Onaltıncı Yazı
Bölüm 5
Hastalık, Acı ve Vaktinden Evvel Ölüm
Maladaptif Sağlık İnançları ve Uygulamaları
5. bölümün 4 alt başlık içerdiğini söylemiştim. Bu başlık ikincisi ve en uzunu o yüzden vakit kaybetmeden başlamak istiyorum. Süreç ilerledikçe yorgunluk artıyor ve konsantre olmakta zorlanıyorum.
Geleneksel toplumlarda sağlık ve beslenme konusundaki bazı yanlış inanışların ve uygulamaların, bireylerin ve toplulukların sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini göreceğiz. Edgerton, özellikle, bazı toplulukların yetersiz beslenme, yüksek çocuk ölümü oranları ve genel sağlık sorunlarına neden olan zararlı alışkanlıkları üzerinde duruyor. Birçok olumsuz sağlık inançlarının ve uygulamalarının örneklerini veriyor, bu durumların bazı topluluklarda nasıl köklü hale geldiğini görüyoruz.
Hastalık, Acı ve Vaktinden Evvel Ölüm - Maladaptif Sağlık İnançları ve Uygulamaları başlığında geçen önemli İfadeler:Sağlıksız Uyumlu Davranışlar/Pratikler (Maladaptive Practices): Toplumun refahını ve hayatta kalmasını tehdit eden kültürel veya toplumsal inanç ve uygulamalardır. Örnek olarak bebek öldürme, sağlığa zararlı hijyen uygulamaları ve hastalıkları kötüleştiren batıl inançlar verilebilir. Maladaptif pratikler, toplumsal çöküşe ve nüfus azalmasına neden olabilir. Uyumsal Avantaj (Adaptive Advantage): Bir organizmanın hayatta kalma ve üreme başarısını artıran özellikler veya davranışlardır. Kültürel pratiklerin adaptif olabileceği, ancak her zaman ideal çözüm olmadığı ve zamanla maladaptif hale gelebileceği vurgulanmaktadır. Beslenme ve Sağlık İnançları (Nutrition and Health Beliefs): Bir toplumun yiyecek ve hastalıklar hakkındaki kültürel anlayışlarıdır. Bu inançlar, kolostrumun reddedilmesi, zararlı maddelerin kullanımı ve gıda tabuları gibi maladaptif pratikleri besleyebilir. Sosyoekonomik Güçler (Socioeconomic Forces): Toplumları şekillendiren ekonomik ve sosyal faktörlerdir. Eşitsizlik, yoksulluk ve kaynaklara sınırlı erişim, yetersiz beslenmeye ve sağlık sorunlarına yol açan maladaptif pratikleri etkileyebilir. Kültürel Pratikler (Cultural Practices): Bir toplumun gelenekleri, ritüelleri ve davranış kalıplarıdır. Bunlar hem adaptif hem de maladaptif olabilirler. Domuz şenlikleri ve yas uygulamaları gibi kültürel pratiklerin karmaşık sonuçları olabilir ve toplumun refahına hem olumlu hem de olumsuz etkilerde bulunabilirler. Nüfus Dinamikleri (Population Dynamics): Doğum, ölüm, göç gibi faktörlerin etkisiyle nüfusun zaman içinde nasıl değiştiğidir. Maladaptif pratikler, bebek ölüm oranını ve yaşam beklentisini etkileyerek nüfus dinamiklerini önemli ölçüde etkileyebilir. Örneğin, bazı toplumlarda görülen çocuk öldürme uygulamaları veya sağlığa zararlı gelenekler nüfus azalmasına yol açabilir. Marjinal Çevreler (Marginal Environments): Yaşam koşullarının zor olduğu, kaynakların sınırlı olduğu ve insanların hayatta kalmak için sürekli mücadele etmek zorunda kaldığı coğrafi bölgelerdir. Bu tür bölgelerde iklim koşulları sert olabilir, toprak verimsiz olabilir veya su kaynakları yetersiz olabilir. Kitapta Papua Yeni Gine'nin dağlık bölgelerini marjinal çevrelere örnek olarak vermektedir. Bebek Ölüm Oranı (Infant Mortality): Bebeklerin bir yaşına gelmeden önce ölme oranıdır. Yüksek bebek ölüm oranı, genellikle yetersiz beslenme, hastalıklar ve sağlık hizmetlerine sınırlı erişim gibi faktörlerin bir sonucudur. Kitapta, Papua Yeni Gine'nin dağlık bölgelerinde ve Brezilya'nın bazı bölgelerinde yüksek bebek ölüm oranlarının görüldüğünü belirtmektedir. Yaşam Beklentisi (Life Expectancy): Bir popülasyondaki ortalama yaşam süresidir. Yaşam beklentisi, beslenme, sağlık hizmetleri, yaşam koşulları ve şiddet gibi çeşitli faktörlerden etkilenir. Kitap, marjinal