top of page
Okunduğu Gibi

TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİ KİTAP ELEŞTİRİSİ VE DEĞERLENDİRMESİ (12. Yazı)

Kitabın Son Bölümü “Türklük Krizi”. Finale ulaştık. Yorucu bir süreç oldu. Kitabı zaten altını çizerek, kenarlarına not alarak okumuştum. Buraya alıntı yapmak için kitabı bir kez daha gözden geçirmiş oldum. Bazı şeyleri okurken kafama da not almıştım, onları yazıya döktüm. Bazı şeyler doğaçlama gelişti. Bazı şeyleri okurken farketmemiştim, alıntılama işi sırasında gördüm. Ulus olmak ne demek kafam daha net. Biz “neden ulus olamadık” artık daha netim. Sahip olduğumuz sermayeye göre bir devlet kurmuşuz ve sorunla kurulan, sorunlu kurulan devletin sonuçlarını yaşıyoruz. Her neyse daha fazla uzatmadan kitaba geçeyim.


Sayfa 283:

“Türklüğün belli görme, duyma, bilme, duygulanma ve ilgilenme biçimleri olarak tarif ettiğim pozitif halleri ile belli duymama, bilmeme, ilgilenmeme ve duygulanmama biçimleri olarak tarif ettiğim negatif halleri birbirleriyle doğrudan ilişkilidir. Çünkü kişi belli biçimlerde görmesi, duyması, bilmesi, duygulanması ve ilgilenmesi sayesinde belli biçimlerde görmez, duymaz, bilmez, duygulanmaz ve ilgilenmez; aynı şekilde, belli şeyleri görmediği, duymadığı, bilmediği, onlar hakkında duygulanmadığı ve onlarla ilgilenmediği için belli biçimlerde görür, duyar, bilir, duygulanır ve ilgilenir. Hem pozitif hem de negatif haller içinde oluştukları Türklük Sözleşmesi'nin, onun güç hiyerarşisinin, iktidar ilişkilerinin ve imtiyaz mekanizmalarının aralıksız bir şe­kilde yeniden üretilmesinde hayati bir rol oynarlar; fakat sözleş­menin sürekliliği açısından bence daha önemli olanı negatif hallerdir. Türklük Sözleşmesi'nin dışına çıkılmamasını sağlayarak sözleşmeye riayet edilmesini sağlarlar. Aynca bu negatif haller de birer imtiyazdır; çünkü bir ülkede sadece egemen grubun görmeme, duymama, bilmeme, duygulanmama ve ilgilenmeme gücü ve hakkı vardır.”


SAyfa 284:

“Ne var ki, bir görme, bilme, düşünme ve duygulanma dünyası olarak Türklük, 1960'ların ikinci yansında başlayan ve bugüne kadar giderek yoğunlaşan ve genişleyen bir kriz içerisinde. Kriz, Türklüğün negatif hallerin sürdürülememesiyle; negatif hallerin sürdürülmemesi ise, Türklük Sözleşmesi'nin dışındakilerin mücadelesi, direnişi ve kendilerine ait bir güçle ortaya çıkmalarıyla ilgili. Mücadele ve direniş sayesinde yarattıkları güçle sessizliklerini ve görünmezliklerini ortadan kaldırdılar; görülmemeyi, bilinmemeyi, ilgilenilmemeyi, yok sayılmayı zorlaştırdılar ve zaman ilerledikçe imkansız hale getirdiler. Tersten söylersem, sözleşme-içi bireyler sözleşme-dışı bireyleri görmek, duymak ve bilmek zorunda kaldılar.”


Bunu yaptılar ama bunu yapabilmek için terörizmi kullandılar. Bu tek çare miydi? Yani terör eylemi yapmadan bu devranı geri döndüremezler miydi? Gerçi kendileri buna özgürlük mücadelesi vb. şeyler söylüyorlar. Yaptıklarını terörizm olarak görmüyorlar ama bu doğru değil bence. Ne olursa olsun masum insanların ölümününü içermeyen bir çözüm bulunmalıydı.


