top of page

Sonuç: Uyum, Maladaptasyon ve Kültürel Evrim: Sosyal Sistemlerin Karmaşıklığı

Okunduğu Gibi

Yirmiyedinci Yazı

Bölüm 8

Sonuç

Bu yazıda alıntı olmayacak. kitabın son 7 sayfasını olduğu gibi alacağım. Yani burada “Sonuç” kısmının tam bir çevirisi olacak. Yazının sonunda İngilizcesi de mevcut. Arada kutu içinde okuduklarımla ilgili görüşlerimi yazacağım. Elimden geldiği kadar araya girmeden okuyanlara son kısmı aktarmak istiyorum. Bakalım becerebilecek miyim.

Sonuç

Bölüm 2'de gözlemlediğim gibi, halk toplumlarının, daha eski ve daha yargılayıcı bir deyişle “ilkellerin”, daha büyük, daha kentleşmiş toplumlardan daha uyumlu ve dolayısıyla daha iyi uyum sağlamış oldukları inancı Batı düşüncesinde o kadar eski ve köklüdür ki, bir mit, karşı çıkılmaması gereken kutsal bir hikaye niteliği kazanmıştır. Bu hikayede, halk topluluğunun duygusal paylaşım, kişisel yakınlık, ahlaki bağlılık, sosyal uyum ve zaman içinde süreklilikten oluştuğu söylenir. 45 Bu topluluk duygusunun, bu uyumun, küçük ölçekli nüfusların çevrelerine yaptıkları istikrarlı, olumlu adaptasyonları mümkün kıldığı söyleniyordu. Büyük ölçüde kent merkezlerinin büyüklüğü ve heterojenliği nedeniyle, küçük ölçekli toplumları yönlendiren ve birleştiren bu topluluk duygusu -ortak amaç- kaybolmuştur. Sonuç olarak, şehirlerin ayrışma ve çatışma ile parçalandığı söyleniyordu.

Her ne kadar kentsel patolojiye yol açanın topluluk kaybı olduğu tezi yaygın olarak kabul görse de, bazı sosyologlar çoğu büyük kentin topluluklardan (çoğul olarak) yoksun olmadığına dikkat çekmiştir. Şehirler, etnik köken veya ırka dayalı birçok topluluk veya mahallenin yanı sıra mesleğe (bazı Doğu şehirlerindeki çelik işçileri gibi) veya yaşam tarzına (“sanatçı kolonileri” gibi) veya cinsel tercihe (gey ve lezbiyen mahalleleri) dayalı alt kültürlerden oluşmaktadır. Bu eleştirmenler, şehirlerde sosyal ve kişisel patolojinin var olduğunu kabul etmiş ancak bunu topluluk kaybına bağlamayı reddetmişlerdir. Bu önemli bir noktadır, ancak daha da önemli bir nokta nadiren fark edilmektedir. Küçük ölçekli toplumları karakterize ettiği söylenen topluluk duygusu, bu toplumlarda halk-kent ayrımını savunanların düşündüğü kadar yaygın ya da yoğun değildir.

Yani şunu anlıyoruz. 50-100 kişilik gruplarda herkes birbirini tanıyor diye bu gruplar birbirinin akrabası diye illa ki barış ve uyum içinde olduklarını söyleyemeyiz. Aslında köy hayatını bilenler bu gerçeği çok iyi bilirler. 50-100 haneli bir köyde hemen hemen herkes birbirini akrabasıdır ama bu akrabalık durumu kavgaları engellemez. Mutlaka bir çıkar çatışması ortaya çıkar. İki kardeş yanyana evlerde otursalar da bir şekilde aralarında bir sorun çıkması muhtemeldir. İnsanın olduğu yerde huzursuzluk da kaçınılmazdır. Çünkü kardeşin bile olsa onun karına olan şey senin de karına olacak diye bir şey yoktur.Hatta çoğu zaman birisi bir diğerinin hakkını yer. Adil bir paylaşımı olması mümkün değildir. 

Nüfusları az, homojen, kendi kendilerine yeten ve kendilerini diğer insanlardan ayıran sosyal sınırların farkında olmaları nedeniyle “halk” -önde gelen bir akademisyenin deyimiyle “küçük topluluk”- olarak adlandırılabilecek pek çok küçük ölçekli, “ilkel” toplum vardır.46 Gördüğümüz gibi, Chumash ve Kwakiutl gibi bazı küçük toplumların güçlü şefleri, sosyal sınıfları ve hatta köleleri vardı; topluluk duyguları keskin bir şekilde bölünmüştü. Dünyanın her yerinde, bahçecilikle uğraşan ya da “köylülerden” oluşan küçük tarım köylerinde yaşayan insanların topluluğun eşit üyeleri olduğu varsayılır. Ancak gerçekte bu insanlar sürekli bir kıskançlık, korku ve düşmanlık içinde birbirlerine düşürülmeleriyle ünlüdür. Montegrano'daki İtalyan köylüler gibi, çoğu zaman tek toplulukları aileleridir.

En küçük toplumlar bile, avcılık ve toplayıcılıkla geçinen ve sayıları birkaçı geçmeyen gezgin gruplar, güçlü bir şekilde karşıt çıkarlara sahip olabilir. Çocuklar ve yetişkinler her zaman aynı topluluk duygusunu paylaşmazlar; erkekler ve kadınlar, büyük ve küçük kardeşler, eşler ya da çeşitli aileler ve akraba grupları da öyle. Rekabet halindeki çıkarları bazen öfkeye, kavgalara ve hatta yerel grubun dağılmasına yol açabilecek şiddete neden olur. Kendilerini bir topluluk olarak gören bir Mbuti grubunun üyeleri bile birbirleriyle rekabet eden çıkarlara ve çatışmalara sahiptir ve bu çatışmalar bazen o kadar şiddetlidir ki bazıları başka bir gruba katılmak ya da yeni bir grup oluşturmak için grubu terk edebilir. Bir Sirion grubunun üyeleri neredeyse hiç topluluk duygusuna sahip değildi.

