top of page
Okunduğu Gibi

TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİ KİTAP ELEŞTİRİSİ VE DEĞERLENDİRMESİ (8. Yazı)

Not: Ernest Renan Ulus Nedir? Konferans Sunumu Odaklı

Sayfa 157-158:

“Ernest Renan 1882 yılındaki ünlü konferansı ''Ulus Nedir?"de, ulusu şöyle tarif ediyordu:


Ulus bir hissiyat, ruhani bir ilkedir. Bu hissiyatı, bu ruhani ilkeyi aslında bir olan iki şey oluşturur. Biri geçmişte, diğeri şimdidedir. Biri ortak zengin bir hatıralar mirasına sahip olmaktır; diğeri şimdiki zamanda ortak karara varma, birlikte yaşama arzusu, bölünmemiş halde aldıkları mirası geliştirmeye devam etme iradesidir. (...) Geçmişte paylaşılan bir zafer ve acı mirası, gelecekte gerçekleş­tirilebilecek ortak bir plan; beraber acı çekmek, sevinmek ve umut etmek (...) Biraz önce "beraber acı çekmek" dedim; evet, paylaşılan acı sevinçten daha çok birleştirir.


Din olgusunun, Renan tarafından, ulus için önemli ya da en önemli birleştirici faktör olarak görülmediği biliniyor. Fakat Osmanlı Müslümanlarının ortak acılarını Müslümanlık nedeniyle yaşadıklarını düşündükleri hatırlanırsa, yani acının nedeni olarak din görülürse, Müslüman milletinin ortaya çıkışında dinin hayati rolü daha iyi anlaşılır. Aynca din sadece acıların değil, öfke, nefret, hınç, korku gibi diğer birleştirici ve motive edici Müslüman duygularının da nedeni ve aynı zamanda kültürel ifade aracı olmuştur. Bu nedenle Müslümanlık Sözleşmesi çerçevesinde oluşan birliği ulus (seküler) değil, Osmanlı'daki anlamıyla millet (dini) olarak nitelemek daha doğru.”


Yukarıdaki Renan’dan alıntı çok hoşuma gitti. Bunun üzerine konferansdaki sunumunu buldum, okudum.


Renan'ın 1882'deki Konferans’ından alıntılar: (Pinhan Yayıncılık, 2016, Çeviren Gökçe Yavaş)

“Unutmak, hatta tarihsel hata da diyebilirim, bir ulusun yaratılmasında çok önemli bir etkendir ve bu nedenle tarih araştırmalarındaki ilerlemeler genelde ulus için tehlikelidir. Tarih araştırmaları gerçekten de tüm siyasi oluşumların başlangıcında yaşanan şiddet olaylarını aydınlatır, tabii sonuçları bakımından çok yararlı olanlar da dahil. Birlik her zaman vahşice gerçekleştirilir; Kuzey ve Güney Fransa'nın birleşmesi yaklaşık bir yüzyıl boyunca devam eden imha ve terörün sonucudur.

……

Ulusları dine göre ayıran Türk politikasının daha ciddi sonuçları oldu: Doğunun çöküşüne sebebiyet verdi. Selanik veya İzmir gibi bir şehri ele alın, buralarda her birinin kendi anıları olan ve aralarında ortak neredeyse hiçbir şey olmayan beş altı topluluk bulabilirsiniz. Oysaki ulusun özü tüm bireylerin ortak birçok şeye sahip olması ve aynı zamanda hepsinin pek çok şeyi unutmuş olmasıdır.

…….

modern ulus aynı yöne yönelen bir dizi olgunun doğurduğu tarihsel bir sonuçtur. Birlik bazen Fransa'da olduğu gibi bir hanedanlık tarafından; bazen Hollanda, İsviçre ve Belçika'da olduğu gibi eyaletlerin doğrudan iradeleriyle; bazen İtalya ve Almanya'da olduğu gibi sonunda feodal hevesleri yenen genel bir ruh tarafından gerçekleştirilir. Derin bir varoluş nedeni her zaman bu oluşumlara yön vermiştir. Benzer durumlarda aynı ilkeler, bir günden diğerine en beklenmedik sürprizleri doğurur. Zamanımızda İtalya'nın yenilgileriyle birleştiğini, Türkiye'ninse zaferleriyle mahvoldu­ğunu gördük. Her yenilgi İtalya'nın işlerini ilerletirken; Türkiye, her zaferle kaybediyordu; zira İtalya bir ulustur ama Türkiye, Anadolu dışında, bir ulus değildir.

……

Nasıl Fransa'yı ulus yapan ilke kaybolduğu halde Fransa bir ulus olarak kalabiliyor? Nasıl üç dili, iki dini, üç dört ırkı olan İsviçre bir ulusken, mesela, homojen bir yapısı olan Toskana bir ulus olmuyor? Neden Avusturya bir devlet ama bir ulus değil? Ulus ilkesinin ırk ilkesinden farkı nedir?