Sayfa 284-285:

“…. ahlaki duyguların gelişmesi, ahlak dairesini sözleşme-dışı insanları içerecek şekilde genişletebilir. Sözleşme-içi kişinin dönüşmesi, Türklük Sözleşmesi'ne ve onun aldığı ahlaki biçim olan duygusuzluk sözleşmesine karşı çıkışıyla sonuçlanabileceği için, sözleşme-dışı kalması ve cezalandırılması gibi güçlü bir ihtimali de barındırır.”


Sayfa 285-286:

“Müslümanlık ve Türklük sözleşmelerinin mahiyeti sözleşme dışındakiler tarafından ortaya döküldükçe, sözleşme-içi bireyler ve gruplar bu meydan okumaya bir şekilde cevap vermek durumunda kalır;çünkü yok saymak artık mümkün değildir. Krizin nedeni meydan okumadır ve meydan okuma ne kadar güçlüyse kriz de o kadar derinleşir.”


Alt Başlık, “Kürtlerin Güçlenmesi ve Türklerin Krizi”. Bu bölümde Kürtlerin nasıl bir süreç sonunda bu günlere geldiği anlatılıyor. Tüm kısımları alıntılamam anlamsız olur. Neticede kendimce bir değerlendirme yapmaya, kitabı derin bir şekilde tanıtmaya çalışıyorum.


Sayfa 286-287:

“Türkiye sınırları içerisindeki Kürt bölgelerinde 1930'ların sonlarından 1960'lara kadar sessizlik hakimdi. 1921’de Koçgiri İsyanı!nın bastırılması ve 1937-1938 Dersim Harekatı İle birlikte Alevi Kürdistan; 1925 Şeyh Said İsyanı ve 1930 Ağrı İsyanının bastırılmasıyla birlikte Sünni Kürdistan bir anlamda yeniden fethedilmişti. Bu bastırma harekatları, on binlerce insanın öldü­rülmesi, bir o kadarının göç ettirilmesi, köylerin yakılıp yıkılması ve çok sayıda Kürdün sürgüne gitmesiyle sonuçlandı. Devlet şiddetinin devasalığı ve kitleselliği Kürt direnişinin bitmesine, Kürdistan'ın ufak tefek olaylar dışında yoğun bir korku ve ses­sizliğe bürünmesine yol açtı.”


Sayfa 288:

“Kürtlerin sol hareketler içindeki varlığı ve Kürt meselesini solun gündemine taşıması bir türmeydan okumaydı ve Türk solcularını Kürt meselesiyle ilgilenmek zorunda bıraktı…… Parti başkanı Mehmet Ali Aybar, 1967'de düzenlenen Doğu Mitingleri'nde, o zamanlar "Doğu So­runu" olarak adlandırılan Kürt sorununun sadece bir geri kalmışlık sorunu olmadığını, aynı zamanda bir horlanma sorunu olduğunu söyledi.”


Sayfa 289:

“İP'in Behice Boran'ın Genel Başkan seçildiği 1970'deki IV. Büyük Kongresi'nde aldığı, daha sonra kapatılmasına yol açacak, şu kararlardı:

Türkiye'nin Doğu'sunda Kürt halkının yaşamakta olduğunu, Kürt halkı üzerinde, baştan beri, hakim sınıfların faşist iktidarlarının, zaman zaman kanlı zulüm hareketleri niteliğine bürünen, baskı, terör ve asimilasyon politikası uyguladıklarını, (...) Kürt halkının Anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin (...) Partimiz tarafından desteklenmesinin olağan ve zorunlu bir devrimci görev olduğunu (. . .)Kürt ve Türk sosyalistlerinin Parti içinde omuz omuza çalışmaları gerektiğini (...) kabul ve ilan eder.”


Sayfa 290-291:

