Zaten gereğinden fazla yorum yazdım. Heyecanıma yenik düştüm. O yüzden direkt konuya giriyorum. Sayfa 314’deyiz. Alt Başlık, “İsmail Beşikçi'den Barış İçin Akademisyenler’e:
Bir Dönüşümün Kısa Tarihi”.
SAyfa 314:
“Türklük Sözleşmesi'nin inşasında ve onun alt-bileşenleri olan bilgisizlik ve duygusuzluk sözleşmelerinin işleyişinde, aydınlara ve akademisyenlere büyük bir rol atfetmiştim. Bu nedenle, krizin dönüşüm ve katılaşma gibi etkilerini, krizle başetme stratejilerini, krizi hafifletmek için gösterilen performansları, krizin nasıl kitleselleştiğini akademisyenler ve aydınlar üzerinden incelemek, kitabın önceki bölümleriyle belli bir bütünsellik oluşturacak, değişimi izlememizi kolaylaştıracaktır. Analiz için seçtiğim akademisyen ve aydınlar arasında, değişimin başlangıcını oluşturan İsmail Beşikçi ve değişimin geldiği noktayı gösteren Barış İçin Akademisyenler Gibi örnekler kaçınılmaz olarak kendilerini dayattılar.”
Sayfa 316:
“Beşikçi' den önce Türklüğün bir düşünce ve duygu dünyası olduğunu, kişinin görme/görmeme, duyma/duymama, bilme/bilmeme, ilgilenme/ilgilenmeme ve duygulanma/duygulanmama biçimlerini şekillendiren bir habitus olduğunu hiçbir Türk bilmiyordu; çünkü henüz hiç kimse suyun dışına çıkmamıştı.”
İsmail Beşikçi, Çorum’un bir ilçesinden, 1940 da doğmuş. 1958’de AÜSBF’ye girmiş. Sol hareketlerin içinde yer almış. 1962’de SBF’den mezun olmuş.
Sayfa 317:
“Beşikçi'nin istisnailiği, Ankara veya İstanbul'da yaşayıp Doğu hakkında sınırlı sayıdaki kitapları ve yazıları okumakla yetinmeyip Doğu'ya gitmesi, yıllarca orada yaşaması, çalışması, zaman içinde de bir "Doğu Anadolu uzmanı" olmasıydı. Kürt illerinde yaşayıp çalışması, kendi düşünce ve duygularının Türklükle şekillenmiş olduğunu süreç içerisinde fark etmesini sağlayan bir faktör oldu; çünkü zamanının büyük bölümünü Türklerden bambaşka biçimlerde düşünen ve duygulanan Kürtlerle geçirecekti.”
Bizler yani doğuya gitmemiş olanlar uzaktan ahkam kesmeyi çok iyi biliriz. Bir de başkasını aşağılamayı… Sanki o insanlar, doğuda doğmak ile yaşadıkları şeyleri otomatik olarak hak ediyorlarmış gibi. Batıdaki insana sorsan iyi, vicdanlı, ahlaklı olduğunu çok kolay söyler. Kendisini sorgulama ihtiyacını hiç hissetmez. Doğuda olanlar peki özeleştiri yaparlar mı? Hiç zannetmiyorum. Bir an için mağdur oldukları için hatalarını görmeme hatasını yapmak üzere olduğumu farkettim. Doğuda olmak, doğuda doğmak zor, kabul ediyorum ama Kürtlerin çağa uygun bir bakış geliştirdikleri söylenebilir mi? Tamam, dezavantajları olan insanlar ama oturup ağlamak yerine hangi çözümü üretmişler. Tabii, doğuştan gelen olumsuzluklara sahipler ama bu durum onların her şeyi doğru yaptıkları anlamına da gelmiyor. İçinde bulundukları durum birçok sorununun sorumluluğunu başkaları üstüne atmalarına yardımcı oluyor ama çözümün kendilerine düşen parçasını da görmemelerine yol açıyor.