Yazdığım yazıların birinde ben de bu tespiti yapmıştım. Şu soruyu sormuştum: İnsanı yaşaması bu kadar zor olan iklimlere ve coğrafyalara iten neydi? Bu çok önemli bir tespit. Avcı toplayıcı toplum yapısının hiyerarşik, eşitsiz ve burada bahsedildiği gibi çıkar çatışmaları olan bir yapısı olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu sebeple bu gruplardan birileri bir sebeple ayrılıyor ve belki yaşaması daha güç de olsa içinde bulunduğu gruptan ayrılma zorunda hissediyor kendisini. 

Kent sakinleri, kısmen kendi topluluklarının cennet gibi olmamasından kısmen de kültürlerin, dinlerin, mesleklerin ve sınıfların büyük çeşitliliğinden dolayı çeşitli kişisel ve sosyal sıkıntılardan muzdariptir. Küçük ölçekli toplumlar, bu çeşitlilikten kaynaklanabilecek uyumsuzluktan (disharmony) muaftır, ancak çatışmadan da muaf değildirler. Bazıları uyumlu topluluklardır, ancak çoğu sorunlu şekillerde bölünmüştür. Buna ek olarak, tüm küçük nüfuslar, ihtiyaçlarına iyi hizmet etmeyen, onları aç, hasta ve korkulu bırakan bazı inanç ve uygulamaları sürdürür ve birçoğu aile içi şiddeti kontrol etmekte zorlanır. Papua Yeni Gine'deki Gebusi'ler arasında yetişkin erkek ölümlerinin yüzde 35'inin cinayetten kaynaklandığını ve Amazon havzasında bu oranın daha da yüksek olduğunu hatırlayın. Kalahari'nin “zararsız” halkı Kung San'ın bile cinayet oranı, şiddet dolu bir Amerikan kent gettosununkine eşitti. Tazmanyalılar, Kaingang, Kaiadilt ve diğerleri muhtemelen daha da fazla cinayete meyilliydi. Martin Daly ve Margo Wilson'ın yakın zamanda dünya toplumlarındaki cinayetler üzerine yaptıkları incelemede vardıkları sonuca göre, modern kent toplumları cinayetleri kontrol altına alma konusunda daha iyi bir iş çıkarmışlardır. 47  Modern kent toplumları da nüfuslarını besleme ve sağlıklarını koruma konusunda daha başarılı olmuş olabilir. Bugün Amerika Birleşik Devletleri, Japonya ve Batı Avrupa'daki ortalama yaşam süresi, herhangi bir halk toplumunun ulaştığı ortalama yaşam süresinin iki katından fazladır ve hatta birçoğunun üç katıdır. Uzun ve sağlıklı bir yaşam sürme arzusu kesinlikle evrenseldir ve bazı modern toplumlar, en azından daha varlıklı üyelerine halk toplumlarının şimdiye kadar yaptığından daha fazla yaşam memnuniyeti sağlama konusunda daha da ileri gitmiş olabilir. Kesin olan bir şey varsa, o da pek çok küçük ölçekli nüfus azalırken ya da yok olurken modern toplumların hayatta kaldığı ve sayılarının arttığıdır.

Burada amacım modern kent toplumlarının halk toplumlarından daha iyi uyum sağladığını iddia etmek değil, ancak sağlık, uzun ömür ve cinayetlerin kontrolü gibi açılardan öyle olduklarına inanıyorum. Bunun yerine göstermeyi umduğum şey, halk toplumlarının mutlaka iyi adapte olmadıklarıdır. Benim çağrıda bulunduğum şey, halk toplumlarının geleneksel inanç ve uygulamalarının uyum sağlayıcı olduğu, modern toplumlarınkinin ise uyum sağlayıcı olmadığı yönündeki eleştirel olmayan varsayımların bir kenara bırakılması ve tüm toplumların inanç ve uygulamalarının görece uyum sağlayıcılığının incelenmesine yönelik bir taahhüttür. Amaç, sadece belirli toplumlarda değil, insanlık tarihi boyunca insan adaptasyonunun daha iyi anlaşılmasıdır.

Kitabı okurken ister istemez okuduklarımın yansımalarını ülkemizde ne ölçüde gördüğümüzü sorguladım. Ben ülkemizi sosyolojik değil antropolojik bir inceleme alanı olarak görüyorum. Bu konuda Besim Dellaloğlu’nun görüşlerini benimsiyorum. Biz şartlara uyum sağlama konusunda çok da başarılı değiliz. Çünkü kültürel evrimimizi sağlıklı bir şekilde yaşamadan dayatmalara maruz kaldık. Bu da organ naklini reddeden vücut gibi tepki göstermemize yol açtı. Cumhuriyet, demokrasi, hukuk devlet, parlemento, sendika, haklar ve sorumluluklar gibi konular bizim için aşina olmadığımız ve içimize sinmeyen birer yama gibi kaldı.