“12 Mart 1971 askeri müdahalesi, yükselişi ve radikalleşmesi bir türlü engellenemeyen sol hareketlere karşı yapıldı; fakat ne yükseliş ne de radikalleşme durdurulabildi. Örneğin, Diyarbakır Cezaevi'ne hapsedilen Kürt sosyalistleri siyasal savunma yapma kararı aldılar. Bu karar, Kürtçülük/bölücülük suçlamalarını reddetmek yerine, duruşmaları Kürtlerin ayrı ve ezilen bir halk, Kürtçenin ayrı bir dil olduğunu anlatmak için bir mecra olarak kullanmaları demekti. Siyasal savunma kararında cisimleşen bu siyasal radikalleşme, Kürdistan'ın dört parçaya (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) bölünmüş uluslararası bir sömürge olduğu te­zinde cisimleşen düşünsel radikalleşmeyle bir arada ilerliyordu. Sömürge tezi, ilk defa 1971 öncesinde Şakir Epözdemir ve Dr. Şivan (Sait Kırmızıtoprak) gibi Kürt sosyalistleri tarafından dile getirilse de, asıl olarak 1973 sonrası geliştirildi. 1974 affından sonra ortaya çıkan farklı Kürt örgütlerinin hepsinin paylaştığı bu tespit, Türkiye solundan ayrı örgütlenmeyi meşrulaştırıyordu, ama ondan daha önemlisi şiddet ve devrim yoluyla ulusal bağımsızlık için savaş verilmesi gerektiği fikrini - en azından bir tartışma konusu olarak- kaçınılmaz kılıyordu. Nitekim Türkiye Kürdistan Sosyalist Partisi/Özgürlük Yolu, Rizgari, Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları (KUK), Kawa, Tekoşin ve Ala Rizgari gibi Kürt hare­ketlerinin hepsi, farklı yöntemlerle ve farklı vurgularla da olsa, bağımsızlık taraftarıydılar.

Sömürge tezi, Türk sosyalistlerin krizini derinleştirdi. Çünkü Kürdistan'ın bağımsızlığını ve gerilla savaşını öngördüğü kadar, aynı zamanda Türkiye tarihinin yeniden ve bambaşka gözlerle yazılmasını gerektiren entelektüel bir girişimdi ve bu ikinci yö­nüyle de Türk sosyalistlerine yönelik büyük bir meydan okumaydı.”


Buraları okurken tsunaminin kıyıya vurmasını bekler gibi bir haldeymiş Türkiye diye algıladım. 1984 yılına geleceğiz az sonra. Ben çok küçüktüm. Cahil bir ailenin ferdi olarak aile büyüklerimin neler yaşandığına dair en ufak fikirlerinin olmadığını hatırlıyorum. Önce bu konu ile ilgili alıntıyı yapayım sonra görüşümü yazacağım. Bir grup insanın yok sayılmasının nelere yol açacağını göreceğiz. Şimdi geçmişe bakınca neyin neden olduğunu görünce daha soğukkanlı bir yaklaşım sergileyebiliyor insan. O şunu yaptı, bunun üzerine bu bunu yaptı vs… Hayat bir etki tepki silsilesi halinde akıp gidiyor. Yapılan yada yapılmayan her şey karşıda bir şeylerin olmasına sebep oluyor. Belki o an (anında) bir tepki olmayabiliyor ama neticede filizlenmesine yol açıyor.


Benim dediğim doğru ne yaparsan yap fikrimi değiştirmeyeceğim diyen bir kişiye nasıl yaklaşırsın. Bir kardeşin var seni yok sayıyor. (Yok saydığına göre kardeş olamaz değil mi? Ama ona sorsan hepimiz kardeşiz!!!)

– Tamam kardeşiz ama ben senden farklıyım, diyorsun.

– Kardeşin "hayır olamaz öyle bir şey", diyor.

– Bak, diyorsun, senin benim varlığımı kabul ediyor olup olmadığın önemli değil. Sen yok diyorsun diye ben yok olmuyorum. İşte buradayım.

– Sen var olursan bizim ailemiz dağılır, diyor.

– Sen benim var olmama izin ver, bir yolunu bulalım, diyorsun.

– Olmaz, geçmişte örneği yok, eğer senin kendine ait özelliklerin olduğunu kabul edersem mümkün değil bu aile bir arada kalamaz, diyor.

– Böyle bir risk olabilir ama bu şekilde ben yaşayamam. Sırf aile bölünmesin diye benim istediğim gibi yaşamamı engelliyorsun. Ben bu şekilde devam edemeyeceğimi, yaşadığım hayatın anlamlı olmasını istediğimi söylüyorum. Sen ne kadar kendini yaşayabiliyorsan ben de yaşamak istiyorum. Bu dünyaya senin beni manüple etmen için, asimile etmen için gelmedim. Bu şekilde devam edersek ben senden şiddet yoluyla ayrılmak zorunda kalacağım, diyorsun.

