir. Toplumsal ve kültürel bağlamda, ritüel döngüler veya sosyal normlar gibi bazı uygulamaların, toplumun dengesini korumak ve sosyal uyumu sağlamak amacıyla homeostatik bir mekanizma gibi işlev gördüğü varsayılır. Ancak, bu tür mekanizmaların her zaman etkili olmadığı ve bazı durumlarda toplumsal sorunlara yol açabileceği de belirtilmektedir. Örneğin, bazı toplumlarda ritüel döngüler, kaynakları verimsiz kullanmaya veya çatışmaları artırmaya yol açabilir. Kitapda, homeostatik mekanizmaların, sistemleri dengede tutmaya çalışırken, bazen istenmeyen sonuçlara neden olabileceği de vurgulanmaktadır

Ekolojik Kısıtlamalar: Bir toplumun veya popülasyonun yaşadığı çevrenin, kaynakların, iklimin ve diğer doğal koşulların getirdiği sınırlamalardır. Ekolojik kısıtlamalar, insanların beslenme biçimlerini, ekonomik faaliyetlerini, yerleşim düzenlerini ve teknolojik gelişimlerini önemli ölçüde etkiler. Bu kısıtlamalar, kaynak kıtlığı, doğal afetler, iklim değişiklikleri ve biyolojik sınırlamalar gibi çeşitli faktörlerden kaynaklanabilir. Ekolojik kısıtlamalar, toplumların adaptasyon yeteneklerini zorlar ve bazı durumlarda toplumsal çöküşe yol açabilir. Kitap, insanların ekolojik kısıtlamalara uyum sağlamak için çeşitli stratejiler geliştirdiğini, ancak bu stratejilerin her zaman başarılı olmadığını belirtmektedir.

Kültürel Dayanıklılık: Bir toplumun veya kültürün, dışsal baskılara, değişimlere veya zorluklara rağmen varlığını sürdürebilme, adaptasyon gösterebilme ve kendini yenileyebilme kapasitesidir. Kültürel dayanıklılık, toplumun geleneklerinin, değerlerinin, inançlarının ve sosyal yapılarının korunması ile ilgilidir. Dayanıklı kültürler, zorluklarla başa çıkma, krizleri atlatma ve yeni koşullara uyum sağlama konusunda daha başarılıdır. Kitap, bazı toplumların, çevresel değişikliklere, ekonomik zorluklara veya siyasi baskılara rağmen kültürel kimliklerini korumayı başardığını belirtmektedir. Ancak, kültürel dayanıklılığın her zaman adaptasyon anlamına gelmediği ve bazı kültürel pratiklerin topluma zarar verebileceği de vurgulanmaktadır.

Kültürel Yozlaşma: Bir toplumun kültürel değerlerinin, geleneklerinin, inançlarının ve ahlaki normlarının bozulması veya zayıflaması durumudur. Kültürel yozlaşma, toplumun ahlaki temellerini sarsabilir, sosyal yapıyı zayıflatabilir ve bireyler arasında güvensizlik ve yabancılaşmaya yol açabilir. Bu durum, dışsal etkiler, modernleşme, ekonomik eşitsizlik veya iç çatışmalar gibi nedenlerle ortaya çıkabilir. Kültürel yozlaşma, toplumun kimlik kaybına, sosyal düzenin bozulmasına ve hatta toplumsal çöküşe yol açabilir. Kitap, kültürel yozlaşmanın, bazı toplumlarda maladaptif uygulamaların ortaya çıkmasına zemin hazırladığını belirtmektedir.

Ahlaki Çöküş: Bir toplumun ahlaki değerlerinin, etik standartlarının ve toplumsal normlarının zayıflaması veya ortadan kalkması durumudur. Ahlaki çöküş, yolsuzluk, adaletsizlik, şiddet, eşitsizlik ve toplumsal kayıtsızlık gibi sorunlarla kendini gösterir. Bu durum, toplumun sosyal düzenini bozar, bireyler arasında güven duygusunu zedeler ve toplumsal huzursuzluğa yol açar. Ahlaki çöküş, toplumun zayıflamasına, yozlaşmasına ve hatta çöküşüne neden olabilir. Kitapta, ahlaki çöküşün, toplumsal gerilemenin önemli bir göstergesi olduğu ve bazı maladaptif uygulamaların ahlaki değerlerin erozyonuna katkıda bulunduğu belirtilmektedir.



