top of page

Sosyokültürel Tutsaklık: İçine Doğduğun Toplumla Hesaplaşma

Okunduğu Gibi

Son zamanlarda sosyoloji ve toplumların hastalıkları üzerine düşünüyorum. İnsanlığın irrasyonel davranışlarını anlamaya çalışırken 'sosyokültürel tutsaklık' kavramına odaklandım. Bu yazıda hem kendi deneyimlerimden hem de bu kavramın toplumsal yansımalarından bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda Edgerton’un Hasta Toplumlar kitabını inceleyen yazılar yazıyorum. Peş peşe aşırı uç örneklere maruz kalmış oldum. Kadın sünneti, yamyamlık, kocası öldüğü için yakılan kadınlar, kölelik, kadın ve çocukların ikinci sınıflaşması vs. İnsanlık tarihi boyunca her türlü toplumda her türlü akılsızca şeyi yaşamışız. Her bir akıl almaz şeyi yaşayanlar da kendisine sorulduğunda illaki bir cevap veriyorlar. Açıkcası verdikleri cevap umurumda değil. Artık şunu biliyoruz ki insanın yaşadığı her şeyi rasyonelleştirme kabiliyet var. 

“Man is not a rational animal; he is a rationalizing animal.” 

“İnsan rasyonel bir hayvan değildir; o rasyonelleştiren bir hayvandır.” 

Robert A. Heinlein, 

Benim asıl derdim başka toplumlar değil. Belki içine doğduğum toplum yamyam değil, yada köleliğin normal olduğu bir toplumda yaşamıyorum ama açıkçası benim de içine doğduğum toplumla sorunlarım var. Belki Hasta Toplumlar kitabındaki kadar uç örnekler içinde değilim ama içine doğduğum toplumla barışık olduğumu söyleyemem.

Nedir şikayetlerim? İlk olarak cehalet; sonra duyarsızlık; sonra aklını kullanmamak; bilinçsizlik; kadercilik; ruh sağlığının bozukluğu; sevgisizlik; düşüncesizlik; plansızlık; şiddet; özensizlik; bilgisizlik; dindarlık; yetişkin olmaya karşı direnç; kendi hayatlarının sorumluluğunu almaktan kaçış; büyümek istememek… liste uzayıp gidiyor. Kısacası bir farkında olmayış hali. 

Daha önce bu konularda çok yazdım. İnsanların bir otomatik pilotta yaşamalarından bahsettim. İnsanların çok büyük bir kısmının ne yaşadıklarını, niye yaşadıklarını bilmeden, önemsemeden yaşadıklarından, kendilerine dayatılan hayatları sorgulamadan kabul ettiklerinden bahsettim. Bu durumun gerçek bir hayatı yaşamaktansa yalan bir hayatı yaşayıp göçüp gitmeye mahkum bir hayatı insanlara zorunlu kıldığını anlattım. 

İçine doğduğumuz toplumu seçemiyoruz. Aileyi, milliyeti, dini seçemiyoruz. İçine doğduğumuz kültürü seçemiyoruz. Kısacası bir şeyin içine fırlatılıyoruz ve kafamı,zı gözümüzü sağa sola çarpa çarpa yol alıyoruz. Bu fırlatılmayı hiç yadırgamadan yaşayan çoğunluk var. Bu kişiler kendilerine dayatılanı olduğu kabul etmekte sorun yaşamıyorlar. Bir de benim gibiler var. Bu işte bir gariplik var, tek doğru bu olamaz, ben bana dayatılanı yaşamak zorunda değilim, en iyisi bu olamaz, bu tek yol olmamalı diyenler. 

İşte kaç zamandır bu konu üstünde dönüp duruyorum. Sosyoloji bölümünde okumaya başladığımdan beri ana odak noktam bu oldu. Sanırım geri kalmış toplumlarla gelişen toplumları ayırt eden önemli bir ayrım bu. İçine doğduğun kültürün ve toplumun tek çıkar yol olmadığının bilincinde olmak.... yani çok basit: sorgulamak.... Aydınlanma dediğimiz şey bu. Kant’ın “aklını kullanmaya cüret et” dediği şey bu. 