……

Modern ulusların ço­ğunun feodal kökenli bir aile tarafından kurulduğu gayet doğrudur, bu aile toprağa bağlanmıştır ve bir anlamda merkezi hükümetin çekirdeğini oluşturmuş­tur. 1789'da Fransa'nın sınırları ne doğal ne de zorunlu sınırlardı.

……

Fransız Krallığı öylesine ulusaldı ki yıkı­lışının ertesi günü ulus onsuz da varlığını sürdürebildi. Sonra XVIII. yüzyıl her şeyi değiştirdi. Yüzyıllar süren alçalmadan sonra insanlar antik zamanların ruhuna, kendine saygı duymaya, hakları olduğu fikrine döndü. Vatan ve vatandaş kelimeleri tekrar anlam kazandı. Böylece tarih boyunca girişilen en zor operasyon -ki bu operasyon, fizyolojide beyni ve kalbi alınmış bir bedeni eski kimliğiyle yaşatma girişimiyle karşılaştırılabilir başarıya ulaştı.

…….

Ulus ilkesi ne kadar doğru ve meşru ise ırkların ilksel hakları ilkesi de o kadar sınırlı ve gerçek ilerleme için tehlikelerle doludur.

…………

Demek ki etnografik tasavvurların modern ulusların kuruluşunda hiçbir önemi yoktur. Fransa Kelt, İber ve Cermendir. Almanya Cermen, Kelt ve Slavdır. İtalya etnografyanın en kararsız olduğu ülkedir. Galyalılar, Etrüskler, Pelasglar, Yunanlar ve başka birçokları, çözülmez karışımlarla kesişmiştir. Britanya Adaları, tümü beraber, oranlarının tek tek bulunması zor olan Kelt ve Cermen kanı karışımı taşır.

Hakikat şudur ki saf ırk yoktur ve politikayı etnografik incelemelere dayandırmak, onu boş hayallere dayandırmak demektir.

……..

ırk, biz tarihçilerin anladığı üzere oluşup bozulan bir şeydir. Irk araştırmaları insanlık tarihiyle ilgilenen bir bilgin için çok önemlidir. Politikada ırkın kullanılabileceği bir alan yoktur. Avrupa haritasının hazırlanışını yöneten içgüdüsel bilinç, ırkı dikkate almamıştır; zaten en önemli Avrupa ulusları kanları aslında karışmış olan uluslardır.

…..

Dil birleşmeye davet eder; zorlamaz. ABD ve İngiltere, Latin Amerika ve İspanya aynı dili konuşurlar ama tek bir ulus oluşturmazlar. Aksine, farklı kesimlerinin rıza göstermesiyle oluştuğundan çok iyi bir devlet olan İsviçre'de üç veya dört dil sayılabilir. İnsanda dilden daha üstün bir şey vardır: irade. İsviçre'nin, bölgesel dillerinin farklılığına rağmen birlik olma iradesi, genelde baskıyla elde edilen benzerlikten daha önemli bir olgudur.

……….

Karşılaştırmalı filolojinin hayran olunası bir anlayışla yarattığı Hint-Avrupa, Sami ve diğer dil grupları, antropolojinin gruplarıyla örtüşmemektedir. Diller tarihsel oluşumlardır, onları konuşanların kanı hakkında pek bir şey ifade etmezler ve her ne olursa olsun, hayat ve ölüm için birleşilen aileye karar verilmesi söz konusu olduğunda, insani özgürlü­ğü zincire vurmazlar.

Dilin ulusallığın bir koşulu olarak tek başına incelenmesinin, ırka verilen aşırı dikkat gibi, kendi tehlike ve sakıncaları vardır. Önemi abartıldığında, ulusal sayılan bir kültürle kısıtlanır ve ona hapsoluruz. İnsanlığın vadisi içinde nefes aldığımız açık havayı terk eder, yurttaşlar cemiyetine kapanırız. Ruh için bundan daha kötü, uygarlık için bundan daha üzücü bir şey olamaz. İnsanın o veya bu dile sokulmadan, o veya bu ırka mensup olmadan, o veya bu kültüre dahil olmadan önce rasyonel ve ahlaki bir varlık olduğu esas ilkesini terk etmeyelim.

……..

Başlangıçta din, sosyal grupların varlığına çok büyük önem veriyordu. Sosyal gruplar ailenin genişlemiş haliydi. Dini ayinler, ailenin ayinleriydi………. Yeknesak şekilde inanan kitleler yoktur.