“Kültürel uyumsuzluğun gerçekçi ve ayrıntılı bir görsel temsili, geleneksel bir kırsal topluluğun çöküşünü gösteriyor. Sahnede, bakımsız evleri, aşırı tarım nedeniyle aşınmış toprakları ve kurumuş tarlalar ve kirlenmiş su kaynakları gibi çevresel stres belirtileri olan küçük bir köy yer alıyor. Ön planda bir grup insan, kaynakları yakmak veya güvenli olmayan sağlık prosedürleri uygulamak gibi etkisiz veya zararlı görünen modası geçmiş bir ritüel gerçekleştiriyor. Atmosfer, kültürel uygulamalar ile çevresel gerçekler arasındaki mücadeleyi ve kopukluğu vurgulayan sessiz toprak tonlarıyla kasvetli.”
Kültürel maladaptasyon, geleneksel bir kırsal topluluğun çöküşü

Sayfa 188:

“In the preceding chapters, we examined examples of maladaptive beliefs and practices that threatened population survival, led to the loss of culture or language, left people discontented or rebellious, and endangered their mental or physical well-being. While the amount and kind of maladaptation varies, some ineffective or harmful beliefs and practices must occur in all societies because of the presence of inequality, conflicts of interest, environmental change, biological predispositions, and other factors. Populations like the Kaiadilt, Ojibwa of Grassy Narrows, Gebusi, Bimin-Kuskusmin, nineteenth century Xhosa, and others mentioned earlier were dangerously maladapted. Populations as seriously disordered as these represent a minority of the world's known societies, perhaps a small minority at that, but all societies maintain some beliefs and practices that are maladaptive for at least some of their members, and it is likely that some of these social arrangements and cultural understandings will be maladaptive for everyone in that society.”

“Önceki bölümlerde, nüfusun hayatta kalmasını tehdit eden, kültür veya dil kaybına yol açan, insanları hoşnutsuz veya asi bırakan ve zihinsel veya fiziksel refahlarını tehlikeye atan maladaptif inanç ve uygulama örneklerini inceledik. Maladaptasyonun miktarı ve türü değişse de, eşitsizlik, çıkar çatışmaları, çevresel değişim, biyolojik yatkınlıklar ve diğer faktörlerin varlığı nedeniyle bazı etkisiz veya zararlı inanç ve uygulamaların tüm toplumlarda ortaya çıkması gerekir. Kaiadilt, Grassy Narrows Ojibwaları, Gebusi, Bimin-Kuskusmin, on dokuzuncu yüzyıl Xhosa'sı ve daha önce bahsedilen diğerleri gibi toplumlar tehlikeli derecede maladaptiftir. Bunlar kadar ciddi düzensizliğe sahip nüfuslar dünyanın bilinen toplumları arasında bir azınlığı, belki de küçük bir azınlığı temsil etmektedir, ancak tüm toplumlar en azından bazı üyeleri için maladaptif olan bazı inanç ve uygulamalara sahiptir ve bu sosyal düzenlemeler ve kültürel anlayışlardan bazılarının o toplumdaki herkes için maladaptif olması muhtemeldir.”

Bu giriş paragrafını okuyunca insan kendisine soramadan edemiyor: Türkiye'de durum ne? Bizim ülkemizde hangi maladaptif inanç ve uygulamalar var? Türkiyede “eşitsizlik, çıkar çatışmaları, çevresel değişim, biyolojik yatkınlıklar”dan hangileri var? Türkiye'de “sosyal düzenlemeler ve kültürel anlayışlar” arasından maladaptif olanlar neler? 

Mesela ülkemizde eşitsizlik ne boyutta? Kadın erkek eşitsizliği veya eğitim imkanlarında eşitsizlik yok mu? Belki birçok topluma gör daha iyi durumdayız ama başkasına bakıp da kendimizi kandırmaya gerek yok. Samimi bir değerlendirme yaparsak eşitsizlik konusunda karnemizin iyi olmadığı kesin. Ülkenin tüm coğrafyalarının eşit olduğunu söylersek ya kötü niyetliyiz demektir yada zeka seviyemiz düşük. Doğu, Güneydoğu illerinin ekonomik durumu ile Marmara ve Ege'nin aynı mı? Sebebinin ne olduğunu burada ele almak  gerekmiyor ama en azından eşitsiz bir durumun söz konusu olduğunu kayda geçirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Yada din konusunu ele alalım. Alevilerle sünniler eşit mi? Her inanç aynı derecede özgür bir şekilde yaşama hakkı buluyor mu? Çıkar çatışması yok diyebilir miyiz? Hükümeti ele geçirenler kimlere hizmet ediyor? Adam kayırmanın bu kadar yaygın olması ve normalleştirilmiş olması maladaptif değil mi? 