— Yapamazsın, ben senden büyüğüm, Ben ne dersem o olur. Haddini bil, diyor. Bir de üstüne üstlük sana şiddet uyguluyor, dövüyor…


Bu ailenin hatası neydi? Bu aile barış içinde yaşayamaz mıydı? Eğer barış bozulduysa bunun sorumlusu kim? İğneyi kendimize batırmadan sürekli çuvaldızı başkasına batırmak çözümsel mi? Amaç çözmek mi?


Sayfa 294- 295:

“Kürdistan İşçi Partisi/Partiya Karkeren Kürdistan (PKK), Kürdistan'da 1960-1980 arasında başlamış dönüşümün bir par­çası olarak doğdu, dönüşümün üzerinde yükseldi ve dönüşümü genişletti. 1970'lerin ortalarında Kürdistan Devrimcileri veya liderleri Abdullah Öcalan'ın adının kısaltılmış haliyle Apocular olarak bilinen grup, partilerini kurdukları 1978 yılında temel tezlerini ve hedeflerini içeren "Kürdistan Devriminin Yolu" başlıklı bir broşür yayımladılar. PKK'lilere göre, Türkiye'nin uyguladığı sömürgecilik fiziksel şiddete dayandığı gibi, ''kişiliksizleştirme kurumları" (eğitim kurumları) aracılığıyla kültürel ve ''beyinsel sömürgecilik" olarak da işliyordu. Türkiye'nin sömürgeci olduğunu inkar eden sosyalistler ise Kemalizmin zehirlediği "sosyal şovenler"di. Kürdistan Devrimi'nin nihai hedefi, sömürgeci-gerici şiddete devrimci şiddetle karşılık vermek, ''Bağımsız, Birle­şik ve Demokratik Kürdistan"ı kurmaktı ve bu ancak uzun süreli bir halk savaşıyla mümkün olabilirdi.”


Sayfa 297:

“Fiziksel şiddetin kendisi, bir meydan okuma tarzı olarak, şiddete uğrayan grupta yeni görme, bilme ve duygulanma biçimleri yaratmıyor, tam aksine eski görme, bilme ve duygulanma biçimlerini tahkim ediyordu. İsyanın temelde silahlı bir biçime dayanması, haklı ya da anlaşılabilir sebeplere dayanabileceği fikrini bir "fikir" olarak gündemden çıkarıyordu. Fiziksel şiddet, "karşıdaki"nin haksızlığına ve "kendi"nin haklılığına olan inancı pekiştiriyordu.”


Sonunda dananın kuyruğunun koptuğu yere geldik. Terörsüz bu soruna çözüm bulunamaz mıydı? 1984 senesinde çocuk olduğumu ve ilk terör olaylarını nasıl gördüğümüzü yazmıştım. Sadece TRT olan yıllar. Özal hükümeti iş başında. Ben 10 yaşındayım. 12 Eylül darbesi sırasında çok küçüğüm ama mahallelerdeki silahlı olaylara şahit olacak kadar da olayların içindeyiz. Sıradan bir Türk ailesinin bir ferdi olarak yaşamaya devam ediyoruz.


Televizyonda haber veriyorlar. Şimdi nerede olduğunu hatırlayamıyorum, sanırım doğuda bir ilde bir terör eylemi olduğu haberini duyuyoruz TV’de. (İnternetten bulmak mümkün: PKK'lı teröristlerin 15 Ağustos 1984 akşamı saat 21.30'da Siirt'in Eruh ve Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde gerçekleştirdiği, 2 askerin şehit olduğu, 9 asker ile 3 sivilin yaralandığı saldırı…) Bu habere anlam veremiyoruz. Ben çok küçüğüm ama asıl ilginci ailem de en ufak anlam veremiyor. “Nereden çıktı ki bu” diyorlar. Ailemin bu olaya olan yaklaşımı şunun için önemli. Oldukça sıradan ve ortalama insanlar olması ve Türkiye'nin alt tabakasını yansıtacak görgü, bilgi, kültüre sahip olmaları. Yani onların PKK’nın eylemlerini nasıl algıladığı, onlarda yansımasını görmek önemli. Tabii, maalesef (detayları hatırlayamıyorum ve küçük olduğum için çok da ilgi alanıma girmiyor), ben çok küçüğüm, neticede çocuğum, detaylar oldukça silik ama olayların ailemiz üstündeki etkisini hatırlıyorum.