Herkes kendine göre, yapabildiğince ve istediği gibi inanır ve inancını yaşar. Artık devlet dini yok; insanlar Fransız, İngiliz, Alman olup Katolik, Protestan, Yahudi olabilir, ya da herhangi bir külte uymayabilir. Din kişisel bir şeye dönüştü; kişinin vicdanına bağlı. Uluslar artık Katolik, Protestan diye ayrılmıyor. Elli iki yıl önce Belçika'nın kuruluşunda çok önemli bir rol oynayan din, her bireyin içinde hala önemini koruyor; ama halkların sınırlarını çizerken başvurulan şartlardan biri olmaktan neredeyse tamamen çıktı.

……

Peki, çıkar bir ulus yaratmak için yeterli midir? Sanmıyorum. Çıkar toplumları ticari antlaşmalar yapar. Ulusta duygusal bir taraf vardır; aynı anda beden ve ruhtur; Zollverein (gümrük birliği) vatan değildir.

…………..

ırk gibi toprak da ulus oluşturmaz. Yeryüzü; temeli, mücadele alanını, çalışma alanını sağlar; insan ise ruhu sağlar. İnsan, halk denen bu kutsal şeyin olu­şumunda her şeydir. Maddi hiçbir şey yeterli değildir. Ulus, tarihin derin karışıklıklarının sonucu doğan ruhani bir ilkedir, toprağın yapılanmasıyla belirlenen bir grup değil, ruhani bir ailedir.

Böyle ruhani bir ilkeyi yaratmaya nelerin yetmeyece­ğini gördük: ırk, dil, çıkar, dini yakınlık, coğrafya, askeri gereklilikler.

………..

Ulus bir hissiyat, ruhani bir ilkedir. Bu hissiyatı, bu ruhani ilkeyi aslında bir olan iki şey oluşturur. Biri geçmişte, diğeri şimdidedir. Biri ortak zengin bir hatıralar mirasına sahip olmaktır; diğeri şimdiki zamanda ortak karara varma, birlikte yaşama arzusu, bölünmemiş halde aldıkları mirası geliştirmeye devam etme iradesidir. Beyler, insan doğaçlama yapmaz. Ulus, birey gibi, uzun bir gayret, fedakarlık ve özveri geçmişinin sonucudur. En meşru kült ata kültüdür; atalarımız bizi biz yapmıştır. Kahramanlıklarla, büyük adamlarla ve zaferlerle (hakiki zaferlerden bahsediyorum) dolu bir geçmiş, işte ulusal fikrin dayandığı sosyal sermaye bunlardır. Geçmişte ortak zaferlere, şimdi ortak bir iradeye sahip olmak; hep beraber büyük işler yapmak ve daha da yapmak istemek, işte bunlar bir halk olmanın başlıca şartlarıdır. İnsan rıza gösterdiği fedakarlıklar ve çektiği acılar kadar sever. İnsan kendi yaptığı ve miras bıraktığı evi sever. Sparta marşı "Siz neydiyseniz biz oyuz, siz neyseniz biz o olacağız," tüm sadeliğiyle her vatanın kısaltılmış ulusal marşıdır.

Geçmişte paylaşılan bir zafer ve acı mirası, gelecekte gerçekleştirilecek ortak bir plan; beraber acı çekmek, sevinmek ve umut etmek, işte ortak gümrüklerden, stratejik fikirlere uygun sınırlardan daha önemli olan budur; işte ırk ve dil farkına rağmen herkesin anladığı şey budur. Biraz önce "beraber acı çekmek" dedim; evet, paylaşılan acı sevinçten daha çok birleştirir. Aslında ulusal anılar, yaslar, zaferlerden daha kıymetlidir, çünkü görev yükler ve toplu bir çaba beklerler.

………

ulusların varlığı iyi, hatta gerekli. Ulusların varlıkları özgürlüklerinin garantisi, ki bu özgürlük dünyada sadece tek bir yasa ve efendi olsa kaybolurdu.

……..

Sağlıklı bir akla ve sıcak bir kalbe sahip büyük bir insan topluluğu ahlaki bir bilinç yaratır, bu bilince ulus denir.”

*****************************

Ernest Renan, Ulus Nedir
Ernest Renan

Konferansın kendimce özetini çıkarmış oldum. Aslında benim de daha önce kendi kendime tespit ettiğimi bir durumu burada görmekten memnun oldum. Bir grup insan neden bir arada yaşamak istesin? Neden dini, dili, ırkı farklı olan insanlar bir arada yaşamak istesin? Osmanlıcılık politikası neden tutmadı? Neden bu insanları bir arada tutamadık? Aslında İsviçre örneği ne kadar uygun bu durumu anlamaya. Ortak bir geçmiş, ortak bir efsaneye sahip olma asıl önemlisi birlikte olursak güzel günler göreceğiz umudu. Bu iradeye Balkanlardaki milletler sahip olmadığı gibi Anadolu’nun içindekiler de sahip değildi. Osmanlıyı yönetenlerin her şeyi baştan yanlış yaptığının göstergesi.