Adına ister ahlak çöküşü diyelim, ister güvensizlik ortamı diyelim, ister kültürel, geleneksel alışkanlıklar diyelim. Asıl mesele bu ülkenin bir çok konuda maladaptif inanç ve uygulamalara sahip olduğunu görmek. Eşitsizlik de var, çıkar çatışması da var, sosyal ve genetik yatkınlıklarımız da var, dini bağnazlık, batıl inançlar da var. Yani maladaptif bir ortam varken ülkemizde maladaptiflik yok demek pek akıllıca olmaz sanırım.

Sayfa 188:

“There are many reports indicating that a number of small-scale societies throughout the world have become extinct, usually as a result of protracted warfare. Although some are anecdotal, there is reason to believe that a good many of them are true. However, they seldom tell us whether the destruction of these societies was in any respect due to some social or cultural inadequacy on the part of the extinct population-a lack of cultural commitment, a failure to develop a cohesive political organization, a reliance on inefficient weapons or strategies, internal divisiveness, or the like. In the absence of better documentation of the natural history of cultural extinction, we are left to speculate about how often populations have brought about their own demise. However, there is far better evidence that a substantial percentage of those populations that survived long enough to become a part of the ethnographic record nevertheless maintained some traditional beliefs or practices that endangered, dispirited, or killed certain of their members. I have argued that, by and large, these practices not only harm individuals but threaten the social system itself.”

Dünya genelinde bir dizi küçük ölçekli toplumun, genellikle uzun süren savaşların bir sonucu olarak yok olduğunu gösteren birçok rapor bulunmaktadır. Bazıları anekdot niteliğinde olsa da, bunların çoğunun doğru olduğuna inanmak için sebepler vardır. Ancak, bu toplumların yok oluşunun, yok olan nüfusun sosyal ya da kültürel yetersizliğinden -kültürel bağlılık eksikliği, uyumlu bir siyasi örgütlenme geliştirememe, verimsiz silahlara ya da stratejilere güvenme, iç bölünme ya da benzeri- kaynaklanıp kaynaklanmadığını nadiren söylerler. Kültürel yok oluşun doğal tarihine dair daha iyi belgelerin yokluğunda, popülasyonların ne sıklıkla kendi sonlarını getirdikleri konusunda spekülasyon yapmak zorunda kalıyoruz. Bununla birlikte, etnografik kayıtların bir parçası olacak kadar uzun süre hayatta kalan popülasyonların önemli bir yüzdesinin, yine de bazı üyelerini tehlikeye atan, umutsuzluğa düşüren veya öldüren bazı geleneksel inançları veya uygulamaları sürdürdüğüne dair çok daha iyi kanıtlar vardır. Bu uygulamaların genel olarak yalnızca bireylere zarar vermekle kalmayıp sosyal sistemin kendisini de tehdit ettiğini ileri sürdüm.”

Osmanlının yıkılışını bu bakış açısıyla ele alamaz mıyız? Burada sıralananların tamamı Osmanlı için geçerliydi sanırım: 

  • kültürel bağlılık eksikliği, 

  • uyumlu bir siyasi örgütlenme geliştirememe, 

  • verimsiz silahlara ya da stratejilere güvenme, 

  • iç bölünme

İşin asıl acı yanını söyleyeyim mi? Yukarıda listelenmiş olan şeyler sanırım günümüz Türkiyesi için de geçerli. Amerikayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bizim coğrafyamız maladaptif bir iklim içinde. Bu yüzden de çökmeye mahkum devletler kurmaktan kurtulamıyoruz.  

Ülkemizin ortak kültüründen bahsedebiliyor muyuz? Yada bu gerçekten gerçekleştirilebilir bir hedef midir? Bu kadar geniş coğrafyaya yayılmış ve birbirinden bu kadar farklı kültürlere sahip bir toplumda ortak kültür oluşturulabilir mi? Yani kültürel bağlılık eksikliğinin görülmesi şaşırtıcı değil. Zaten, asıl zor olan kültürel bağlılığı oluşturabilmek. 