Eğer bu hedefe ulaşılacaksa, sosyal ve kültürel evrim hakkındaki düşüncelerimizde bazı değişiklikler olması gerekecektir. Sosyal ve kültürel dünyada düzen ve öngörülebilirlik olduğu kadar düzensizlik ve rastlantısallık da vardır. Sir Edmund Leach'in uzun zaman önce bize hatırlattığı gibi, bir insan toplumunda diğer doğal sistemlerde olduğundan daha fazla bir denge durumu yoktur. 48 Fizikçilerin fiziksel dünyada fraktallarla -kaos ve rastlantısallıkla- uzlaşmak zorunda kalmaları gibi, sosyal bilimciler de insan sosyal ve kültürel sistemlerinin evriminde fazlalık, anlamsızlık, verimsizlik ve arıza gerçekliğiyle yaşamayı öğrenmelidir. Bunu yaparken biyolojik evrimden bir analoji kullanmak onlar için faydalı olabilir. Geleneksel Darwinci teori, doğal seçilim güçleri nedeniyle mevcut genetik çeşitliliğin olumlu bir işlevi olması gerektiğini savunur, ancak Motoo Kimura'nın “nötr teorisi”, insanlar da dahil olmak üzere herhangi bir türdeki genetik çeşitliliğin çoğunun adaptif olarak nötr olduğunu savunur. Mutasyon ve genetik sürüklenme gibi belirli koşullar altında, bu nötr genler ya daha uyumlu ya da sağlıksız uyumlu hale gelebilir. 49

Bu paragrafı okuyunca aklıma bir sürü soru takıldı. Fazlalık, anlamsızlık, verimsizlik ve arıza gerçekliğiyle yaşamayı nasıl öğrenebiliriz? Bunun fizikçilerin kaos ve rastlantısallık uzlaşmaları ile bağlantısı ne? Fizikçiler nasıl bir tarihi geçmişe sahipler? Hangi aşamalardan geçtiler ve bu uzlaşıya ulaşırken neleri aştılar? Aynı süreçten sosyal bilimcilerin de geçmesi için nasıl bir bakış açısına ihtiyaç var?

Daha önce şöyle bir tespitte bulunmuştum. Madem “eşitsizlik” bir maladaptasyon, nasıl oluyor da bu kadar temel bir problem olmasına rağmen hala varlığını devam ettirebiliyor? Burada bir çelişki yok mu demiştim. Şimdi yukarıdaki tespiti bu sorunun cevabı olarak kullanmak mümkün. Nedensellik ilkesinin boşa çıktığı durumlar var. Özellikle çok büyük sistemlerde bir kaos mevcut. En bilinen örneği meteoroloji. Kelebek Etkisi metaforu ile bildiğimiz olay. Sonra bir başka nedenselliği geçersiz kılan durum daha var o da kuantum mekaniği. Rastlantısallık da burada devreye giriyor. Fizikçiler olasılıksal, rastlantısal, kaotik bir evrende yaşadığımız gerçeğini gördüler ve bunun matematiğini icat ettiler. 

Şimdi Edgerton benzer bir yaklaşımı sosyal bilimcilerin de yapması gerektiğini düşünüyor. Ben de kesinlikle aynı fikirdeyim.. Bir liste yapmıştım, liste onbinlerce yıldır devam eden ama aslında maladaptif olan şeyler içeriyordu. Eğer maladaptifse evrimsel filtreden geçmemesi gerekiyordu ama bir şekilde hayatta kalmayı başarmıştı. Demek ki il bakışta maladaptif görünen bir şey aslında hayatta kalmamız için kullandığımız bir şeymiş anlamına geliyordu.  Yukarıda verdiğim örnekle devam edeyim. Eşitsizlik belkide maladaptif değildi. Bizim hayatta kalmak için bulduğumuz bir çözümdü. Bizler Stockholm Sendromu gibi bir şeyi dahi deneyimleyen bir türüz. Bu sayede kölelik gibi bir maladaptif gözüken kurumu binlerce yıl yaşattık. Kısacası hayatta kalma uüruna katlanamayacağımız şey yok. Yani öncelik hayatta kalmak olduğu sürece ne kadar maladaptif olursa olsun hayatımızda kalmaya devam ediyor.

Tıpkı fizikçilerin deterministik bir dünyaya inanması gibi, sosyal bilimler de uzun süre insan davranışlarını rasyonel temeller üzerinden açıklamaya çalışmış. Ancak insan doğasının irrasyonel, duygusal ve karmaşık boyutları bu açıklamaların yetersiz olduğunu gösteriyor. 

Ben yaşadığımız şeyleri anlamak için evrimsel psikolojiyi ve dolayıs ile evrimsel sosyoloji ve antroplojiyi kullanmamız gerektiğini düşünüyorum.

Sosyal ve kültürel özellikler de aynı şekildedir. İnsanlar belirli bir çevrede ne kadar uzun süre yaşamış olursa olsun, inandıkları ve yaptıkları pek çok şey uyumlarında ne olumlu ne de olumsuz bir rol oynayabilir - bunlar nötrdür. Zaman geçtikçe, bu nötr inançlar ve uygulamalar ya daha uyumlu ya da daha maladaptif hale gelebilir ve bir nüfusun refahını zaten olumlu ya da olumsuz etkileyen diğerlerine katılabilir. Stephen Jay Gould Burgess Shaleleri üzerine yaptığı analizde evrimin olduğundan çok daha farklı bir seyir izleyebileceğini göstermiştir - örneğin dünya iki değil beş gözlü omurgalılarla dolu olabilirdi. 50 Hayatta kalan ve başarılı olan biyolojik formlar mutlaka üstün anatomilere sahip olmak zorunda değildi; bunu yaptılar çünkü biyolojik evrim, tıpkı bir piyango gibi, belirsiz olabilir. Toplum ve kültürün evrimi de öyle. Kelle avcılığı ya da penis sakatlama gibi uygulamalar bir nüfus için öyle odak noktaları haline gelebilir ki insanlar bunlar olmadan yaşamayı düşünemez hale gelebilir, ancak bu, bu uygulamaların kaçınılmaz bir evrimsel gücün ya da insan ihtiyacının sonucu olarak ortaya çıktığı ya da bir zamanlar bunları uygulayan insanların bunlar olmadan yaşamayı öğrenemeyeceği anlamına gelmez. Birçok toplum bunu başarmıştır.