Renan ne diyor İtalyanlar yenildikleri halde ulustu, Türkler ise kazandıkları halde değildi. Ulusların varlığının şu an için gerekli olduğunu ama ileride ne olacağının bilinemiyeceğini söyleyerek bitirmiş konferansı. Bu konferansın 1882 de yapılmış olmasına inanamıyorum. Avrupa ile ilgili, Avrupalı bilim insanları ile ilgili genel bir görüşüm var. Bu insanlar bizlerden çok daha hazırlar. Bizim günümüzde dahi çözemediğimiz soruları, sorunları bu insanlar 200 yıl öncesinden tartışmışlar, halletmeye çalışmışlar. Doğru veya yanlış bazı tespitlerde bulunmuşlar. Doğru veya yanlış çözüm önerileri sunmuşlar.


1882 de bu tespitleri yapıyor. O zamanlar henüz Türkiye'nin parçalanacağı belli değil. Henüz 1. Dünya savaşı olmamış, Balkan Ülkeleri henüz Osmanlı bünyesinde. Daha o zamanlar sadece Anadolu'da bir ulus olduğumuza dair görüşü var Renan’ın. Ulus olmanın gereği ve önemi hakkında belki de bizden daha çok kafa yormuş bu bilim insanı. 1882’de bu konferansı veriyor. Bunun öncesinde bir düşünsel hazırlık olmalı.


Bizim 2022 yılında hala bir ulus olup olamadığımız belli değil. Bir yanda Kürtler, bir yanda aşırı dindarlar, bir yanda Atatürk Cumhuriyetine sarılanlar. 100 yıl önce ne tartışmışsak hala aynı yerdeyiz. Hala ülke Ziya Gökalp’in bahsettiği “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muassırlaşmak” üzerine kurulu bir tartışma ortamında. Bu konuyu çözemedik, çözemediğimiz için de ortak bir irade etrafında birleşip bir ulus olamadık. Ortak acılarımız bile yok. Birisi Atatürk’e taparken bir diğeri Abdülhamid’e tapıyor bir diğeri ise ülkenin en az %85’inin nefret ettiği Abdullah Öcalan’a lider gözüyle bakıyor. Buradan “sağlıklı bir akıl” ve “sıcak bir kalp sahibi” büyük bir insan topluluğu çıkar mı? Buradan “ahlaki bir bilinç” çıkar mı? Buradan bir “ulus” çıkar mı?


Ernest Renan’ın tespitlerini çok geniş tuttum çünkü “ulus olmak”la ilgili çok ciddi sorunlarımız var. Barış Ünlü Türklük Sözleşmesini ele alırken doğru noktalara parmak basıyor. Kitabın eksiklerinden birisi de kitap boyunca tarihimizi eleştirel bir gözle inceliyoruz bun da bir sorun yok ama pek çözüm çözüm önerisi de sunmuyor. Yada ben göremedim. Değerlendirmeye devam edelim. Bu konuya sonra tekrar döneriz nasılsa.


Sayfa 158:

“Müslümanları 1913'ten 1922'ye, hatta belki bugüne kadar birleştiren bir diğer ilgili faktör, uğradıkları/uyguladıkları kolektif şiddet ve bu şiddetlerin hafızası ve hafızasızlığıdır. Şiddet hem sürekli tekrarlanarak ve hatırlanarak, hem de sürekli unutarak ve unutturarak birleştirir.”


Sayfa 159:

“Hatırlama ve unutma, hayırla anma ve kötülüğü reva görme, kökenleri itibariyle Müslümanlık Sözleşmesi çerçevesinde, Müslüman duygularıyla iç içe, neredeyse kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Müslümanlar Sarıkamış'ta, Çanakkale'de ve Kurtuluş Savaşı'nda ölen dindaşlarına, yaşadıkları ülkeyi onlara borçlu oldukları duygusuyla gerçekten de minnettardırlar. Bu savaşlarda ölenler şüphesiz ki çoğunlukla yoksul, savaşa gönülsüzce giden insanlardı ve elbette ölmeyi istemediler. Ancak, geride kalanlar, ölmeyenler, bu insanlara karşı hep minnet duydu.”

Sayfa 159-160:

“Buna göre sözleşmenin dışındakilere karşı, özellikle de sözleşmenin karşısındaki tehditlere karşı, herhangi bir ahlaki yü­kümlülük duyulmamaktadır. Mukayeseli etnik temizlik çalışmalarının gösterdiği gibi, devlet ile toplum arasında bir teklik ve birlik yaratmaya çalışan, bu anlamda eş zamanlı olarak yeni bir devlet ve toplum inşa eden homojenleştirme politikaları "içeri"yi ve "dışarı"yı, "biz"i ve "onlar"ı net terimlerle ve sınırlarla ayınr. Bu mantığa ve duyguya göre, soyut ve somut sınırların dışında kalanlara kötülük yapmak serbesttir; çünkü bu, kötülük değil bir hak olarak görülmektedir. Ahlaki yükümlülükler (iyilik yapma, kötülük yapmama, hakkını koruma, anısını yaşatma vb.) ve ahlaki duygular (minnet, sorumluluk, suçluluk, utanç vb.) içeride­kilere ayrılmıştır.”