Sonra peş peşe terör saldırılar haberleri gelmeye başladı. Şimdi detaylı şekilde hatırlayamadığım ama her ay bir iki saldırı haberinin yayınladığı bir dönem. Lanetler okunuyordu. Kalleş, hain, şerefsiz teröristler masumları öldürüyorlardı. Nasıl bu kadar acımasızdılar? İnsan olamazdı bunlar, ancak çok kötü bir varlık olabilirlerdi. Öyle büyük bir öfke ve üzüntüye sebep oldular ki? Tam anlamıyla terördü bu. Terörün tanımını gerçekleştiriyorlardı. Toplumda öfke, üzüntüye yol açacak şiddet eylemi yapıyorlardı ve terör yapma bağlamında da başarılı oluyorlardı. Peki ama neden?


Ev içindeki öfkeyi hatırlıyorum ama neden sorusu soruluyor muydu hatırlayamıyorum. Yani anne babam veya konu komşu bu olaylara neyin sebep olduğunu, bunu yapanların neden yaptıklarını sorguluyorlar mıydı? Sanmıyorum. Onların odaklandığı masum insanların, askerlerin ölüyor olduğu idi. Onları öldürenlerin de kalleş, vatan haini, şerefsizler olduğu idi.


Halk neden bu olaya karşı bu şekilde tepki gösterdi? Halk içinde Kürtlerin neler yaşadığına dair bir bilgi var mıydı? Tabii sadece kendi ailemi ve tanıdıklarımızı tüm ülke gibi ele alıp onun üstünden yorum yapmam çok yanlış ama bir yandan hem başka çarem yok bir yandan da şimdi geçmişe bakınca bu yöntemin tamamen de geçersiz bir yöntem olmadığını görüyorum. En azından oldukça iyi bir başlangıç noktası sağlıyor bana.


Bu kitabın değerlendirmesini yaparken Ermeni Soykırım’ı konusunda yazarken de çok takılmıştım. Yılların getirdiği bir kanıksama vardı. Geçmişin utancını üstümde taşımak istemiyor ve kaçıyordum. Bu yüzden de soykırım yokmuş gibi davranmak işime geliyordu. Bir de olayın üstünden 100 sene geçtiği için işim daha kolaydı. Fakat PKK terörü için durum aynı değil. Yine nesnel olmak, tarafsız olmak, gerçek ne ise görmek istiyorum. Duygularımla değil de neyin ne olduğunu anlayarak konuya bakmak istiyorum. PKK terör örgütüdür ve yaptığı herşey yanlıştır demek işin kolayı. Asıl zor olan olayın gerçekliğini görmek. Ama çok önemli bir bakış açım var. Bir şey yapıyorsam işe yaraması için yaparım. Yani boşa kürek çekmeyi anlamsız buluyorum. Dolayısı ile bir başkası da bir şeyi yapıyorsa bundan ne fayda gözettiğine bakıyorum. Amacına bakıyorum ve yaptığı şey bu amaca hizmet ediyor mu ona bakıyorum. Eğer yaptığı şey amacına hizmet etmiyorsa demek ki yaptığı yanlışmış diyorum. Bizim konumuza gelince. Bir tarafta devlet var, onun vatandaşları var, diğer tarafta bir terör örgütü var ve ona sahip çıkan, inananlar var. Konu zor bir konu ama ben kendi adıma kendimi bu konuyu irdelemek ve bir çözüme kavuşturmak zorunda hissediyorum.


Pkk’nın neden doğduğunu, Kürtlerin tarihi sürecini gördük. Pkk’ya neden ihtiyaç hissettiler, Bu örgütü neden kurdular anladık? Amaçları sömürülen Kürtlerin hakkını teslim almak ve kendilerinin varlığını kabul etmeyen, yadsıyan devletle kozlarını paylaşmaktı. Nihai hedefleri de Türkiye’den ayrılıp özgür bir ülke kurmaktı. Bu hedeflerine ulaşmaktan için Terör eylemleri yapmaktan başka çareleri olmadığını düşündüler ve bu işe başladılar. Empati yaparak, kendimizi onların yerine koyarak devam edelim mi? Onların yaptıklarını mazur göreli mi? Soru ve sorun bu. Hangi ulvi amaç masum insanların ölümünü mazur görmemize sebep olur… olur mu?