çevrelerde yaşayan toplulukların genellikle daha düşük yaşam beklentisine sahip olduğunu göstermektedir. Gıda Güvencesi/Güvencesizliği (Food Security/Insecurity): Bireylerin ve hanelerin yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya düzenli erişiminin olup olmadığıdır. Gıda güvencesizliği, yetersiz beslenme, hastalık ve hatta ölümle sonuçlanabilir. Kitap, marjinal çevrelerde yaşayan bazı toplulukların, gıda güvencesizliğiyle karşı karşıya kaldığını ve bunun sonucunda yetersiz beslenme ve sağlık sorunları yaşadığını belirtmektedir. Dağlık Bölge Toplumları (Highland Societies): Kitapta, Papua Yeni Gine'nin dağlık bölgeleri örnek olarak verilerek, bu bölgeler marjinal çevreler olarak tanımlanmaktadır. Marjinal çevrelerde yaşam koşulları zorludur, kaynaklar kısıtlıdır ve hayatta kalmak için sürekli bir mücadele vardır. Bu zorlu koşullar, dağlık toplumların uyum (adaptasyon) ve sağlıksız uyum (maladaptasyon) stratejilerini belirgin bir şekilde etkiler. Hijyen Uygulamaları (Hygiene Practices): Dağlık bölgelerde hijyen uygulamaları genellikle yetersizdir ve bu da hastalıkların yayılmasına katkıda bulunur. Kitapta, Sirion halkının dışkı ile kirlenen su içmesi ve çocukların dışkı ile temas etmesine izin vermesi gibi örnekler verilmektedir. Bu tür uygulamalar, özellikle bebek ölüm oranını (infant mortality) ve genel sağlık sorunlarını artırır. Büyücülük Suçlamaları (Sorcery Accusations): Büyücülük inancı, birçok toplumda talihsizlikleri açıklama ve sosyal kontrolü sağlama aracı olarak işlev görür. Ancak, büyücülük suçlamaları aynı zamanda korku, şiddet ve hatta ölümlere yol açabilir. Bu tür sonuçlar, büyücülük inancını sağlıksız uyumlu (maladaptif) hale getirebilir. Kitapta, Avrupa'daki kedi katliamları ve masum insanların büyücülük suçlamasıyla öldürülmesi örnek olarak verilmektedir. Domuz Şenlikleri (Pig Feasts): Papua Yeni Gine dağlık bölgelerindeki bazı topluluklar, domuz şenlikleri düzenler. Bu şenliklerde çok miktarda domuz eti tüketilir. Ancak kitap, bu toplulukların domuzları düzenli olarak tüketmediğini ve hatta kıtlık zamanlarında domuz eti yemeyi tercih etmediğini belirtiyor. Bu durum, domuz yetiştiriciliği ve tüketimiyle ilgili uygulamaların gıda güvenliği (food security) açısından sorgulanmasına yol açar. Geçim Stratejileri (Subsistence Strategies): Bir toplumun hayatta kalmak için kullandığı yöntemlerdir. Bunlar arasında avcılık, toplayıcılık, tarım, hayvancılık ve balıkçılık yer alır. Geçim stratejileri, toplumun yaşadığı çevreye, sahip olduğu teknolojiye ve kültürel değerlere bağlı olarak değişir. Kitap, dağlık bölgelerdeki toplulukların sınırlı kaynaklarla başa çıkmak için geliştirdiği farklı stratejilere dikkat çekiyor. Başa Çıkma Mekanizmaları (Coping Mechanisms): İnsanların stres, zorluklar ve kayıplarla başa çıkmak için kullandığı psikolojik, sosyal ve kültürel stratejilerdir. Bu mekanizmalar, bireylerin ve toplumların zorlu koşullarda hayatta kalmalarını ve uyum sağlamalarını sağlar. Kitap, büyücülük suçlamalarının, bazı toplumlarda insanların kontrol edemedikleri olaylarla başa çıkmak için bir mekanizma olarak kullanılabileceğini öne sürüyor. Gıda Tabuları (Food Taboos): Bazı yiyeceklerin tüketilmesinin yasaklanmasıdır. Bu tabuların kökeninde dini inançlar, sağlık endişeleri veya sosyal normlar bulunabilir. Ancak gıda tabuları, toplumların beslenme kaynaklarını sınırlayabilir ve yetersiz beslenmeye yol açabilir. Kitap, kolostrumun reddedilmesi veya bazı besin gruplarının yasaklanması gibi uygulamaların sağlık açısından olumsuz sonuçlar doğurabileceğine dikkat çekiyor. Yas Uygulamaları (Mourning Practices): Ölümle başa çıkmak ve toplumsal düzeni yeniden sağlamak için kullanılan ritüeller ve geleneklerdir. Yas