Sanırım şu son yaptığım alıntılar neler yaşandığını çok net ortaya koyuyor. Bir toplum olmak için, bir grup olmak için başkasına, ötekine ihtiyaç var. Eğer başkası, öteki yoksa biz de olamıyoruz. Düşman olmadan bir grup olunamıyor. Dolayısı ile de eğer düşmana, ötekine, başkasına bir şey yapmışsak ve bu şey kötü de olsa, ahlaksızca da olsa yanlış değil. Çünkü onlar düşman. O kadar basit bir mantık ki.


Daha önce yazdığım, savaş sırasında birisini öldürmek cinayet olarak görülmezken günlük hayatta öldürmek suç. İnsan olarak bu şekilde evrimleşmişiz. Zaten bu yüzden toplumsal canlılarız. Tek başımıza hayatta kalamıyoruz. O yüzden içinde bulunduğumuz grup bizim için çok önemli. Fakat evrimimizi tamamlayamamış olmamızın sebebi bu mekanizma küçük gruplara göre evrimleşmiş. Yani 150-200 kişi isek sorun yok ama sayı büyüdükçe sorun da büyüyor. “Biz” diye kime diyeceğiz? Sadece onları tespit etmek yetmiyor. Biz olarak kimi ele alacağız?


Ernest Renan da diğer başka düşünürler de bu büyüyen grupların ortak hareket etmesine dayanak bulmak için bir ışık bulmaya çalışmışlar. Önceden kolaydı. İnsanları din ile bir arada tutmak mümkündü, milliyetçilik onun yerini alsın istendi ama din kadar sağlam bir tutkal olmadığı ortada. Ortak acı, birlikte yaşamaya yönelik irade bunlar çok havada laflar. Başka bir şey var onu görmek lazım. Sorun başka yerde. Sorun insanların en temel içgüdüsünün doyurulup doyurulmamasında. Hepimiz etnik, dinsel, dilsel yapılarımızdan önce, her şeyden önce, insanız. Belki de tek ortak noktamız bu. Bunun dışındaki her şey uydurma. İnsan olarak ilk hedefimiz hayatta kalmak. İkinci olarak da soyumuzu devam ettirmek. Bu durumda benim hayatta kalmamı garanti eden her topluluk da çok rahat yaşayabilirim. Eğer uydurmuş olduğumuz “ulus”kavramı gerçekten işlevsel olsaydı göç edenler insanların gittikleri yerde barınamamaları ilk fırsatta geldikleri yere dönmeleri gerekirdi. Öyleyse bir ulusun parçası olmak tamamen uydurulmuş bir şey.


Bizler devletlere güveniyoruz. Bizi hayatta tutacak, bizim sağlıklı ve güvenli şekilde yaşamamızı sağlayacak devlet içinde yaşamak istiyoruz. Bu devlet benim değerlerimi yaşamamı sağlıyorsa, bence önemli olan değerlerin anlamlı olduğu hissini bana veriyorsa da o devlet benim için doğru devlet. Yani din gibi, milliyetçilik gibi kavramlar günümüz için çok ilkeller. Fakat hala iş yapıyorlar. Neden? Neden bu kadar basit kavramlar hala iş görüyor? Neden insanlar kendileri için asıl önemli olanı göremiyorlar?


SAyfa 162-163:

Dolayı­sıyla Kurtuluş Savaşı'ndaki Müslümanlık Sözleşmesi, Müslü­manlar arasındaki göreli demokratikliği ve yataylığıyla, korku duygusuyla, güvenlik arzusuyla, Müslümanlara güvenlik sağla­yabilecek yeni bir devlet kurmasıyla, Toplumsal Sözleşme kavramıyla düşünmek için iyi bir örnek teşkil eder: "Bir insan topluluğu, kendi aralarında ahit yaparak, hepsinin birden kişiliğini temsil etmek, yani onların temsilcisi olmak hakkının hangi kişiye veya heyete verileceği konusunda çoğunlukla anlaştığı vakit, bir devlet kurulmuştur denir.

Ne var ki, Müslümanlık Sözleşmesi'yle kurulan bu yeni devletin liderlik kadrosu, savaşın kazanılmasından sonra sözleşme­nin temel ilkesinde bir daraltmaya giderek, sözleşmeyi Türkleştirdi. Bu değişim, Türkiye'de güvenli ve imtiyazlı bir şekilde ya­şayabilmek için artık Müslüman olmanın yetmediği, aynı zamanda Türk olmak gerektiği anlamına geliyordu. Başka bir deyişle, kişi hem Müslüman hem de Türk olmalıydı.”