Eğer maladaptif inançlar ve uygulamalar göründükleri kadar yaygınsa, nötr özelliklerde olduğu gibi bunların varlığı da hakim uyumcu paradigmaya meydan okumaktadır. Bir nüfusun hayatta kalabilmesi için geçim faaliyetlerinin makul ölçüde verimli olması gerekir, ancak bunların optimal olması gerekmez (en az zaman ve enerji harcamasıyla mümkün olan en iyi beslenmeyi sağlama anlamında). Herhangi bir popülasyonun optimal bir ekonomik adaptasyon sağlaması pek olası değildir; hatta herhangi bir popülasyonun bunu yapmaya teşebbüs ettiği de pek açık değildir. Sosyal örgütlenme ve kültür, bir nüfusun sahip olduğu teknolojiden ve ekonomik faaliyetlerinden etkilenecektir, ancak ne sosyal kurumlar ne de kültürel inanç sistemleri genellikle çevrenin azami ölçüde uyarlanabilir kullanımı olarak kabul edilebilecek herhangi bir şeye yol açmamıştır. Ne de bunlar, o nüfusun tüm üyelerinin refahını sürekli olarak artıracaktır.

Henüz hiçbir nüfusun çevresinden faydalanmak için optimal bir araç geliştirememiş olması gibi, bir nüfusun tüm üyelerinin de optimal bir çevresel faydalanmanın ne olması gerektiği konusunda hemfikir olması pek olası değildir. Dahası, şimdiye kadar bildirilen hiçbir nüfus, tüm üyelerinin ihtiyaçlarını kendi memnuniyetlerine göre karşılamamıştır. Üyeleri en sağlıklı, en mutlu ve en uzun ömürlü olanlar da dahil olmak üzere hepsi daha iyisini yapabilir. Hepsi sağlık ve güvenliği iyileştirebilir, hepsi yaşam memnuniyetini artırabilir. Mükemmel bir toplum, ideal bir adaptasyon olmamıştır, sadece kusur dereceleri vardır. Bilerek ya da bilmeyerek, toplumlar yaşamlarını daha iyi hale getirmek için yaşam biçimlerini değiştirmişlerdir, ancak henüz hiçbiri Cennet Bahçesi'ni yaratamamıştır. İnsanlar hata yapma, başa çıkmayı öğrenmeleri gereken ekolojik koşulları yanlış değerlendirme yeteneğine sahip olmakla kalmayıp, kendi çıkarlarını başkalarının çıkarları pahasına gözetmeye ve eski gelenekleri korumayı yenilerini geliştirmeye tercih etmeye meyillidirler. O halde kültür, uyum sağlama eğilimindedir ancak hiçbir zaman mükemmel değildir.

Bu nedenle, yaygın olarak yapıldığı gibi, hayatta kalan bir toplumdaki herhangi bir kalıcı, geleneksel inanç veya uygulamanın uyum sağlayıcı olması gerektiği varsayılmamalıdır. Bunun yerine, herhangi bir inanç ya da uygulamanın uyum değerinin sürekliliği boyunca herhangi bir yere düşebileceği varsayılmalıdır. Söz konusu inanç veya uygulama, faydalı ya da zararlı olarak kabul edilmeden önce dikkatlice incelenmelidir. Basitçe nötr veya tolere edilebilir olabilir ya da bir toplumun bazı üyelerine fayda sağlarken diğerlerine zarar verebilir. Kültürel adaptasyon ve maladaptasyon süreçlerini anlamak istiyorsak, göreceliliğin yerini bir tür değerlendirici analiz almalıdır. Değerlendirici yargılarda bulunmadan adaptasyonun göreceli başarısı incelenemez. Şehirlerimizdeki yaşam koşullarını değerlendirme girişimine karşı göreceli bir yasağı asla kabul etmeyiz. Uyuşturucu kullanımı, çete şiddeti, çocuk istismarı, kötü konutlar, kötü doğum öncesi sağlık hizmetleri, öfke ve umutsuzluğun orada yaşayan yoksul ve zor durumdaki insanlar için iyi olmadığını biliyoruz ve bu insanlar bunu bizden çok daha iyi biliyor. O halde kültürel görecelilik ilkesi neden birçok küçük, geleneksel toplumda var olan kan davalarını, eşlerin dövülmesini, yetersiz beslenme ve yetersiz tıbbi bilgiyi değerlendirmemizi engellesin?