uygulamaları, toplumdan topluma büyük farklılıklar gösterir. Ancak bu uygulamalar bazen aşırıya kaçabilir ve insanların refahını olumsuz etkileyebilir. Kitap, Maring toplumunda yas tutan kişilerin uzun süre yiyeceklerden mahrum kalmasının yetersiz beslenmeye yol açtığını ve hatta ölümlere sebep olduğunu anlatıyor. Malnutrition (Beslenme Bozukluğu): Vücudun ihtiyaç duyduğu besin maddelerini yeterli miktarda alamaması veya kullanamaması durumudur. Bu, yetersiz veya dengesiz beslenmeden kaynaklanabilir. Malnutrition, çeşitli sağlık sorunlarına yol açabilir, bunlardan bazıları kwashiorkor ve bebek beriberisidir. Kitap, özellikle marjinal çevrelerde yaşayan toplulukların yetersiz beslenmeyle mücadele ettiğini ve bunun bebek ölüm oranını ve genel sağlık sorunlarını artırdığını vurguluyor. Dietary Restrictions (Diyet Kısıtlamaları): Bazı yiyeceklerin tüketilmesinin kısıtlanması veya yasaklanmasıdır. Bu kısıtlamaların kökeninde kültürel inançlar, dini tabular veya yanlış sağlık bilgisi olabilir. Kitap, bazı toplumlarda hamile ve emziren kadınların diyetlerinin kısıtlandığını ve bunun hem anne hem de çocuk sağlığı için risk oluşturduğunu belirtiyor. Protein Deficiency (Protein Eksikliği): Vücudun ihtiyaç duyduğu proteini yeterli miktarda alamaması durumudur. Protein, vücut dokularının yapımı ve onarımı için temel bir besin maddesidir. Protein eksikliği, büyüme geriliği, zayıf bağışıklık sistemi, kwashiorkor gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. Kitap, Papua Yeni Gine dağlık bölgelerindeki bazı toplulukların protein açısından fakir bir diyetle beslendiğini ve bunun çocuklarda yetersiz beslenmeye yol açtığını belirtiyor. Kwashiorkor: Şiddetli protein eksikliğinin neden olduğu bir beslenme bozukluğudur. Genellikle yeni doğan kardeşinin sütten kesilmesinden sonra yetersiz protein alan çocuklarda görülür. Belirtileri arasında şişkin karın, ödem, ciltte renk değişiklikleri, saç dökülmesi ve iştahsızlık yer alır. Kwashiorkor, tedavi edilmezse ölümcül olabilir. Kitap, bazı toplulukların kwashiorkor'u yanlış anlayarak, protein açısından zengin gıdaları hasta çocuklardan mahrum bıraktığını ve bu durumun hastalığı daha da kötüleştirdiğini belirtiyor. Örneğin, Kenya'daki Kamba halkı, yetersiz beslenen çocukların yumurta yemesine izin vermeyerek, bu besleyici gıdaları yetişkinler tarafından tüketmiştir. Infantile Beriberi (Bebek Beriberisi): B1 vitamini (tiamin) eksikliğinin neden olduğu bir hastalıktır. Anne sütüyle beslenen bebeklerde, annenin tiamin eksikliği varsa görülebilir. Belirtileri arasında kalp yetmezliği, nefes darlığı, iştahsızlık, kusma ve nörolojik problemler yer alır. Bebek beriberisi, tedavi edilmezse ölümcül olabilir. Kitap, Myanmar'daki bebek beriberisi vakalarını, annelerin yetersiz beslenmesine bağlıyor. Annelerin tiamin eksikliği, anne sütüyle beslenen bebeklerde de bu eksikliğe ve dolayısıyla bebek beriberisine yol açar. Yiyecek Kültürü (Foodway): İnsanların yiyecek ve içeceklerle ilgili inançlarını, uygulamalarını ve alışkanlıklarını ifade eden bir terimdir. Bu kavram, sadece fiziksel beslenmeyi değil, aynı zamanda kültürel, sosyal ve ekonomik bağlamları da kapsar. Foodways, bir toplumun yemek hazırlama, tüketme, paylaşma ve bu süreçlere yüklediği anlamları içerir. Örneğin, bir yiyeceğin kutsal kabul edilmesi, belirli yemeklerin özel günlerde tüketilmesi ya da bazı yiyeceklerin tabu olarak görülmesi gibi unsurlar foodways kapsamında değerlendirilir. Bu kavram, kültürel antropoloji, tarih ve gıda çalışmaları gibi alanlarda, bir toplumun kimliğini ve yaşam biçimini anlamada kritik bir araç olarak kullanılır. Foodways, aynı zamanda beslenme alışkanlıklarının insanların sağlıklarına nasıl olumlu ya da olumsuz etkilerde bulunduğunu