Aslında Balkanlarda Müslüman olmasına rağmen Osmanlı bünyesinden kopan milletleri görünce, Arnavutluk ve Bosna gibi yada Kurtuluş Savaşı sırasında Müslüman olmasına rağmen destek vermeyen güneyimizdeki milletleri görünce, Araplar gibi yeni ülkeyi kuranlar şunu düşünmüş olmalılar. Eğer bir millet olamazsak parçalanırız. Hali hazırda var olan toplumun demografik yapısı ne? Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Gürcüler, Araplar, Arnavutlar, Balkan göçmenleri, Kafkas göçmenleri liste uzayıp gidiyor. Memleket resmen Müslüman grup mozaiği. Küçüklü büyüklü bu kadar farklı grubu bir arada tutmanın yolu yok. İlla ki ilerleyen bir tarihte ayrılıp ayrı bir devlet kurmak isteyecekler. Olmayacak duaya amin demenin manası yok. Bu yüzden asli grup olan Türklük şemsiyesi altında toplayalım da ilerde başımız ağrımasın demişler.


Sayfa 164:

“Gelgelelim, Türklük Sözleşmesi'nin Türklüğü doğuştan ge­len etnik bir özellik olmak zorunda değildi; daha ziyade, doğuş­tan Türk olmasa da her Müslümanın ve her Müslüman ailenin karar vererek geçiş yapabileceği bir dil, duygu ve bilgi dünyasıydı. Doğuştan olunması gereken şey, Müslümanlıktı. Dolayı­sıyla Gayrimüslimlere, Türklüğe geçmek için ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, Türklük Sözleşmesi'nin kapılan kapalı kalacaktı. Nitekim Müslümanlık Sözleşmesi'nin Gayrimüslimlere yapılanlar hakkında hakikatleri dile getirmeyi ve Gayrimüslimlerle duygudaşlık kurmayı yasaklayan ikinci maddesi Türklük Sözleşmesi'ne olduğu gibi aktanlmıştı.”


Sayfa 176:

“Sözleşmeye uyumu garantiye altına alan ödüller olduğu gibi, cezalar da vardır. Yani Türklük Sözleşmesi, bir ödüllendirme ve cezalandırma mekanizmasıdır da. Sözleşmeye uymayan cezalandırılmak zorundadır; çünkü bu eylemiyle sözleşmeye uyulmayabileceğini, böyle bir seçenek de olabileceğini gösterir, böyle bir ihtimal yaratır; ayrıca sözleşmeye uymayarak, sözleşmenin üzerine kurulduğu meselelere, söylemenin yasak olduğu konulara dair görüşlerini belirtebilir ve böylece sözleşmenin örtük ama herkesin bildiği ya da içten içe bildiği maddelerini açığa çıkarır, sözleşmeyi çıplaklaştırır. Ceza ölümden sürgüne, işsizlikten dışlanmaya kadar pek çok biçim alabilir, fakat ceza verileceği kesindir.”


Sayfa 177:

“Türklük Sözleşmesi'ne uymamanın nasıl ve ne gibi yöntemlerle cezalandırılacağı sözleşmenin hemen ilk yıllarında Şeyh Said İsyani İle birlikte açık bir şekilde belli edilmişti. Daha önce vurguladığım üzere, İttihatçı ve Kemalist liderlikler Müslümanlık Sözleşmesi süresince, Kürtlerin desteği hayati olduğu için en çok Kürtlere özen gösterdiler, en çok Kürtleri ikna etmeye çalış­tılar ve özellikle Kurtuluş Savaşı boyunca eşitlik ve özerklik gibi sözler vermek zorunda kaldılar. Fakat Kurtuluş Savaşı'nın kazanılıp Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte, yatay Müslümanlık Sözleşmesi yukarıdan daraltıldı; gündelik dille söyle­nirse, "söz"ler tutulmadı. Yeni sözleşmenin Müslümanlığı daraltıp Türkleştirmesinin Kürtler açısından en azından üç anlamı vardı: Özerklik sözünün tutulmayıp merkeziyetçiliğe geçilmesi; Müslümanlığın yetmeyip Türkleşme zorunluğunun getirilmesi; halifeliğin ve medreselerin 1924 yılında kaldırılmasıyla İslam'ın siyasal ve kamusal anlamını kaybedip bir Türklük şartına dönüştürülmesi.


Kürtler bakmış ki devlet kendisine verilen sözleri yerine getirmeyecek isyan etmiş. Zaten Osmanlı döneminden miras kalan duygular, düşünceler, birikimler var. Zaten Kürtlerin devlete olan bağlılığı çok sıkıntılı. Özerk bir devlet kurma istekleri ortada. Cumhuriyeti kuranlar açıkcası köprüyü geçene kadar ayıya dayı demişler ve sonra karşılarındaki “ayıyı” ehlileştirmeye çalışmışlar. Zorla, baskıyla bir yere kadar yaptıklarını sanmışlar ama insanın doğasına aykırı bir durum yaratmışlar. Kaçınılmaz olana doğru yürümüşüz. İnsanlara bir şeyleri zorla kabul ettirmek belki 500 yıl- 1000 yıl önce mümkündü ama devir değişiyor, insan değişiyor, kültür değişiyor. Sanki hiç bir şey değişmiyormuş gibi düşünmek de her halde ancak aptalların işi olsa gerek.