İnsanların her biri, her bir farklı toplum tamamen kendilerine has yollardan geçerek günümüze ulaştı. Hiçbirisi bir diğerine benzemiyor. Elmanın ağaçtan düşmesi gibi basit bir gözlemle açıklanabilecek bir gerçeklik yok karşımızda. Her toplum kendi şartlarında yaşadığı şeylerle kendi kendilerini ürettiler. Hayatta kalmak için neyin gerekli olduğunu düşünüyorlarsa onu yaptılar. Çoğu zaman salakça şeyler yaptılar ama bu salakça şeyler işe yaradığı sürece yapmaya devam ettiler. Burada Edgerton’un bir tespitine katılıyorum. Durum böyle diye yani her salakça şey insanın hayatta kalmak için bulduğu çözüm diye salakça olan şeye de gerektiğinde bu salaklık demek gerekiyor. Temasa geçtiğimiz anda kendimizi diğerleri ile değerlendirme yapmamız mümkün. Yani bir kere başka alternatifi gördüğümüzde artık bunun geri dönüşü yok. Bir zamanlar herhangi bir sorunu çözmek için bir yöntem bulmuş olabilirsiniz ama bir başka toplulukla temasa geçtiğiniz anda artık kendinize bir çeki düzen verme zamanınız da gelmiş demektir. Belki yaptığınız şey doğru ama belki de yanlış. Belki daha iyisi var belki temas ettiğiniz toplumun yaptığı asıl zararlı olan. Ama sonuçta tek doğru benim deme hakkınız bir başkası ile temasa geçtiğiniz anda sorgulanmaya açık hale gelmiş demektir.

Pawnee'lerin Sabah Yıldızı'nı kutsamak için kurban etmeden önce çocuklara işkence etme şeklindeki geleneksel dini uygulamalarının bu kitabı okuyan herkes tarafından ahlaki bir rezalet olarak görüleceğinden hiç şüphem yok. Hepimiz, hiçbir insanın başkalarına, özellikle de çocuklara işkence etmek ya da onları kurban etmek zorunda hissetmediği bir dünya isterdik. Ama Pawnee'ler bunu her yıl yaptılar. Mesele bu uygulamanın bizim için iğrenç olup olmadığı değil, onlar için uyarlayıcı olup olmadığıdır. Hayatın potansiyel tehlikeleri hakkındaki endişelerini azaltmaya yardımcı olmuş olabilir; dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar doğaüstü güçleri yatıştırmak için uzun zamandır insan kurban etmektedir. Ama eğer öyleyse, o zaman aynı Plains bölgesindeki diğer toplumların neden aynı şeyi yapma ihtiyacı hissetmediklerini sormalıyız. Belki de insan kurban etmek Pawnee'lerin kaygılarını azaltmak yerine korku yaratan bir uygulamaydı çünkü törenin yapılmaması doğaüstü güçlerin hoşnutsuzluğuna yol açabilirdi. (Elbette bu uygulamanın Pawnee rahipleri tarafından dini otoritelerini ve sosyal ayrıcalıklarını korumak için ısrar edilmiş olma ihtimali de var. Eğer öyleyse, dini liderlerin kendi çıkarları için törenleri teşvik ettikleri tek zaman bu olmayacaktır). Pawnee'ler hakkında günümüze ulaşandan daha fazla bilgi olmadan bu sorular cevaplanamaz; ancak hakkında detaylı bilgi edinilebilen çağdaş toplumların uygulamaları bu şekilde araştırılırsa, insan kurban etme ve diğer uygulamaların uyarlanabilirliği hakkındaki sorular cevaplanabilir.

İnsan adaptasyonunu değerlendirme yükünün büyük bir kısmı antropologlara düşmektedir. Antropoloji bir zamanlar insanın incelenmesi olarak tanımlanırdı. Artık erkeklerin, kadınların, çocukların ve içinde yaşadıkları ortamların incelenmesi olduğunu biliyoruz, ancak antropolojinin ne yapması gerektiği konusunda henüz hemfikir değiliz. Antropoloji gibi bir çalışma alanının ortaya çıkmasının pek çok nedeni olduğu gibi, büyümesinin ya da önemsizleşmesinin de pek çok nedeni vardır; ancak temel nedenlerden biri, bu alanın ürettiği bilginin yararlılığıdır. Ne tür bir bilginin şimdi ya da gelecekte en faydalı olacağı konusunda bir fikir birliği olmadığını söylemeye bile gerek yoktur, ancak insanlar için zararlı olanı faydalı olandan ayırt etme becerisi faydalı bilgi olarak nitelendirilmelidir. Bu tür bir bilgi üretmek için, erkeklerin, kadınların ve çocukların herhangi bir toplumda hayata getirdikleri ihtiyaçlar ve yatkınlıklar hakkında daha fazla bilgi edinmek ve ayrıca kültürlerinin belirli yönlerinin belirli bir bağlamda belirli bir nüfus için zararlı olup olmayacağını nasıl belirleyeceğimizi öğrenmek gerekecektir.

Maladaptasyon, daha genel bir kavram olan adaptasyonun içinde yer alan faydalı bir kavramdır, ancak kulağa çok sıhhi, çok cansız gelebilir ve pek çok insanı kendi bayrağı altında toplayamayabilir. Ancak maladaptasyonun sonuçları hayattan kopuk olmaktan başka bir şey değildir: yabancılaşma, umutsuzluk, yoksunluk, korku, açlık, hastalık ve ölümü içerir. Bu tür insani sefaletlerin kaynaklarını aydınlatabilen bir bilim dalı geniş bir takipçi kitlesine sahip olmalıdır ve maladaptasyonun kaynaklarının daha iyi anlaşılmasıyla birlikte insani acıları azaltmanın yolları bulunabilir. Bazı inançlarının ya da uygulamalarının kendilerine zararlı olduğunu tespit ettiğimiz için diğer kültürleri değiştirmek gibi bir görevimiz yok, ancak anlamak ve mümkün olduğunda öğretmek gibi bir yükümlülüğümüz var. Öğreterek -iyi öğreterek- insanların maladaptasyonuna ilişkin anlayışımızı, daha az acı çekmeleri için kendilerine yardım edebilecek insanların kullanımına sunabiliriz.