Uyumlu siyasi örgütlenmeye sahip miyiz? Uyumlu siyasi örgütlenme deyince ne anlamalıyız? Bir ülkede uyumlu siyasi örgütlenme olup olmadığının bir ka göstergesi var. Demokrasi bunların başında geliyor. Siyasete halkın katılımı ne ölçüde var. Sadece oy kullanmak değil ama her türlü siyasi katılım… Sonra hukukun üstünlüğü ilkesi hayata geçiyor mu? Adalet sistemi bağımsız mı ve halk ülkede doğru adalet işlediğine inanıyor mu? Sonra ülkede ekonomik ve sosyal eşitlik var mı? Ülkede bir sorun çıktığı zaman hangi yollarla çözülüyor, uygun bir tartışma ortamı var mı? Şeffaflık ve hesap verilebilirliğin durumu ne? Ülkede uzun vadeli planların işlerliği var mı? Bu özelliklere bakıp bir ülkede uyumlu siyasi örgütlenme olduğunu söyleyebiliriz. Bizim ülkemizde yukarıdaki tespitleri nasıl görüyoruz  ve sorulara vereceğimiz cevap nedir? Kısacası ülkemizde kültürel bağlılık eksikliği gibi uyumlu siyasi örgütlenme de yok.

Uyumlu örgütlenme deyince İsveç gibi sosyal adaleti ve çevresel sürdürülebilirliği gözeten ülkeler aklımıza geliyor. Uyumsuz örgütlenmeye örnek olarak da siyasi kutuplaşmanın, yolsuzluğun ve baskının yoğun olduğu ülkeleri söyleyebiliriz. İlla isim vermeye gerek var mı?

Ülke olarak stratejimiz ne? Ortak bir stratejiye sahip miyiz? Yukarıda bahsettiğimiz siyasi örgütlenme problemi uygun stratejiler geliştirmemizin de önünde engel. Çünkü gücü elinde tutan diğerlerini yok sayıyor. Güce sahip olan, kendi planlarını tüm ülkenin planlarıymış gibi uygulamaya geçiyor. Ortak bir karar olmasını umursamıyorlar. 

İç bölünmemiz var mı? Resmi olarak yok ama gayri resmi olarak ülke parçalanmış durumda olduğunu düşünüyorum. Çok fazla yarası olan ve yaraları bir türlü iyileşmeyen bir toplumuz. İç bölünmenin resmi yada gayri resmi olmasının da bir önemi kalmıyor. Yaralar iyileşmediği sürece sürekli kanamaya devam ediyor ve kendimizi sağlıklı bir toplum olarak görmemizin önünde engel oluyor. 

Belki ülkem olarak yok olmuyoruz ama çok da sağlıklı olduğumuz da söyleyemeyiz. Bu şekilde devam edersek yok olmamız da mümkün. Çünkü bir toplumun yok olması için gereken şeylere sahibiz. Peki, değişeceğine dair umudum var mı? Maalesef yok. Çünkü gömleğin ilk düğmesi bir kere yanlış iliklenmiş, bu şekilde iki yakamızın bir araya gelmesi mümkün değil.

Bu tespiti önemsedim o yüzden kısa bir değerlendirme yapmak istedim. Şimdi devam edeyim.

Sayfa 189:

“My insistence that maladaptive beliefs and practices are commonplace must not be construed to mean that humans never make effective adaptations to their environments. At the genetic level, for example, there can be no doubt that considerable natural selection took place during the Pleistocene and that most, if not all, of this must have led to improved adaptation. Likewise, physiological adaptation of various sorts takes place during the lifetime of most individuals. People may develop greater resistance to disease, tolerance of stress, facility in processing information, or any number of other adaptive responses to the particular circumstances in which they find themselves. 1 And it is patently obvious that many traditional beliefs and practices serve people's needs well and help to maintain their social systems. As Julian Steward and many other cultural ecologists have shown, there can also be no doubt that people can, and often have, altered their behaviors, including their systems of meanings that constitute culture, so that they better conform to the constraints imposed by the environments in which they find themselves.”