Max Weber Avrupa'da kapitalizmin ortaya çıkışını Protestan ahlakına bağlamıştı. Bence yetersiz bir çıkarımdı ama “gelişmiş olmak”la, “din” arasındaki bağlantıyı kurması bakımından çok önemli bir bakış açısı sunmuştu. Bence de gelişme seviyesi ile dindarlık arasında ilişki var. Bu ilişki az önce bahsettiğim “sana sunulanı olduğu gibi kabul etmek” ve “bana sunulanın alternatifi olabilir mi“ diye düşünmek arasındaki farkta ortaya çıkıyor. Hristiyanlığın Protestanlık mezhebinin ortaya çıkışı sebebi ana hatları ile bu itiraz üstüne kurulmuştu. O zamana kadar ki yerleşik din anlayışını masaya yatırmış ve bakış açısını değiştirmişti. Bu bakış açısı değişikliğini yapabilecek bir iklime sahiptiler. İslam coğrafyasında eksik olan iklim budur. Bizim kültürümüzde sorgulamak kesinlikle yanlıştır. Sorgulayan sevilmez, dışlanır. Bu konu şimdilik burada kalsın. Benim asıl derdim bu değil. En azından bu yazıda bu değil.

Adına sosyokültürel tutsaklık dediğim bir şeyden bahsetmek istiyorum. Neden sosyo; neden kültürel; neden tutsaklık? Sosyo, çünkü her insan bir toplum içine doğuyor ve içine doğduğumuz toplumu seçme şansımız yok. Kültürel, çünkü aynı şekilde içine doğduğumuz kültür atalarımız tarafından bir şekilde işe yaradığı düşünülerek oluşturulmuş durumda. Tutsaklık çünkü bizim seçimimiz değil, içine doğduğumuz bir ortam. Tutsak olduğumuz ortam ise ailemiz, şehrimiz, dinimiz, milletimiz, kültürümüz. 

Tamamen şans eseri bir coğrafyada doğuyoruz. Bu coğrafya hasbelkader Afganistan olabilir, Norveç olabilir, Sudan, Meksika, Papua Yeni Gine, Suudi Arabistan, Türkiye, İstanbul, Muş, Trabzon, Yozgat, Urla, Bodrum, Kadıköy, Çankaya, Midyat, Şemdinli olabilir.  Nerede doğduğumuza göre yaşayacağımız hayatın sınırları da çizilmiş oluyor. 

Eğer içine doğduğun ve seni eğitikleri toplumun kurallarına uyum gösterirsen sorun yok. Ki insanların büyük kısmı bu noktada sorun yaşamıyorlar. Neyse ki öyle. Yoksa depresyon içinde olan milyonlarca insan olurdu. Yada olmaz mıydı? Uyum göstermezsen kendini tutsak gibi hissedersin.  Gardiyanlar da bu durumu yadırgamayan toplumun diğer bireyleri oluyor bu durumda.

İşte ben buna sosyokültürel tutsaklık diyorum. İçine doğduğun sosyokültürel ortam seni içinde tutuyor ama sen bu ortamdan şikayetçisin. Değiştirmek istiyorsun ama buna gücün yetmiyor. Çoğunluk ne isterse o oluyor. Sen çoğunluğa anlatmaya çalışıyorsun ama onlar kandırılmaya müsait bir grup olarak kendilerini kandırmış olanlara inanmaya devam ediyorlar. Sen gittiğimiz yol iyi değil desen de onlar bunu görmek istemiyorlar. Ve kaçınılmaz olarak tutsaklığa devam ediyorsun.

Toplum ve kültür çok büyük yapılar. Bunların değişimi kısa sürede olmuyor. İlla ki değişiyor ama bir insanın ömrü boyunca bu değişimi görmesi mümkün olmuyor. Zaten değişim her zaman da olumlu yönde olmayabiliyor. 

Durum bu. Kendini tutsak olarak hisseden bir kişi ne yapmalı? Hapishaneden kaçmak ilk akla gelen ama bu pek de gerçekçi değil. Söylemesi kolay yapması zor. Hele ki yaşın ilerledi ise daha da zor. Peki başka ne yapılabilir? 

Kafamda uçuşan düşünceleri yakalamak için yazdım. Bu fikirler biraz daha pişsin ileride daha net bir şekilde yazıya dökerim. 

İçine doğduğun toplumu sevmemen, uyum göstermekte zorlanman, topluma yabancılaşman aslında çok da anlaşılması zor bir durum değil. Asıl sorun çözüm üretme araçlarının kısırlığı. Geçmişte bu sorunları yaşayanlar ne yapardı? Kendini toplumdan izole etmeden çözüm üretmek mümkün mü? Sanırım asıl mesele bu.


Sosyokültürel Tutsaklık

Commenti


bottom of page