Bu yazı “Tanıl Bora ile Elitizim ve "Millete karşı Elitler" Söylemi Açık Dersi” Youtube videosu içinde bahsi geçen Engin Kılıç’ın yazdığı “Robert'in 'Pervaneler'i ve Boğaziçi nefretinin edebi tarihi” yazısını okuduktan sonra kaleme alınmıştır.
Yazıyı okuduktan sonra uzun zamandır kafamı kurcalayan bir konuyu yazma ihtiyacı hissettim. İnsan okudukça, öğrendikçe din ve milliyetten arındıkça saçma bir boşluğun içine düşüyor. Hayata anlam katmak amacıyla ortaya çıkan bu iki kurum ortadan kalkınca yerine bir şeyler koyman gerekiyor. Din ve/veya milliyetçiliğin tarihi olarak hangi şartlarda ortaya çıktığını biliyorsun ve anlıyorsun ve bunlara kişisel olarak ihtiyaç duymadığına karar veriyorsun. Buraya kadar bir sorun yok. Ama sorun, insan olarak bir birey olmanın yanı sıra bir toplumun üyesi olduğun gerçeği.
Kişisel olarak dine inanmamak da elinde milliyetçi olmamak da... Bu konunun toplumsal yönü ilginç. Milliyetçi olmamak, ırka inanmamak, Türk olmanın veya başka bir milliyetten olmanın ne bir üstünlük ne de bir aşağılık durumu olmadığını düşünmek insanı bir boşluğa sürüklüyor. Bu başka bir bilinç durumu. Ölünce bir cennete gitmeyeceğini anladığın anda yaşadığın boşluk gibi. Yıllarca bu doktrinlerle büyüyünce bu dönüşümü yaşamakta da zorlanıyorsun. Çevrendeki hemen hemen herkes bir dine inanırken, Türk olmakla övünürken senin onlar gibi olmaman bir yabancılaşma yaşamana sebep oluyor.
Hasbel kader bu yüzyılda, bu coğrafyada doğmuş olmak. Adına Türk denen insanların arasında yaşıyor olmak zorundalığı... Geçmişin yükü ile büyümek…. Tüm eğitim hayatı boyunca yanlış ideolojilerle zehirlenmek…. Asıl acı olan ise bir toplum olabilme çabasını da anlamak…. Hiçbirimiz yalıtılmış değiliz. Her birimiz toplumsal canlılarız. Din neden ortaya çıkmış anlıyoruz. Dinin faydasını görüyoruz. Dinin evrimsel olarak faydalarını kabul ediyoruz. Tanrıyı öldürdükten sonra bir toplumu bir arada tutmak için vatandaşlık kavramının ortaya çıkışını biliyoruz. Milliyetçiliğin bir grup insanı bir hedefe yöneltmek için oluşturulmuş hayali bir kavram olduğunun farkındayız. Tüm bu gerçekleri görüp, tüm bunları kabul edip bunlara inanmamak işte asıl mesele.
Hayatta kalmak için sevmeden gittiğimiz işlerimiz gibi. Sırf para kazanıp, evimizi geçindirmek için ömrümüzün üçte birini nefret ettiğimiz işlerde harcıyor oluşumuz gibi. Bir şeylerin yanlış olduğunu bilmene rağmen mecburiyetler sonunda çarkın bir dişlisi olmaya devam etmek zorunda kaldığın gibi. İstediğin kadar Milliyetçiliğin de, dinin de insanlar tarafından uydurulmuş kavramlar olduğunu bil neticede işe yaradığını görüyorsun ve yapacak bir şeyin yok. Sıradan insan inanmak istiyor, bir grubun parçası olmak istiyor ve böyle mutlular. Sen matrixten çıktın diye mutlu değilsin o kadar. Bir yalanı yaşamıyorsun doğru ama gerçeği yalnız yaşamaya mecbur kalıyorsun.