“Maladaptif inanç ve uygulamaların yaygın olduğu konusundaki ısrarım, insanların çevrelerine hiçbir zaman etkili adaptasyonlar yapmadıkları şeklinde yorumlanmamalıdır. Örneğin genetik düzeyde, Pleistosen döneminde kayda değer bir doğal seçilimin gerçekleştiğine ve bunun tamamının olmasa bile çoğunun gelişmiş adaptasyona yol açmış olması gerektiğine şüphe yoktur. Aynı şekilde, çoğu bireyin yaşamı boyunca çeşitli türlerde fizyolojik adaptasyon gerçekleşir. İnsanlar hastalıklara karşı daha fazla direnç, strese karşı tolerans, bilgiyi işleme kolaylığı ya da kendilerini içinde buldukları özel koşullara karşı bir dizi başka adaptif tepki geliştirebilirler.1 Birçok geleneksel inanç ve uygulamanın insanların ihtiyaçlarına iyi hizmet ettiği ve sosyal sistemlerini sürdürmelerine yardımcı olduğu da açıkça ortadadır. Julian Steward ve diğer pek çok kültürel ekolojistin de gösterdiği gibi, insanların kendilerini içinde buldukları ortamların dayattığı kısıtlamalara daha iyi uyum sağlayabilmeleri için kültürü oluşturan anlam sistemleri de dahil olmak üzere davranışlarını değiştirebilecekleri ve çoğu zaman değiştirdikleri konusunda da şüphe yoktur.”

Edgerton, çevre ve kültür arasındaki etkileşimleri, farklı toplumların çevresel koşullara nasıl uyum sağladığını ve kültürel çeşitliliğin bu süreçteki rolünü ele almak üzere örnekler veriyor. İlk olarak, Doğu Afrika’daki "Kültür ve Ekoloji Projesi"nden örnek veriyor. Bu projede, dört farklı toplumun hem tarımla uğraşan hem de hayvancılıkla geçinen üyeleri incelenmiş. Her toplumun çevresel koşulları farklılık göstermiş, buna rağmen kültürel özellikleri önemli ölçüde korunmuş. Örneğin, Pokot çobanları, Pokot çiftçilerine diğer toplumlardaki çobanlardan daha fazla benzemekteyiş. Bununla birlikte, pastoralistler (göçebeler) ve çiftçiler arasında değerler, tutumlar ve psikolojik özellikler açısından önemli farklılıklar görülmüş. Çiftçiler genellikle daha az doğrudan ve çatışmadan kaçınan bir tutum sergilerken, pastoralistler daha açık ve duygusal ilişkiler kurmuş. Edgerton, bu farklılıkların, pastoralizm ve tarımın gerektirdiği farklı ekolojik ve sosyal stratejilerle uyumlu olduğunu vurguluyor.

Bir diğer örnek, uzun süredir pastoralist olan Turkana toplumu üzerine. Turkana, aşırı otlatmadan kaçınarak sürdürülebilir hayvancılık yöntemleri geliştirmiş. Ayrıca, hayvan hastalıkları, saldırılar ve yırtıcı hayvanlarla başa çıkabilmek için etkili sosyal düzenlemeler oluşturmuşlar. Edgerton, Kuzey Amerika'nın Düzlükler Bölgesi Kızılderilileri de dramatik bir adaptasyon örneği sunduğunu söylüyor. Atların 17. yüzyılda bölgeye girişiyle, bu topluluklar tam anlamıyla bir at ve bizon temelli kültüre dönüşmüş. Bizon, bu toplulukların hayatta kalması için hayati önemdeymiş. Ancak, düzlüklere gelen topluluklar tamamen aynı kültürel özelliklere sahip olmamış. Örneğin, Comanche gibi bazı topluluklar, savaşçı topluluklar ya da Güneş Dansı gibi ritüelleri benimsememiş. Bu durum, çevresel baskılara rağmen kültürel farklılıkların sürebildiğini gösteriyor.

Düzlüklerdeki bu yaşam tarzı, avcılık becerileri, binicilik, savaşçılık ve topluluk yapılarında büyük benzerlikler yaratmış. Ancak, topluluklar arasında klanlar, yaş grupları ya da ritüeller gibi sosyal düzenlemelerde farklılıklar gözlemlenmiş. Bu sosyal düzenlemelerin bazıları hayatta kalma açısından hayati olmamakla birlikte, kültürel çeşitliliğin korunmasına katkıda bulunmuş.