Ben bile bunları yazarken zaten çok eziyet çekmişler, zaten dışlanmışlar, zaten yok sayılmışlar böyle eleştirmek doğru mu diye sorguluyorum kendimi. Ama bu gerçekleri görmekten kaçmak için çok sağlam ve güçlü bir bahane yaratmış oluyor. Bu tehlikeyi, riski görerek bu konular üstüne kafa yormak gerekiyor.
Sayfa 317-318:
“Sınırdaki askerlik dönemi, Beşikçi'nin Güneydoğu Türkiye'de yaşayan insanlarla Kuzey lrak'ta yaşayan insanların akraba olduğunu ve aynı dili konuştuklarını görmesini sağladı. Dolayısıyla sınır sadece iki devleti ayırmıyordu, aynı zamanda tek bir ülkeyi, yani Kürdistan'ı da bölüyordu. Bu tabii henüz bilincine çıkan bir düşünce değildi, çünkü bu düşüncenin bilince çıkması hem "zihindeki karakollar'' (bu, Beşikçi'nin sık kullandığı bir metafordur) nedeniyle zaman istiyordu hem de o düşüncenin bedelini göze alabilecek bir manevi dönüşüm gerektiriyordu.”
Devlet nedir, ülke nedir? Ne kadar kışkırtıcı bir laf değil mi? Bu kısmı okuyup da rahatsız olmamak mümkün mü? Kürdistan diye bir ülke var öyle mi? Ve bu ülke iki devletin içinde de var. Yarısı Irak’da, yarısı Türkiye’de. Aynı şey Suriye için de söyleniyordu. Bir zaman geldi, bir sınır çekildi ve akrabalar sınırın iki yanında kaldılar. Bu durum aslında tüm doğu sınırımız için geçerli. Peki reelde yaşanan bu durumun adı Kürdistan adına sahip bir ülkenin bölünmesi midir? Bu gerçek mi? İlla ki bu durumu böyle mi adlandırmak zorundayız? Avrupa'da Almanca konuşulan bir süre bölge var. Burada yaşayan insanlar biz bir ülkeyiz diyorlar mı? Yada Fransızca konuşulan yerlerin olduğu gibi. Yani orada da, burada da Kürtçe konuşuluyor diye bu durumu bu şekilde dile getirmek doğru mu? Kürdistan diye bir ülkeden bahsetmek doğru mu?
Beşikçi’ye dönersek 1964 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesinde sosyoloji kürsüsünde asistan oluyor. 1967’de doktorasını sunuyor. 1970 yılında görevine son veriliyor. Doktora çalışması ile birlikte Doğu Anadolu’da uzun yıllar çalışmalarını sürdürüyor. 1971 yılında SBF’de doktor asistanlık görevine başlıyor. Aynı yıl tutuklanıyor. 1974 affına kadar hapiste kalıyor. 1979’dan 1999’a kadar geçen sürenin 14 yılını cezaevinde geçiriyor. İsmail Beşikçi’nin tercihleri farklı. Kendine has bir insan. Onun yerine başkası olsa bunları tercih eder miydi bilemiyorum. Bir ömrü bu şekilde yaşamak… oldukça idealist bir tercih. Saygı duyuyorum. Belki o ve onun gibiler sayesinde makus talihimiz değişiyor.
Hepimiz tercihlerde bulunuyoruz. Bilmeyi tercih edince geri dönüşü olmayan bir yola girmiş oluyorsun. Bir konuyu bilip de hareket etmemek çok zor. Vicdanının rahat olması için doğru olanı yapman gerekiyor. İsmail Beşikçi kendi doğrularını yaşamış ve insanlara da aktarmış. Çok insan yapmazdı.Bir Kürdün ben Kürdüm demesi ile bir Türkün onlar Kürt demesi arasındaki farkı görmek gerekiyor. Kral Çıplak masalının toplumsal boyutta olanını yaşıyoruz. Toplumun bir kısmı çıplak ama üstünde kıyafet olduğunu sanıyor, giyinik olanlar siz çıplaksınız diyorlar ama bu kadar insan bir türlü kabul etmiyor çıplak olduklarını. Aralarından birisi çıkıp diyor ki artık aptallık yapmaktan vazgeçelim aslında çıplağız hepimiz. Asıl sorun da burada başlıyor. Bu kadar insanın topluca aptal olduğunu kabul etmesi çok güç. Bir kişiyi ikna etmek daha kolay. Bir toplumu ikna etmek çok daha zor.