Yeni Alt Başlık "Türk Devleti’nin Türk Ulusu’nun Türk Bireyinin İnşası"


Sayfa 184:

“Pierre Bourdieu'nün belirttiği gibi, modem devlet farklı sermaye türlerinin tekelleşmesi süreci so­nunda tam anlamıyla ortaya çıkar: Fiziksel güç sermayesi ya da şiddet araçları (ordu, polis), ekonomik sermaye (vergilendirme, yeniden dağıtım, teşvik, finansal araçlar, para ve ölçüm birimlerinin standartlaştırılması), kültürel/bilgisel sermaye (eğitim kurumları, nüfusu tasnif etmek ve ölçmek için istatistik araçları) ve sembolik sermaye.”


SAyfa 185:

“Şiddet tekeli nosyonu Max Weber'in ünlü modern devlet tanımını akla getiriyor: "Devlet, belli bir arazi içinde,fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde (başarıyla) bulunduran insan topluluğudur. (. . .) bugün, fiziksel şiddet kullanma hakkı başka kurumlara ya da bireylere yalnızca devletin izin verdiği ölçüde tanınmaktadır. Devlet, şiddet kullanma 'hakkı'nın tek kaynağı kabul edilmektedir.''


Sayfa 195:

“Devletin şiddet, ekonomi ve kültür/eğitim alanlarındaki araçları ve iktidarı tekelleştirmesi ve merkezileştirmesi sürecine paralel olarak, sembolik iktidar da tekelleştirilir ve merkezileştirilir. Sembolik sermaye, her türlü sermayeye (şiddet araçları, ekono­mik araçlar, kültürel araçlar vb.) ve özelliğe olumluluk veya olumsuzluk atfetme gücüdür. Bir başka deyişle, devlet sembolik iktidarıyla neyin doğru neyin yanlış, neyin meşru neyin gayrimeşru, neyin değerli neyin değersiz, neyin güzel neyin çirkin, neyin ahlaklı neyin ahlaksız olduğunu söyleme gücüne, bu söylediğini dayatma gücüne ve en önemlisi bu söylediğini benim­setme gücüne sahiptir. Bourdieu bu anlamda devleti "sembolik sermayenin merkez bankası" olarak tarif eder: ''Yani toplumsal dünyada dolaşımda olan tüm itibari değerler ile diplomalar, meşru kültür, millet, sınır kavramı ya da imla gibi fetiş olarak tanımlanabilecek tüm gerçeklikleri ortaya çıktığı ve teminat altına alındığı türden bir mekan."”


Devlet gibi soyut bir kavram ve kurumun önemi tartışılmaz. Aslında her bir vatandaş devletin nasıl olacağını belirliyor ama asıl acısı devlet insanın nasıl olacağını belirliyor. Yani aslında ben, sen, o aynı kişiyiz ve hangi devlet altında yaşadığımıza göre hayatlar yaşıyoruz. Benim ben olmamda hangi devlette yaşadığımın çok büyük etkisi, katkısı var. Aynı ben hasbel kader başka bir devletin mensubu olarak dünyaya gelsem bambaşka bir insan olabilirdim. Devlet bu kadar önemli. Bu devletin nasıl oluştuğu da belli kırılma anları ile belli oluyor. Kurtuluş Savaşı ardından alınan kararlar doğrultusunda neler yaşayacağımıza birileri karar vermiş. Bu birilerinin de başını Atatürk çekmiş. Kafasında bir hedef, bir hayal varmış ve ona ulaşmaya çalışmış. Büyük ihtimalle bu ülkeyi de bir Fransa, Almanya, İtalya yapmak istedi. Kafasında her halde buna benzer bir devlet kurmak vardı. Elindeki malzeme ne kadar bu hayale ulaşmasına izin verdiyse o kadar bir şeyler yapmış. Ne kadar doğru yapmış, ne kadar yanlış?