Edgerton ayrıca, çevresel faktörlerin her zaman birebir uyum sağlamadığını ve bazen kültürel kararların adaptasyon üzerinde etkili olduğunu vurgulamaktadır. Örneğin, Edgerton, Tanzanya’daki Hadza topluluğunda göç hareketleri yalnızca yiyecek arayışıyla değil, sosyal çatışmalar, ölümler veya diğer nedenlerle de şekillendiğini aktarıyor. Benzer şekilde, Paraguay’daki Ache avcı-toplayıcıları, riskli avcılık biçimlerini tercih ederek sosyal kazanç elde etmeyi hedeflemiş. Bu durum, bireysel stratejilerin her zaman grubun veya türün hayatta kalmasını maksimuma çıkarmadığını gösteriyor.

Çevresel baskılar toplulukların yaşam biçimlerini şekillendirse de, kültürel özellikler bu baskılara direnç gösterebilir ve çeşitliliğin korunmasına yol açabilir. Bu durum, kültürel çekirdeğin çevresel uyum sürecinde güçlü bir rol oynadığını ve toplulukların belirli bir ekolojiye uyum sağlarken kültürel özelliklerini nasıl koruyabildiğini ortaya koyuyor.

Edgerton farklı toplumlardan örnekler vermeye devam ediyor. Morris Freilich'in çalışmasında, Trinidad'daki Afro-Trinidadian ve Hint-Trinidadian çiftçiler benzer ekonomik koşullarda aynı tarım yöntemlerini kullanmalarına rağmen, sosyal organizasyonları ve kültürleri büyük ölçüde farklı olduğunu görüyoruz. Afro-Trinidadianlar, sosyalleşmeye ve "fete" adı verilen eğlencelere odaklanırken, Hint-Trinidadianlar gelecekteki aile refahına öncelik veriyor. Benzer şekilde, Zaire'deki Ituri Ormanı'nda Pigmeler avlanmada farklı yöntemler kullanmış: Efe okçuluğu, Tswa ağ avcılığını tercih etmiş. Ancak, ekolojik farklılıklar bu tercihlerde belirleyici değilmiş. Robert Bailey ve Robert Aunger'a göre, Efe’nin ağ avcılığını benimsememesi, çevresel değil, psikolojik ve kültürel nedenlere dayanıyormuş.

Sayfa 193:

“Adaptation, then, may sometimes take place rapidly in response to environmental demands, but it need not, and often does not, lead to predictable changes in economic practices and is even less likely to do so in social organization or culture. Once again, it must be reiterated that beliefs and practices that developed in response to earlier, and presumably different, environmental pressures tend to persist, and the result may come to be far less than efficient utilization of an environment. A population may embrace some social and cultural features that are not optimally fitted to its particular environment; it may also maintain beliefs and practices that lack adaptive value altogether. It may also be the case that any of several kinds of social and cultural arrangements will serve a population tolerably well.

To come to this last realization should riot require taking a trip on the road to Damascus. If one reflects for a moment on how most human populations solve their problems, it should be apparent that they will not always do so perfectly nor even very well. As preceding examples have shown, there are populations whose belief and behavior systems have gone awry, often very badly so. But others have done much better. Decision making is a complex process that has been inadequately studied in traditional societies. Therefore, why some populations have made better decisions affecting their ecological adaptation than others is not well understood. At one extreme, some studies of decision making in small, traditional societies have stressed the rationality and efficiency of the decisions made.”

“O halde, adaptasyon bazen çevresel taleplere yanıt olarak hızla gerçekleşebilir, ancak ekonomik uygulamalarda öngörülebilir değişikliklere yol açması gerekmez ve çoğu zaman da açmaz ve sosyal organizasyon veya kültürde bunu yapma olasılığı daha da düşüktür. Bir kez daha yinelemek gerekir ki, daha önceki ve muhtemelen farklı çevresel baskılara yanıt olarak gelişen inançlar ve uygulamalar devam etme eğilimindedir ve sonuçta bir çevrenin verimli kullanımından çok daha azı ortaya çıkabilir. Bir nüfus, kendi çevresine en uygun olmayan bazı sosyal ve kültürel özellikleri benimseyebilir; ayrıca uyum değerinden tamamen yoksun inanç ve uygulamaları da sürdürebilir. Ayrıca, çeşitli sosyal ve kültürel düzenlemelerden herhangi birinin bir nüfusa tolere edilebilir derecede iyi hizmet etmesi de söz konusu olabilir.