Kitabın sonuna geliyoruz. Türkiye'Fede Türklük Sözleşmesi kapsamında olmayanların yaşadığı dramı gözler önüne seren bir kitap oldu. Ben kişisel olarak daha önce düşünmediğim şeyleri düşündüm bu kitap sayesinde. Kitabın beğenmediğim, eleştirdiğim, eksik olduğunu düşündüğüm yönleri de vardı ama hakkını yemeyeyim Barış Ünlü çok kaynak taramış bu kitap için. Osmanlıdan günümüze konuyu çok iyi özetlemiş. Kürt sorunun geçirdiği evrimi daha iyi görüyorum şu an.
Sayfa 349:
“Eskiden kişi Ermeni ve Kürt meseleleri gibi sorunlardan, bu sorunları emperyalizme, feodalizme, gericiliğe, kavimciliğe vs. bağlayabildiği ölçüde, özsaygısını koruyarak kaçabiliyordu. Fakat Türklük Sözleşmesi çerçevesinde işlenmiş ve sessizlikle geçiştirilmiş suçlar ortaya saçıldıkça, bu kaçış mekanizmaları saygınlığını, dolayısıyla kullanışlılığını yitirdi. Artık eskiden işlenen suçlar, eskiden olduğu gibi meşru görülmüyor ve kötülük Türklük Sözleşmesi'nin dışındakilere atfedilen bir karakteristik olmaktan çıkıp sözleşmenin içindekilere de atfedilmeye başlanıyor. Geçmişte işlenen suçlara ve suçların süregelen etkilerine dair gelişen bu yeni bilinç ve duygu repertuarı, günümüzde işlenen ve gelecekte işlenecek suçlara sessiz kalma ihtimalini de ortadan kaldırdı.”
Sayfa 351:
SONUÇ
Türklük Sözleşmesi'nin geleceği ne olacak? Başka tip bir sözleşme, diyelim daha eşitlikçi bir sözleşme veya daha baskıcı bir sözleşme, yakın ya da orta vadede gündeme gelebilir mi? Kendilerini ister istemez dayatsalar da, bu türden geleceğe dair sorulara cevap vermek çok zor. Birincisi, geçmiş hakkında düşünmek için faydalı bir kavramsal araç, örneğin sözleşme, gelecek hakkında düşünmek için faydalı olmayabilir ya da yanıltıcı olabilir. İkincisi, gelecek her zaman olduğu gibi şimdi de belirsiz. Bu, Dünya'nın içinden geçtiği, muhtemelen onlarca yıl sürecek çalkantı ve altüst oluş süreci nedeniyle özellikle böyle. Uluslararası ve ulusal kurumların/politikaların itibarını yitirdiği, anaakım siyasetin çöküp yerini aşırı sağ ve radikal sol siyasetlere bıraktığı, en medeni görünen ülkelerin dahi öz-imaj-lanna hiçbir şekilde uymayan seçim sonuçlarının ortaya çıktığı, ABD hegemonyasının durdurulamayan bir gerileme içinde olduğu, dolayısıyla küresel güç mücadelesinin kızıştığı, hatta lmmanuel Wallerstein'e göre kapitalizmin sonuna gelindiği bir "kaotik belirsizlik' döneminde, Türkiye'nin geleceği de bütünüyle meçhul. Yine de, bütün bu çekincelere rağmen, geleceğin şekillenmesinde etkili olabilecek bazı faktörler üzerine belki birkaç şey söylenebilir.