1984 yılında yapılan saldırılar ve halkta oluşturduğu tepkiye dönmek istiyorum. Halkın yaşananlara şok olması bize ne gösteriyor? Doğu sorunu, Kürtlerin sorunları vb. sorunlar halkın en ufak gündeminde değil. Yani halkın nezdinde Kürtler özgür değilmiş, sömürülüyormuş, asimile oluyorlarmış en ufak problemleri değil, bundan haberleri dahi yok. Yani bunların yaşandığına dair bilgi yoksa dünyada böyle bir problemin olması gibi bir şey söz konusu değil. İlk görülmesi gereken şey bu. Bu ülkede Kürtlerin varlığı dahi mesele değil. Tamam büyük ihtimalle Türkiye’nin doğusunda Kürtler yaşadığı biliniyor ama bunun neden bir sorun olunacağı konusu anlamsız. Onlar da bizim gibi yaşıyorlar, ne var ki?


Bu konu, yani Türkiye’de yaşayanların neye nasıl tepki gösterdikleri konusu çok ilginç. Şu anda da benzer bir dönemi yaşıyoruz. Aynı konu değil ama tepki aynı. Ülkeyi yönetenler tamamen pisliğe batmış durumdalar, her yerden rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, uyuşturucu ticareti, kaçakçılık, insanların, şirketlerin mallarına el koyma haberleri geliyor ama halkın çok büyük bir kısmı sanki bunlar hiç olmuyormuş gibi yaşamaya devam ediyor. Çok büyük bir kısmının bunlardan haberi dahi yok. Olanlar da kanıksamış durumda. Yıllar sonra bu günleri yazan bir kişi durumu nasıl değerlendirecek. 1980 li yıllarda Kürtlerin ne yaşadığı, Türkiye'de yaşayanların bu olaya nasıl baktığını tahmin etmek çok kolay. Bugün yaşanan acı gerçeklere nasıl duyarsızsak o gün yaşananlara da aynı derecede duyarsızız. Göz altına alınanlara yapılan işkenceleri bilmeyen var mı? Herkes biliyor ama kimse ses çıkarmıyor. Toplum olarak inanılmaz bir duyarsızlık yöntemimiz var. Bir olay gözünün önünde dahi cereyan etse bunu görmemeyi başarabiliyoruz.


1984 yılındaki o terör eylemleri neden oluyordu? Gerçekten toplum bunu bilmiyor muydu? Hain terör örgütü, vatan hainleri insanları öldürüyordu ama neden? Bu öyle bir kırılma anı ki. Diyelim bir neden söyledin. Artık Kürtler de bu ülkede Türklerle eşit şartlar altında yaşamak istiyor bu yüzden de o köydeki o kadın ve çocukları öldürüyor. Bunu herhangi, sıradan bir insanın makul görmesi mümkün mü? Mümkün değil. Gelelim günümüze. 84’den bu uyana neredeyse 40 yıl geçti. 10 binlerce insan öldü, yaralandı, sakat kaldı. Yani artık müthiş bir birikim var. 80 yılların ortamından çok farklı bir ortamdayız. Geriye dönüp bakınca bu terör eylemlerini yapanlar pişman mıdır? Başka türlü olabilirdi diyorlar mıdır? Hakeza devleti yönetenler, keşke bu 40 yılı bu şekilde yaşamasaydık diyorlar mıdır?


Bir hikaye var çok severim. Maalesef bu hikaye Türkiye’ye çok uygun. Bilindik bir hikaye ama bilsen de dinlemeye değer olanlardan. Hikaye şöyle:

Ağayla hizmetçisi, ağanın at arabasıyla yol alırlar. Ağa arabada hizmetçisi de yanında yürür, yerde taze bir inek boku görürler. Üzerinde sineklerle etrafa koku salan türden, daha taze yani. Ağa, hizmetçisiyle kafa bulmak için, ‘‘şu boku ye, atla araba senin” der.


