Son söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Müthiş bir film. Eğer bu filmi izleyip de kendini, hayatı, yaşamı sorgulamıyorsan (filmi anlamadığın kesin demektir) hiç yaşama daha iyi.
Sosyoloji bölümünde ikinci yılım. Bu dönem aldığım derslerden birisi de Antropoloji. Kitabın 5. Ünitesi Din ile ilgili. Durjheim'in Kutsal ve din dışı kavramlarının da anlatıldığı bölümden sonra Night Shyamalan'ın Köy filmini izlenmesi ve bölüm içinde anlatılanlar bağlamında tartışılması yazılmıştı.
Filmi izlerken bir bilinmezlik ve sırlarla dolu diyaloglar duyuyorsun ve bir şeyler döndüğünü anlıyorsun ama ne olduğunu çözemiyorsun. Köyde düzen sağlamak için korkunun kullanıldığının farkına varıyorsun ama filmi bir bilim kurgu izler gibi de izleyemediğin için yaşanan şeyin ne derece gerçek olduğunu anlayamıyorsun. Köy ve dışarısı kesin çizgilerle ayrılmış. Dışarısı kötü, ormanda yaratıklar var ve insanları öldürüyorlar. Ormanın ilerisinde bir kasaba var ama o kasaba ile temas kurmak da yasak.
Filmi izlerken 1800'lerin sonunda olduğumuzu zannetmemizi sağlayan ipuçları görüyoruz ama meğersem aslında 1970'lerde imişiz. Yani köyün kurucuları tarihi 1900'lere gelmeden durdurmuş gibiler. Elektrik yok, teknoloji yok. Sanki sanayi devrimi olmamış gibi bir hayat tarzları var.
Film bittikten sonra ilk sorguladığım şey şu oldu. Bize ne anlatılırsa onu yaşıyoruz. Bu çok net. Bizler bize ne öğretilirse onu gerçek olarak kabul ediyoruz. Gibi dizisinde Yılmaz’ın çok net bir şekilde ifade ettiği gibi, "Gerçek diye bir şey yok, genel kanaat neyse onu yaşıyoruz". Bu film tam olarak bunu ispatlıyor. Bugünü yaşayan bizler için gerçeklik bize söylenenlerden ibaret. Aradaki fark bunu filmde olduğu gibi bir grup acı çeken ihtiyar yapmıyor ama bir şekilde tüm toplum olarak bir gerçeklik inşa ediyoruz. Bu gerçeklik bizi hayatta tuttuğu sürece de arkasında ne olduğunu umursamıyoruz.
Bize tanrı var, din var, ölümden sonra yaşam var, cenazeler şöyle kaldırılır, düğünler şöyle yapılır vs diyorlar ve bizler de sorgulamadan bize sunulan bu alışkanlıkları, gelenekleri kabul edip devam ettiriyoruz. Sonra buna bilim insanları kültür adını veriyorlar. Gerçekten bir tanrının olması yada dinin olması gerekmiyor. Sahip olduğumuz 70-80 yılı bu gerçeklik içinde tüketiyoruz ve yerimizi başkalarına devrediyoruz. Bundan 1000 yıl önce yaşayanlar bambaşka bir gerçekliği yaşadılar, 10bin yıl öncekiler bambaşka, 50bin yıl öncekiler bambaşka, ve 5bin yıl sonra gelecekler de apayrı bir gerçekliği yaşayacaklar.
Aramızdan bazıları bize sunulan gerçeği sorgulayacağız ama bir çoğumuz korkularımızın esiri olarak yaşamaya devam edeceğiz. Tüm mesele bir arada yaşamak. Neden birbirimizi öldürüyoruz, neden tecavüz ediyoruz, neden hırsızlık yapıyoruz diye soracak birileri ama duygulara sahip olan canlılar olduğumuz sürece de ne kadar masum gibi gözüksek de sevdiğimiz kadın için birilerini öldürmekten de çekinmeyeceğiz. Biz buyuz.
Belki de bir başka duygu olan korkumuz sayesinde diğer başka kötü duygularımızı dizginlemeyi öğrendik. Bugün (adına ister günah diyelim, ister yanlış diyelim) koymuş olduğumuz kurallara, bu duyguların yarattığı diğer kötülükleri, korkularımızla kontrol altına almaya çalışıyoruz. Tüm yaptığımız bu. Maalesef sen ne kadar kontrol etmeye çalışırsan çalış kurduğun sistemde mutlaka açıklar olacak. Çünkü bizler merak etmeye, sorgulamaya, istemeye, ummaya devam edeceğiz. Sen ne kadar kaçarsan kaç hastalığa yakalanmak gibi çok devasa bir açığımız var. Ne kadar kaçarsan kaç ölüm bizi bir şekilde bulacak.
Bu durumda doğru olan ne? Birilerinin koyduğu kurallarla, huzur içinde!, barış içinde! yaşamaya devam mı edelim? Bize sunulan gerçekliği sorgulamayalım mı? Mutlu olacağız diye birilerinin yalanlarını yaşamaya devam mı edelim? Yada riskli olsa da kendi hayatımızı yaşamak mı daha anlamlı? Bize dayatılan yalanların arkasında bir gerçek var ve Platon’un mağara benzetmesinde olduğu gibi amacımız bu gerçeği kovalamak olmalı. Birisi size yaşadığın bu hayat aslında birilerini sana sunduğu yalanlar dediğinde itiraz etmek yerine biraz olsun düşünmeli.
コメント