Aralarında Stephen Jay Gould'un da bulunduğu bazı kişiler, evrimin ana hareket ettiricisinin türler arasındaki rekabet değil, bazı türlerin diğerlerinden daha fazla çoğalması için fırsatlar yaratan çevresel değişimler olduğuna inanmaktadır. Genel olarak evrim için bu fikrin doğruluğu ne olursa olsun, insan evrimi zaman zaman bazı insan gruplarının hayatta kalmayı başaramamasına neden olacak kadar şiddetli bir rekabet içermiştir. Çevresel değişim de belirleyici bir rol oynamıştır: değişen koşullara uyum sağlamak için yeterince esnek olmayan popülasyonlar iyi bir sonuç elde edememiştir.

Bu iki evrimsel olgunun, halkların ve toplumlarının zaten büyük olan birbirine bağlılığının şüphesiz daha da artacağı gelecekte de devam edeceği kesindir. Dünya ekonomik sistemleri dünyanın uzak bölgelerine daha da derinlemesine nüfuz ettikçe ve telekomünikasyon her yerdeki insanları birbirine daha da yakınlaştırdıkça, birçok küçük ölçekli toplum federasyonlar halinde birleştikçe, mesleki uzmanlar, müşteriler, yardım programlarının alıcıları veya hükümet baskısının kurbanları haline geldikçe dönüşecektir. Ancak paradoksal bir şekilde, eğer yakın geçmişteki deneyimler yol göstericiyse, ne bu gelişmeler ne de bölgesel ya da dünya çapındaki yönetişim biçimlerinin artan gücü etnik ve dini hizipçiliğe, yabancı düşmanlığına ve çekişmelere son verecektir. Bunun yerine, irredentizmin (tarihsel toprak talebi) şu ya da bu biçiminin dünyanın hemen her yerinde gelişmesi beklenebilir. Bu etnik ve dini uyanışçılar, kaybedilen özerklik ve yanlış anlamlar için bu tutkulu çabalar, muhtemelen geleneksel inançların, ritüellerin ve adetlerin daha da yoğun bir şekilde değer kazanmasına yol açacaktır. Yeniden kabileleşmiş bir dünyada, insanların bir zamanlar bir kenara atılmış olan değerleri ve törenleri rehabilite ederken akıllıca seçim yapacaklarını umabiliriz, ancak geçmişte maladaptasyona yol açan faktörler gelecekteki refahı tehdit etmeye devam edecektir. Yeni kültürlerin ve toplumların şekillendirilmesinde rol alacak olanların, bazı inanç ve davranışların insan ihtiyaçlarına ve sosyal gerekliliklere daha iyi hizmet ettiğinin farkında olmaları için bir neden daha... Eğer öyleyse, belki de yeniden kabile haline gelen yeni dünya, geçmişte ve günümüzde pek çok halktan kaçan uyum ve refahtan daha fazla pay alacaktır.


Bu müthiş kitabı bitirdik. İnsana ilham veren bir kitap. Başka birçok konuyu merak etmeme yol açtı. Başka bir çok kitap okumak için yol gösterdi. 

Geçmiş Olsun


“Kültürel adaptasyon ve maladaptasyon kavramlarını betimleyen gerçekçi bir fotoğrafik görüntü. Sahne iki ortamı karşılaştırmaktadır: bir tarafta sürdürülebilir tarım, temiz nehirler ve geleneksel uygulamalarla doğa ile denge içinde yaşayan uyumlu, gelişen bir topluluk görülmektedir. Diğer tarafta ise uyumsuzluğun etkileri gösteriliyor: dumanlı gökyüzü, ormansızlaştırılmış alanlar ve çevresel bozulmayla boğuşan stresli topluluklarla sanayileşmiş, kirli bir manzara. Görüntüde insan-çevre etkileşimindeki uyum ve çatışma arasındaki zıtlığı vurgulamak için sıcak ve soğuk renk tonları kullanılıyor.”
Kültürel adaptasyon ve maladaptasyon

Conclusion

As I observed in chapter 2, the belief that folk societies, "primitives" in an earlier, more judgmental parlance, were more harmonious and hence better adapted than larger, more urbanized societies is so ancient and deeply entrenched in Western thought that it has taken on the quality of a myth, a sacred story not to be challenged. In this story, folk community was said to consist of emotional sharing, personal intimacy, moral commitment, social cohesion, and continuity over time. 45 This sense of community, this harmony, was said to make possible the stable, positive adaptations that small-scale populations made to their environments. Due largely to the size and heterogeneity of urban centers, this sense of community-of common purpose that had directed and united small-scale societies was lost. As a result, cities were said to be torn by dissention and conflict.

Although there was widespread acceptance of the thesis that it was the loss of community that led to urban pathology, some sociologists have pointed out that most large cities did not lack communities (in the plural). Cities are composed of many communities or neighborhoods based on ethnicity or race, as well as subcultures based on occupation (such as steelworker in some Eastern cities) or lifestyle (such as "artists' colonies") or sexual preference (gay and lesbian neighborhoods). These critics acknowledged that social and personal pathology did exist in cities but refused to attribute it to the loss of community. This is an important point, but an even more important one is seldom recognized. The sense of community said to typify small-scale societies is neither as common or as intense in these societies as proponents of the folk-urban distinction have thought.