Hizmetçi ata bakar, arabaya bakar, ağaya da zaten gıcık, midesi bulansa da inek bokunu yer. Ağa şaşkınlık içinde ama hizmetçisini de ezebilmenin verdiği kötülükle arabana iner ve yayan yoluna devam eder.


Hizmetçi kendisi ile gurur duyar, az önce beş parasızken şimdi hem arabası hem de atı vardır. Keyifle yoluna devam ederken bir yandan düşünmeye başlar. Yahu, boku yedik ama değdi mi der. İnsan kendini bu kadar aşağılar mı? Niye böyle zayıflık gösterdim, onursuzca, gurursuzca davrandım diye hayıflanır. Az önceki gururdan eser kalmaz. Kendisine kızmaya başlar.


İlk coşku geçtikçe ağa da kendisine kızmaya başlar. Yahu, ben ne kadar gerizekalıyım, kendimi üstün görme uğruna kaç paralık atı arabayı bedavaya kaptırdık hizmetçiye de. Kendine kızar. Yaptığına üzülür.


Bu şekilde yollarına devam ederlerken ilerde bir başka inek boku çıkar karşılarına. Bu sefer hizmetçi bir öç alma fırsatı yakalayabildiği için bir umutla, “Ağam sen şu inek pisliğini ye, ben sana atla arabayı geri vereyim” der. Ağa çevresine bir bakar, nasıl olsa kimse görmüyor, ne var, bir avuç pislik , yerim olur biter, hem de arabamı kurtarmış olurum der ve teklifi kabul eder.


Midesi bulansa da, ağzında iğrenç bir tat olsa da artık arabasına ve atına kavuşmuştur. Hizmetçisi tekrar aşağıya iner, o arabaya çıkar 1 saat önceki pozisyonlarına dönmüşlerdir. Yol almaya devam ederlerken hizmetçi son 1 saat içinde neler yaptıklarını düşünür. Yaptıklarına inanamamaktadır. Ağasına döner. Ağam sen 1 saat önce atla arabaya sahiptin, ben yanında hizmetçi olarak yürüyordum, Şimdi de durumumuz aynı, o zaman biz bu boku niye yedik!!!.



100 yıllık Cumhuriyetimiz ve 40 yıllık terörle geçen dönem. Yemediğimiz bok kalmadı. Bu bokları boşa yememiş olmamız için bir şeylerin değişmesi gerek.


Onlar onu onu yaptı, bunlar buna bunu yaptı. Keşke olmasaydı. Keşke insanlar birbirine kıymasaydı. Devletin Kürt yok sayması yanlıştı, Kürtlerin terör yapması yanlıştı. Ne oldu iki olumsuzdan bir olumlu mu çıktı. Geldiğimiz bu noktada biz boku niye yedik mi diyeceğiz, yedik ama sonunda “şu”na ulaştık mı diyeceğiz. “Şu”nun ne olduğu çok önemli. İçi doldurulması gereken bir “şu”. Daha önce Renan’ın ulus kavramını ele alışını, ulusun ne olduğunu tartışmıştık. Bizlerin bir ulus olması gerekiyor mu bilmiyorum büyük ihtimalle içini neyle doldurduğumuz önemli. Ulus devletlerin yükseldiği bir yüzyılı geride bıraktık. Doğru dürüst beceremedik. Halkı mutsuz olan bir devlet üretmiş olduk. Halkı cahil olan, halkı duyarsız olan, halkı deve kuşu taktiği uygulayan bir devletiz. Bir sözleşmemiz var ama kör kişinin fil tarifi gibi. Sahip olduğumuz toplumsal sözleşme de bile hemfikir değiliz. Daha önce fikrimi söyledim. Ziya Gökalp ne dediyse hepsi var. Türkleşmek isteyen, müslümanlaşmak isteyen, çağdaşlaşmak isteyen. Hepsi var. Hepsi aynı anda var. Birisini isteyen diğerini dışlıyor. Bir uyumsuzluk sözleşmesi bizimkisi.


İsviçre gibi olmak mümkün mü? İçinde 4 farklı dilin konuşulduğu bir ülke ama ne iç savaş çıkıyor ne bölüne korkusu var.