Bu son farkındalığa ulaşmak için Şam yolunda bir yolculuğa çıkmak gerekmemelidir. Çoğu insan topluluğunun sorunlarını nasıl çözdüğünü bir anlığına düşünürsek, bu sorunları her zaman mükemmel bir şekilde ya da çok iyi bir şekilde çözmeyeceklerinin açık olduğu görülür. Önceki örneklerin de gösterdiği gibi, inanç ve davranış sistemleri yanlış yola sapmış, hatta çoğu zaman ciddi şekilde raydan çıkmış topluluklar vardır. Ancak diğerleri çok daha iyi performans göstermiştir. Karar verme, geleneksel toplumlarda yeterince incelenmemiş karmaşık bir süreçtir. Bu nedenle, bazı toplulukların ekolojik adaptasyonlarını etkileyen kararları diğerlerinden daha iyi almış olmasının nedenleri tam olarak anlaşılmış değildir. Bir uçta, küçük ve geleneksel toplumlarda karar verme üzerine yapılan bazı çalışmalar, alınan kararların rasyonelliği ve verimliliğini vurgulamıştır."

Edgerton farklı bilim insanlarının görüşlerini aktarıyor. İnsanların çevrelerindeki seçilim baskılarını öngörüp rasyonel şekilde başa çıkabilme yeteneğine hayran kaldıklarına dair örnekler okuyoruz. Christopher Boehm, yerel halkın bu yeteneğini öyle etkileyici bulmuş ki onları "uygulamalı bilim insanları" olarak nitelendirmiş. Bununla birlikte, bazıları insanların bilinçli rasyonel kararlar almadan bile, teleonomik bir anlamda, yani bilinçsizce adaptif davrandığını savunmaktadır. Edgerton, Ernst Mayr’ın, bu davranışı evrimin insanları bu şekilde donatmış olmasına bağlamaktadığını aktarıyor. Napoleon Chagnon ise Yanomamo savaşını böyle bir adaptif sistem olarak açıklıyor. Ayrıca, Fransız yapısalcılığı, her inanç sisteminin yüzeyinin altında rasyonel bir yapı bulunduğunu savunuyorlarmış.

Roy Rappaport, Papua Yeni Gine'deki Tsembaga Maring halkının, bilinçsiz bir şekilde ritüel döngüleri aracılığıyla domuz ve insan nüfuslarını kontrol ettiğini öne sürmüş. Bu ritüelin, fiziksel çevreyi koruma, savaşları kontrol etme, ticareti kolaylaştırma ve ihtiyaç duyulan hayvansal protein erişimini sağlama gibi bir dizi faydası olduğu iddia edilmekteymiş. Rappaport’a göre, bu ritüel döngü bir homeostatik mekanizma gibi işlev görmüş, ancak halk ritüellerinin bu faydalarının farkında olmadan hareket etmişt. Bu durum, bazı araştırmacıların insanlara bilinçsiz adaptasyon yeteneği atfetmesine bir örnek teşkil ediyor.

Sayfa 194:

As an example of how some scholars have imputed unconscious problem-solving abilities to populations-immanent omniscience, if you will-that allow people to achieve optimal adaptations to their environments without conscious awareness of what they are doing, Roy Rappaport has written that the Tsembaga Maring of highland Papua New Guinea controlled the size of their pig and human populations through the indirect symbolic communication provided in their ritual cycle. Like a homeostatic mechanism, this ritual supposedly helped to maintain their physical environment, control warfare, facilitate trade, and assure people access to animal protein when they most needed it. 18 All this took place without conscious awareness on the part of the people of what their ritual cycle was doing for them.

For such remarkable adaptations to exist without human awareness of the mechanisms involved or even of the problems that needed to be solved, it might be proposed that the solution (the ritual cycle) was originally chosen rationally and over the years functioned so well that people eventually forgot why it was created. It might also be proposed that the positive regulatory functions of the ritual were simply fortuitous and therefore never understood by the Tsembaga Maring. It is possible that phenomena such as these have occurred in various populations-food taboos would be one example-but for a population to be unaware of why or how a practice such as ritual cycle contributes to its well-being is hardly ideal because environmental change could quickly make ritual control maladaptive without the population's becoming aware of the need for change. A better solution for the Tsembaga, or any other population for that matter, would be to bring ecosystem regulation under rational control so that changes could be made when necessary. 19”