There are many kinds of small-scale, "primitive" societies that can be termed "folk"-a "small community," as one prominent scholar came to call such a society-by virtue of being small in population, homogeneous, self-sufficient, and aware of the social boundaries that separate them from other people. 46 As we have seen, some small societies such as the Chumash and Kwakiutl have had powerful chiefs, social classes, and even slaves; their sense of community was sharply divided. Throughout the world, people who live in small agrarian villages of horticulturalists or "peasants" are supposed to be equal members of the community. In reality, however, these people are notorious for being pitted against one another in perpetual envy, fear, and hostility. Like the Italian villagers of Montegrano, often their only community is the family.

Even the smallest of societies, roving bands that number but a few score who live by hunting and gathering, can have strongly opposing interests. Children and adults do not always share the same sense of community; neither do men and women, older and younger siblings, co wives, or various families and kin groups. Their competing interests sometimes provoke anger, quarrels, and even violence that can lead to the breakup of the local group. Even members of a Mbuti band, people who do have a sense of themselves as a community, nevertheless have competing interests and conflicts that are sometimes so severe that some may leave the band to join another or create a new one. The members of a Sirion6 band had virtually no sense of community at all.

Urban dwellers suffer from ·'Various forms of personal and social distress partly because their 'own communities are less than idyllic but also because of the great diversity of cultures, religions, occupations, and classes. Small-scale societies are spared the disharmony that may result from such diversity, but they are not free from conflict. Some are cohesive communities, but most are divided in troublesome ways. In addition, all small populations maintain some beliefs and practices that do not serve their needs well, leaving them hungry, unwell, and fearful, and many of them have difficulty controlling internecine violence. Recall that 35 percent of all adult male deaths among the Gebusi of Papua New Guinea were due to homicide and that even higher rates occurred in the Amazon basin. Even the !Kung San, the "harmless" people of the Kalahari, had a homicide rate that matched that of a violent American urban ghetto. The Tasmanians, Kaingang, Kaiadilt, and others were probably even more homicidal. Modern urban societies have done a better job of controlling homicide, as Martin Daly and Margo Wilson recently concluded in their review of homicide in the world's societies. 47 Modern urban societies may also have done better at feeding their populations and maintaining their health. The average life expectancy in the United States, Japan, and Western Europe today is more than twice that ever attained by any folk society and indeed is three times that of many. The desire to live a long and healthy life is surely universal, and some modern societies may have gone even further in giving at least their more affluent members greater life satisfaction than folk societies have ever done. One thing is certain: modern societies have survived and grown in numbers while many small-scale populations have dwindled or vanished.

It is not my purpose here to argue that modern urban societies are necessarily better adapted than folk societies, although in respects such as health, longevity, and the control of homicide I believe they are. What I hope to have shown, instead, is that folk societies are not necessarily well adapted. What I am calling for is a moratorium on the uncritical assumption that the traditional beliefs and practices of folk populations are adaptive while those of modern societies are not and a commitment to examining the relative adaptiveness of the beliefs and practices of all societies. The goal is a better understanding of human adaptation not just in particular societies but over the course of human history.

If that goal is to be met, there will have to be some changes in the way we think about social and cultural evolution. There is order and predictability in the social and cultural world, but there is also disorder and randomness. As Sir Edmund Leach reminded us long ago, there is no more a state of equilibrium in a human society than there is in other natural systems. 48 Just as physicists have had to come to terms with fractals-chaos and randomness-in the physical world, social scientists must learn to live with the reality of redundancy, meaninglessness, inefficiency, and malfunction in the evolution of human social and cultural systems. In doing so it might be useful for them to use an analogy from biological evolution. Traditional Darwinian theory has held that because of forces of natural selection, existing genetic variation must have a positive function, but Motoo Kimura's "neutral theory" argues that much of the genetic variation in any species, including humans, is adaptively neutral. Under certain circumstances, such as mutation and genetic drift, these neutral genes can become either more adaptive or maladaptive. 49

So it is with social and cultural traits. No matter how long people may have lived in a particular environment, much that they believe and do may play no positive or negative role in their adaptation-it is neutral. As time goes on, these neutral beliefs and practices can become either more adaptive or more maladaptive, joining others that are already positively or negatively influencing a population's well-being. Stephen Jay Gould showed in his analysis of the Burgess Shale that evolution could have taken a very different course than it did-the world could have been peopled by vertebrates with five eyes, not two, for example. 50 The biological forms that survived and prospered did not necessarily have superior anatomies; they did so because biological evolution, like a lottery, can be indeterminate. So can the evolution of society and culture. Practices like head-hunting or penile mutilation can become such focal points for a population that people find it unthinkable to live without them, but that does not mean that these practices came into being as a result of some ineluctable evolutionary force or human need nor that people who once practiced them could not learn to live without them. Many populations have done so.

If maladaptive beliefs and practices are as common as they appear to be, their existence-like that of neutral traits-poses a challenge to the prevailing adaptivist paradigm. Subsistence activities must be reasonably efficient for a population to survive, but they need not be optimal (in the sense of providing the best possible nutrition for the least expenditure of time and energy). It is highly unlikely that any population has achieved an optimal economic adaptation; indeed, it is not at all clear that any population has even attempted to do so. Social organization and culture will be affected by the technology available to a population and by its economic activities, but neither social institutions nor cultural belief systems commonly lead to anything that could be considered maximally adaptive utilization of the environment. Neither will they unfailingly enhance the well-being of all members of that population.