1984 senesi ve o yıl yaşananlar. Meğersem arkasında koca bir roman yazılıymış ama bizim gibi sıradan insanlar için bir cümlelik bile açıklaması yok. Kürtlerin öz eleştiri yapması gerekmiyor mu? Neydi silahlı mücadeleden amaç. Sömürge olmaktan kurtulmak istiyordunuz, varlığınızın kabulünü istiyordunuz, Türklerle eşit haklara sahip eş vatandaşlık istiyordunuz. Bunları dile getirdiğinizde vatan haini deniliyor, hapse tıkılıyor, işkence görüyordunuz. Başka çaremiz kalmadı deyip silaha başvurdunuz. Kolay değil çok acılar çekildi. Bir noktaya geldik. Toplumun büyük bir kısmı sizlerden nefret ediyor ama az da bir kısmı da sizi destekliyor. İster içine sinerek ister sinmeyerek artık Kürtlerin de var olduğu kabul ediliyor. Yani amacınıza ulaştınız. Artık diğer kardeş sizin varlığınızı kabul ediyor. Yani biz kardeşiz ve sen yoksun saçmalığı, paradoksu artık yok. Biz kardeşiz ve sizler de varsınız diyen bir kesim var. Bu bir aşamadır.


Kürtlerin iğneyi kendilerine batırmaları gerekmiyor mu? Terör eylemi yaparak bir noktaya geldiniz ama bu şekilde devam ederek sonuca ulaşamazsınız. İnsanların helalleşmesi gerek. Hala kendinizi doğru dürüst anlatamıyorsunuz. Hala ezik, küçük kardeş gibi davranıyorsunuz. Anladık varsınız? O zaman bunun hakkını verin. Terör ile bağlantınız devam ettiği sürece ilerleme kaydetmek mümkün değil. Aranızdan birileri de çıkıp geçmişte yaşananların geçmişte kaldığını artık önümüze bakmamız gerektiğini söylemesi lazım. Ne istiyorsunuz. Aramızdaki en cahilin, aptalın bile anlayacağı şekilde net cümlelerle bizimle konuşun. Ayrı bir devlet olmak mı istiyorsunuz, bu devletin altında özerk bir cumhuriyet mi olmak istiyorsunuz, eyalet sistemi mi olsun, federatif mi olalım? Ne istiyorsunuz?


Çok şey yaşandı, çok boklar yendi, bu yediklerimiz boşa gitmemeli.


Bu yazıya daha fazla devam etmek istemiyorum. Benim için yazması zor bir konu. Neredeyse tüm hayatı Terör olayları ile geçmiş bir kişiyim. Kendimi bildim bileli, 12 Eylül’den bu yana bu ülkede huzur olmadı. Açıkçası çok da umudum yok. Halkımızı tanıyorum. Halkımıza da güvenim yok. Polyannacılık yapmayı da sevmem, öyle birisi de değilim. Gerçekçi olmayı seviyorum. Matrixdeki mavi hapı, yani gerçek hayatı seçenlerdenim. Kendimi kandıracağım, yalan bir hayatın içinde olmaktansa acısıyla, dertleriyle gerçek hayatı tercih ediyorum. Maalesef gerçekliğimiz hiç de iç açıcı değil. Bize düşen (yani tarihin bu devrinde bu coğrafyada yaşayanlara düşen) de bu imiş. Yapacak bir şey yok. Polyanna değilim ama umudum var. Zaten diğer türlü yaşamaya devam edemezdim.


Terörden çok çekti bu ülke. Asimilasyondan da çok çekti, yok sayılmaktan da. Tamam siz haklısınız ama biz de haklıyız. Biz size hakkınızı teslim edelim siz de bize. Diğer türlü kan davası ile yaşamak mümkün değil. Bir sizden bir bizden diye diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Hadi, bizim hayatımız yamuk, yumuk devam etti, bitip gidecek. Hiç olmazsa çocuklarımıza doğru düzgün bir ülke bırakalım.


Yaşadıklarımızın boşuna olmaması için yapılması gerekeni yapmalıyız. Eğer bu boku niye yedik diye sormak istemiyorsak o zaman doğru olan şeyleri yapmalıyız.
Yaşadıklarımızın boşuna olmaması için yapılması gerekeni yapmalıyız.

Comments


bottom of page