Daha fazla alıntı yapmayacağım. Son bir kaç cümle ile bitiriyorum bu uzun değerlendirme yazısını. Ben dindar değilim, milliyetçi de değilim. Her ikisine de inanmıyorum. Neden gerekli olduğunu görüyorum ama şart olmadıklarını düşünüyorum. Yani insanlar bu tür şeyler olmadan da bir arada yaşayabilir. Aslında çok hızlı adapte olabilen bir canlı türüyüz ama yaşamın hızına kültürel evrimimiz ulaşamadı. Geride kaldı. Çok hızlı bir şekilde bünyemizin kabul ettiğinden fazla insanla muhatap olmak zorunda kaldığımız bir hayat biçimini ifa eder hale geldik. Yani aslında zihnimiz küçük gruplarla baş edebilecek şekilde evrimleşmişken, diyelim 100-150 kişi, yaşadığımız gerçeklik bunun çok çok ötesinde. Bir şekilde milyonlarca insanla bir arada yaşayabilmenin yolunu bulmalıyız. Şu an ürettiğimiz formüller maalesef ehveni şer durumunda. Demokrasiler, cumhuriyetleri laiklik, ulus devlet vb. üretebildiğimiz şeyler bunlar. Belli ki şimdilik idare ediyor ama kesinlikle ideal değil. Ancak huzursuz, mutsuz da olsak iyi kötü hayatta kalmamızı sağlıyor, o kadar. Daha ötesi değil.
Durumumuzu izlediğim bir dizi filmdeki kısacık bir anla anlatmak istiyorum.
Dizinin adı The Queen's’ Gambit. Genç bir satranç oyuncusu kızın başından geçenler anlatılıyor. Bir sahnede başrol oyuncusu kız büyüdüğü yetimhanenin önünde, yetimhane zamanlarında birlikte olduğu bir kız arkadaşıyla birlikte arabanın içindedir.Hızlı adımlarla yetimhaneden çıkar ve koşar adımlarla arabaya biner, nefes nefesedir. Elinde çocukken ona satrancı öğreten adamın kendisi ile çekilmiş bir fotoğrafı vardır. Bu fotoğraf onun ilk fotoğrafıdır. Onun hayatında çok önemli bir yer tutan adamla tek fotoğrafı. Zaten orada bulunma sebepleri satrancı ona öğreten o adamın cenazesine katılmaktır. Uzun zamandır kendisini ağlamamak için zor tuttuğu için elindeki resme bakarken hıçkırmaya başlar. Yanındaki kız arkadaşı onu teskin etmek için hıçkıran kızı göğsüne bastırırken “ohh honey, did you bite off more than you can chew?” yani “ohh, tatlım, boyundan büyük işlere mi bulaştın?” der.
Bu sahne beni çok etkiledi. Dizinin konteksi içinde tabii ki çok daha etkili ve anlamlı ama çok basit bir şeyi görmemi sağladı. Hemen hemen hepimiz hayatta kalabilmek için, hayata tutunabilmek için bazen boyumuzdan büyük işlere bulaşıyoruz. Bazen tüm dünya üstümüze geliyormuş gibi hissediyoruz. Bazen sanki üstümüzde o kadar fazla yük var ki nefes bile alamıyormuş gibi hissediyoruz. Kişisel olarak bunu yaşayabiliyoruz ama acı olan şu ki bu durumu aslında tüm insanlık olarak da yaşıyoruz. Yani boyumuzdan büyük işlere bulaşmış durumdayız. Öleceğimizi bilerek yaşıyoruz ve bu yük bize çok ağır geliyor. Bu yükten kurtulmak için çeşitli çareler üretiyoruz, din gibi, astroloji gibi, yoga gibi, meditasyon gibi, uyuşturucu gibi, alkol gibi, hovardalık gibi, kumar gibi… ama olmuyor. Tüm insanlık olarak üstesinden gelmeye çalışıyoruz ama beceremiyoruz. Tek başımıza beceremediğimiz gibi bir arada kalarak yapalım diyoruz ama durumu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyoruz. Amansızca hayatta kalmaya çalışıyoruz, bunun için herşeyi yapıyoruz ama günün sonunda ne kadar anlamsız olduğumuzu görünce apışıp kalıyoruz. Kendini en iyi kandırabilenler(!)(bambaşka bir yazının konusu) son nefesini verdiklerinde gözleri arkada kalmamış oluyor ama bu şansa sahip olanlar belki de milyonda bir bile değil.
Bu kitap belki boyumuzdan büyük işlere kalkıştığımızı görmemize yardımcı olur.
SON
Kommentarer