Benim içime sinmeyen onlarca şey var. Fakat, Başka bazıları daha etkin olsa ve İslamcılık daha hakim olsaydı bu beğenmediğim devletten daha da kötü bir ülke olur muyduk? Bence olurduk. Biraz ehveni şer oluyor yani. Ermeniler tehcir edilmese, Kürtlere özerklik verilse, yada Sevr devreye sokulup Anadolu bambaşka bir ülkeler coğrafyasına dönse neler olurdu? Bunların hepsi tarihin yönünü bambaşka yerlere çevirirdi. Beyin jimnastiği yapmak açısından belki bu tür şeylere kafa yormak anlamlı olabilir ama o kadar gereksiz bir zaman kaybı ki. Boş şeylerle enerji ve vakit kaybetmeden devam edelim. Şu anki devletten de, içinde bulunduğum kültürden de memnun değilim. Benden daha da çok sevmeyen şeriat yanlıları olabilir, yada bağımsız bir ülkeye hayali olan Kürtler de olabilir, Yada ataları sürülmüş, öldürülmüş Ermeniler bam başka bir ülkenin hayalini kurabilir. Yani ülkenin şu anki halinden benden kat be kat nefret eden insanlar olabilir.


Devletin sahip olduğu güç öyle büyük ki onun bir ferdi olmak tam bir şans. Hangi devlette, na zaman dünyaya geldiğin nasıl bir hayat yaşayacağını da belli ediyor. Bazıları doğru masada ellerine çok iyi kağıt gelmiş olarak devam ediyorlar bu oyuna. Ben kendimi yanlış masada, yanlış ele sahip bir oyuncu olarak görüyorum. Diyelim king oynuyoruz ve ceza söyleyen kız almaz demiş. Benim elimde hem 3 kız var hem elimin dağılımı 4-3-3-3 hem de en küçük kağıdım 7 liymiş gibi hissediyorum. Şu an hiç olmazsa diğer kızı bari yemeyeyim diye enpas atıp duruyorum. Her neyse. Oturup ağlayacak halimiz yok ya.


Sayfa 202:

“Sonuç olarak. 1913'ten sonra yürürlüğe giren Müslümanlık Sözleşmesi'yle başlayan yeni bir devlet, ulus ve birey inşası, 1923'ten sonra Türklük Sözleşmesi çerçevesinde yürütülmüş ve 1938 Dersim harekatıyla birlikte büyük ölçüde tamamlanmıştır. Bu süre zarfında devlet, teritoryal sınırlan -Lozan'da uluslararası olarak da tanınan- belli bir toprak parçasında, şiddet ve vergilendirme araçlarını, kültürel/bilgisel sermayeyi ve sembolik iktidarı tekelleştirmiş; böylece bilgileri ve duyguları da merkezileştirmiş, alternatif bilgi ve duyguları yasaklamış, hatta bastırmış; ortak görme, algılama, düşünme, değerlendirme ve duygulanma biçimlerini insanların zihnine işleyerek ortak bilişsel ve duygusal yapılar/şemalar inşa etmiş, insanların içinde yaşadıkları dünyayı bir Türk olarak deneyimlemelerini sağlamış, yani onları Türk bireyleri yapmıştır.”


Böylece Türklük Sözleşmesine Geçiş Bölümü bitmiş oldu. Bir sonraki bölüm 4. Bölüm Türklük İmtiyazları, Türklük Performansları, Türklük Halleri adını taşıyor.


Şu ana kadarki kısım için şunu söyleyebilirim ki Osmanlıdan aldığımız miras berbatmış. Nasıl bir kişinin toplumdaki statüsünü sahip olduğu kültürel, sosyal, ekonomik vs. sermayesi belirliyorsa yani bir insan daha doğduğu anda ne tür bir hayatın içine doğduğuna göre ne yaşayacağının da sınırları belli oluyorsa bizim ülkemiz için de aynı şey geçerli. O kadar dandik sermayelere sahip olarak kurulmuş ki ülke bir türlü sermayesi yüksek diğer ülkelerin yanından sıyrılıp gösterememiş kendisini. Bir devleti güçlü, gelişmiş, ileri yapan her ne varsa biz de yokmuş. Bu kadar basit. Ne para varmış, Ne birikim varmış, ne bilim varmış, ne sanat, ne hukuk, ne edebiyat, tiyatro, resim, teknoloji, ticaret… saymakla bitmez. Bir ülke ancak bu kadar geri kalabilirmiş. Osmanlı'yı bu hale getirenlerin daha 1800 ler de hissettiklerini ama doğru adımları bir türlü atamadıklarını biliyoruz. Ne zaman bir şey yapmak isteseler hep baltayı taşa vurmuşlar. Ordusu ile, bilim insanı ile, sanatçısı ile aklınıza gelen her ne varsa çağın gereğini yerine getirememişler. Var olanla yetinmekle kaldıkları gibi bir de üstüne üstlük ilerlemeyi yanlış görmüşler. Aynı hastalık hala devam ediyor. Hala kendilerince modernite kötü, batılılaşma kötü. Bir türlü anlamak istemiyorlar, görmek istemiyorlar. Osmanlıdan sadece bozuk ve eksik sermayeleri miras almakla kalmamışız. Aynı zaman da bozuk anlayışı da almışız. Osmanlıyı geri bırakan her ne varsa hala halkın damarlarında ayı zararlı kan akmaya devam ediyor.




Comments


bottom of page