“Bazı akademisyenlerin popülasyonlara nasıl bilinçsiz problem çözme yetenekleri atfettiğinin bir örneği olarak, insanların ne yaptıklarının farkında olmadan çevrelerine en uygun adaptasyonları sağlamalarına olanak tanıyan içkin her şeyi bilme (immanent omniscience), Roy Rappaport, Papua Yeni Gine dağlık bölgelerindeki Tsembaga Maring'in domuz ve insan popülasyonlarının büyüklüğünü ritüel döngülerinde sağlanan dolaylı sembolik iletişim yoluyla kontrol ettiğini yazmıştır. Homeostatik bir mekanizma gibi, bu ritüelin fiziksel çevrelerini korumaya, savaşı kontrol etmeye, ticareti kolaylaştırmaya ve insanların en çok ihtiyaç duydukları anda hayvansal proteine erişimini sağlamaya yardımcı olduğu varsayılmaktadır.18 Tüm bunlar, insanların ritüel döngülerinin kendileri için ne yaptığına dair bilinçli bir farkındalıkları olmadan gerçekleşmiştir.

İnsanların ilgili mekanizmaların ve hatta çözülmesi gereken sorunların farkında olmadan böylesine olağanüstü adaptasyonların var olması için, çözümün (ritüel döngüsü) başlangıçta rasyonel bir şekilde seçildiği ve yıllar içinde o kadar iyi işlediği ve sonunda insanların neden yaratıldığını unuttuğu öne sürülebilir. Ritüelin olumlu düzenleyici işlevlerinin sadece tesadüfi olduğu ve bu nedenle Tsembaga Maring tarafından hiçbir zaman anlaşılmadığı da öne sürülebilir. Bu gibi olguların çeşitli toplumlarda yaşanmış olması mümkündür - gıda tabuları buna bir örnektir - ancak bir toplumun ritüel döngüsü gibi bir uygulamanın refahına neden ya da nasıl katkıda bulunduğunun farkında olmaması pek de ideal değildir çünkü çevresel değişim, toplum değişim ihtiyacının farkına varmadan ritüel kontrolünü hızla uyumsuz hale getirebilir. Tsembaga ya da başka herhangi bir halk için daha iyi bir çözüm, ekosistem düzenlemesini rasyonel bir kontrol altına almak ve böylece gerektiğinde değişiklik yapılmasını sağlamak olacaktır.19

Edgerton, Rappaport’un Tsembaga domuz ritüeliyle ekosisteme uyum sağlama mekanizmaları geliştirdiği iddiası, son araştırmalarda eleştirilmiştir diyor. Ancak, insanların bilinçsiz şekilde ekolojik uyumu sağlayabildiğini düşünen tek kişi Rappaport değil. Betty Meggers, Amazon havzasındaki küçük toplumların, avlanma tekniklerinin oyun stoklarını hızla tüketmesini önlemek için doğaüstü inançlar geliştirdiğini savunmuş. Örneğin, hayvan ruhlarının insan davranışlarını kontrol edebildiğine inanılıyormuş. Bu ruhlar, avcıları hayvanların bulunduğu yerlerden uzaklaştırıyormuş. Bu tür inançların, avlanmayı sınırlandırarak çevresel dengeyi korumaya yardımcı olduğu öne sürülmüş. Edgerton, Rappaport ve Meggersin, kültürel mekanizmaların ekolojik sürdürülebilirliği destekleyebileceğini savunan antropologlardandır diyor.

Açıkcası bu bölümde hemen hemen her cümleyi alıntılamak istiyorum ve kendimi zor tutuyorum. Özetlemek de çok zor oluyor bu yüzden. Şimdilik burada keseyim yoksa işin içinden çıkamayacağım. Sonraki yazıda kitabı bitiriyoruz.



“Kültürel çeşitliliği ve birliği temsil eden görsel olarak çarpıcı ve gerçekçi bir görüntü. Sahnede, uyum ve kapsayıcılığı simgeleyen bir daire içinde bir arada duran çeşitli etnik kökenlerden insanlar yer alıyor. Arka planda farklı kültürel sanat formlarından esinlenen, farklı desen ve renklerden oluşan soyut, canlı bir mozaik yer alıyor. Işıklandırma doğal ve sıcaktır, gerçekçi tonu arttırır ve fotoğrafik dokular detayların derinliğini vurgular.”
Kültürel çeşitlilik ve birlik

Comments


bottom of page