Bundan iki yüz yıl sonra bugünlere dönük olarak yazılan yazılar olacak. Bir geçiş dönemindeki insanın durumu anlatılacak. İnsanlar bir arada yaşayabilmek için milliyetçilikten vazgeçtikten sonra insan olduklarını keşfettiler yazacaklar. Hatta sadece insan olduklarını değil dünya üzerinde yaşayan herhangi bir canlıdan üstün olmadıklarını gördüler diyecekler. Din ve milliyetçilik gibi prangalardan kurtulduktan sonra kendilerine dayatılan hayatları yaşamaktan vazgeçtiler diyecekler. Dışarıdan anlam desteği almayan insanlar kendileri anlam yaratmak durumunda kaldılar diyecekler. Bu sayede insanlar yalan bir hayat yaşamaktan kurtuldular diyecekler. Irk gibi, din gibi illüzyonlar ortadan kalkınca insan olduklarını keşfettiler diyecekler. ......
Bundan iki yüz yıl sonra yazılan tarih kitaplarında bizlerden bahsetmeyecekler. Bu dönem içinde yaşayan bazı insanlar toplumun büyük kesiminin aksine genel geçer söylemlere inanmıyorlardı demeyecekler. Bazıları bir yalanın içinde olduklarını görmüşlerdi demeyecekler.
İşte yukarıdaki yazıyı okuduktan sonra uzun süredir kafamı kemiren bu düşünceleri yazıya dökme ihtiyacı hissettim. Amerikan emperyalizmini doğru bulmuyorum, bir ülkeyi sömürge haline getirme fikrine karşıyım. Hiçbir ülke hiçbir ülkeyi manda haline getirmemeli. İngilizce eğitim verilen bir üniversitede okudum. Boğaziçi değildi ama en az onun ayarında bir okuldu. Anadilinde eğitim almış olmayı tercih ederdim. Bunu milliyetçi duygularla değil devlet lisesinde okumuş ve İngilizceyi sonradan öğrenmek zorunda kaldığı için dersleri anlamakta zorlanan bir insan olarak söylüyorum. İşin bir de sömürülme boyutu olduğunu düşünüyorum. Daha iyi ekonomik şartlar altında yaşamak isteyen bir insan olarak bir başka ülkenin benim ülkemin kaynaklarını sömürmesini doğru bulmuyorum. Türk olmak bana bir üstünlük veya alçaklık sağlamıyor ama Türkiye topraklarında yaşıyor olmak da doğal olarak bazı şeylere sahip olmamı veya mahrum olmamı etkiliyor. Boğaziçi'nde, ODTÜ'de yada yabancı dilde eğitim veren herhangi bir okulda okumak ne anlama geliyor. Anadilinde eğitim almayı talep etmek milliyetçilik mi?
Sonuç olarak, kişisel olarak milliyete inanmamak başka bir şey bir toplumun üyesi olmak başka. Seçmediğimiz hayatları yaşamak zorundayız. Türkiye'de doğmayı seçmedim ama burada geçecek olan 70-80 yıllık sürecimi de doğru dürüst geçirmek istiyorum. Ben milliyetçiliğin anlamsız olduğunu düşünüyor olabilirim ama Amerika'nın, Fransa'nın yada İngiltere'nin beni sömürmesini de istemiyorum. Ben milliyete inanmıyorum diye dünyanın sistemi bir anda milliyetten arınmış hale gelmiyor. Aynen sevmediğim halde bir işe gidiyor oluşum gibi sevmediğim halde bir ülkede de yaşıyor olabilirim. Nasıl sevmediğim halde bir işi mutsuz olarak da olsa yapmaya devam ediyorsam inanmadığım halde bir ülke vatandaşı olarak da vatandaşlık görevlerimi yerine getirmek zorundayım.
Milliyetçi olmamak başka, milliyetçiliğin saçma olduğunu düşünmek başka ama bu bir milletin parçası olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Bundan iki yüz yıl sonra ne olur bilemem ama bugünlerde ben buradayım ve bunu yaşamak zorundayım.
Comments