Just as no population has yet devised an optimal means for exploiting its environment, so it is most unlikely that all members of a population have agreed about what an optimal environmental exploitation should be. Moreover, no population yet reported has met the needs of all its members to their own satisfaction. All, including those whose members are healthiest, happiest, and longest-lived, could do better. All could improve health and safety, all could enhance life satisfaction. There has been no perfect society, no ideal adaptation, only degrees of imperfection. Knowingly and not, populations adjust their ways of living in an effort to better their lives, but none has yet created the Garden of Eden. Not only are humans capable of errors, of misjudging the ecological circumstances that they must learn to cope with, they are given to pursuing their own interests at the expense of others' and to preferring the retention of old customs to the development of new ones. Culture, then, tends to be adaptive but is never perfectly so.

It should thus not be assumed, as it so commonly is, that any persistent, traditional beliefs or practices in a surviving society must be adaptive. It should be assumed instead that any belief or practice could fall anywhere along a continuum of adaptive value. No belief or practice in question should escape careful scrutiny before being deemed beneficial or harmful. It may simply be neutral or tolerable, or it may benefit some members of a society while harming others. If we are to understand the processes of cultural adaptation and maladaptation, relativism must be replaced by a form of evaluative analysis. One cannot study the relative success of adaptation without making evaluative judgments. We would never countenance a relativistic prohibition against attempting to evaluate the conditions of life in our inner cities. We know that drug use, gang violence, child abuse, deteriorated housing, poor prenatal health care, rage, and hopelessness are not good for the impoverished and embattled people who live there, and these people know it far better than we do. Why then should the principle of cultural relativism prevent us from evaluating the feuding, wife battering, inadequate diets, and inefficient medical knowledge that exist in many small, traditional societies?

I have no doubt that the traditional, religious Pawnee practice of torturing children before sacrificing them to propitiate the Morning Star would be considered a moral outrage by anyone reading this book. We would all wish for a world in which no people felt obligated to torture or sacrifice others, especially children. But the Pawnee did so, year after year. The point is not whether this practice was abhorrent to us but adaptive for them. It could have helped to reduce their anxiety about life's potential dangers; people in various parts of the world have long sacrificed human victims to appease supernatural forces. But if so, we then must ask why the other societies in the same Plains area did not feel the need to do the same. Perhaps instead of lessening Pawnee anxiety, human sacrifice was a practice that created fear because failure to perform the ceremony could bring about supernatural displeasure. (Of course, there is also the possibility that the practice was insisted upon by Pawnee priests in order to maintain their religious authority and social privileges. If so, it would not be the only time that religious leaders have promoted ceremonies for their own benefit.) Without more information about the Pawnee than has survived, these questions cannot be answered; but if the practices of contemporary societies about which detailed information could be obtained were explored in this way, questions about the adaptiveness of human sacrifice and other practices might be answered.

Much of the burden of evaluating human adaptation must fall to anthropologists. Anthropology was once designated the study of man. We now know that it is the study of men, women, children, and the environments in which they live, but we do not yet agree about what anthropology is supposed to do. There are many reasons why a field of study like anthropology may come into being and many others why it may grow or decline into insignificance, but one central reason is the usefulness of the knowledge that the field generates. It hardly need be said that there is no consensus about what kind of knowledge will prove most useful, now or in the future, but the ability to distinguish what is harmful for human beings from what is beneficial to them should qualify as useful knowledge. To generate this kind of knowledge, it will be necessary to learn more about the needs and predispositions that men, women, and children bring with them to life in any society, and it will also be necessary to learn how to determine whether certain aspects of their culture may be harmful to a particular population in a particular context.

Maladaptation is a useful concept, embedded as it is in the more general concept of adaptation, but it may sound too sanitary, too lifeless to rally many people to its banner. The consequences of maladaptation, however, are anything but removed from life: they include alienation, despair, deprivation, fear, hunger, sickness, and death. A scholarly discipline that can illuminate the sources of these kinds of human misery should command a large following, and with better understanding of the sources of,maladaptation may come means of reducing human suffering. We have no mandate to change other cultures because we find that some of their beliefs or practices are harmful to them, but we do have an obligation to understand and, when possible, to teach. By teaching-by teaching well--we may be able to make our understandings about human maladaptation available to people, people who can then help themselves to suffer less.

There are some, including Stephen Jay Gould, who believe that the prime mover of evolution has not been competition among species but environmental change that creates opportunities for some species more than others to proliferate. Whatever the truth of this idea for evolution in general, human evolution has involved competition that at times has been so violent that some human groups have failed to survive. Environmental change has played a determinative role as well: populations that have not been flexible enough to adjust to changing circumstances have not fared well.

These two evolutionary phenomena are sure to continue into the future, when the already great interconnectedness of peoples and their societies will no doubt increase still further. As world economic systems penetrate ever deeper into remote parts of the world and telecommunication brings people everywhere ever closer together, many small-scale societies will be transformed as they amalgamate into federations, become occupational specialists, clients, recipients of aid programs, or victims of government repression. Yet, paradoxically, if recent experience is any guide, neither these developments nor the increased power of regional or worldwide forms of governance will put an end to ethnic and religious factionalism, xenophobia, and strife. Instead, one form of irredentism or another can be expected to flourish virtually everywhere on earth. These ethnic and religious revivalists, these passionate strivings for lost autonomy and misplaced meaning, will likely bring about ever more intense valorization of traditional beliefs, rituals, and customs. In a retribalized world, we can hope that people will choose wisely as they rehabilitate once discarded values and ceremonies, but the factors that led to maladaptation in the past will continue to threaten future well-being. This is all the more reason why those who will take part in fashioning new cultures and societies should be aware that some beliefs and behaviors serve human needs and social requisites better there, If they are, then perhaps the newly retribalized world will find a greater share of the harmony and well-being that have eluded so many peoples of the past and the present day.”

Comments


bottom of page