araştırmak için de önemli bir bağlam sağlar. Beslenmede Cinsiyet Eşitsizliği (Gender Inequality in Nutrition): Kitap, birçok toplumda erkeklerin beslenme konusunda kadınlara göre ayrıcalıklı olduğunu açıkça gösteriyor. Erkeklerin daha fazla protein ve kalori alması, kadınların ise daha düşük besin değerine sahip yiyeceklerle yetinmek zorunda kalması yaygın bir durumdur. Bu durum, kadınların ve çocukların yetersiz beslenmesine, hastalıklara karşı daha savunmasız olmalarına ve hatta ölümlerine yol açabilir. Örneğin, Papua Yeni Gine'deki Fore toplumunda erkekler hayvansal eti kendilerine ayırdıkları için, kadınlar ve çocuklar protein eksikliğini gidermek amacıyla ölü akrabalarının etini yemek zorunda kalmış ve bu da ölümcül bir nörolojik hastalık olan Kuru'ya yakalanmalarına sebep olmuştur. Nesiller Arası Eşitsizlik (Intergenerational Inequality): Kitap, yetişkinlerin çocukların refahını hiçe sayarak kendi çıkarlarını ön plana çıkardığı durumları ele alıyor. Özellikle çocuk öldürme (infanticide) ve yaşlıları ölüme terk etme gibi uygulamalar, kaynak kıtlığı gibi durumlarda rasyonel bir hayatta kalma stratejisi olarak görülebilse de, çocukların ve yaşlıların haklarının ihlal edilmesine ve nesiller arası eşitsizliğe yol açar. Toplumsal Dayanışma ve Çöküş (Social Cohesion and Breakdown): Kitap, toplumsal dayanışmanın bozulmasının, toplumsal çöküşün önemli bir göstergesi olduğunu belirtiyor. İnsanlar hoşnutsuz ve yabancılaşmış hissettiklerinde, toplumsal bağlar zayıflar ve toplumun işleyişi sekteye uğrar. Bu durum, alkol bağımlılığı, şiddet, intihar gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir. Kitap, bazı geleneksel toplumlarda kadınların erkeklere karşı protesto gösterilerinde bulunduğunu ve bu durumun toplumsal gerilimleri artırdığını anlatıyor. Ayrıca, büyücülük suçlamaları da toplumsal dayanışmayı bozan önemli bir faktördür. Büyücülük suçlamaları, korku ve güvensizliğe yol açarak toplumun bir arada yaşama kabiliyetini zayıflatır. Sağlıksız Uyumlu (Maladaptif) Kültür: Bazı kültürel inançlar ve uygulamalar, insan refahına ve hayatta kalmaya zarar verebilir. Beslenmede cinsiyet eşitsizliği, çocukların ve yaşlıların ihmal edilmesi, büyücülük suçlamaları gibi uygulamalar, sağlıksız uyumlu kültürün örnekleridir ve toplumsal çöküşe katkıda bulunabilirler. Kitap, antropologların kültürel görelilik (cultural relativism) ilkesini sorgulaması ve insan refahını tehdit eden uygulamaları eleştirel bir şekilde değerlendirmesi gerektiğini savunuyor. |
Çok uzun ve kapsamlı bir sözlük oldu. Sadece bu kavram, terim ve ifadeleri bile okuduğumuzda bu başlıkta neler anlatıldığını görmüş oluyoruz. Hatırlarsanız ben bu kitabı bundan 10 yıl kadar önce ilk okuduğumda anlayamadığımı söylemiştim. Çünkü konuyu bilmiyordum. Sadece Doğan Cüceloğlunun tanıtım yazısını görerek almıştım. daha o zamanlar sosyoloji ve antropolojiye ilgi duyacağımı bilmiyordum. Aradan geçen yıllar beni değiştirdi. Şu an belki de hayatımda ilk kez yaptığım şeyden zevk alıyorum.
Bu kitapla ilgili 16. yazıya başlıyorum. Şimdiye kadar (bazı tekrarlar olsa da) her bir yazıda ortalama 10 veri olsa 150 den fazla terim, kavram ve ifade geçtiğini söyleyebiliriz. Bu uzmanlık isteyen ve giriş seviyesinde olmayan bir kitap. Yani popüler bir bilim kitabı değil. Eğer konuya hakim değilsen ne anlatıldığını, neden anlatıldığını, derdinin ne olduğunu anlaman mümkün değil. Bir şekilde yazarken daha iyi anladığımı biliyorum. İlk okuduğumda hiç anlamamıştım. 3-4 gün gibi bir süre içinde ikinci okuduğumda kitabın gerçek değerini gördüm ama şimdi yazıya dökmek için 3. defa okurken aslında bir çok yeri esas şimdi anladığımı görüyorum. Anlatırken öğrenmek dedikleri şey sanırım bu. Bazı yerleri sorgulayarak okuyorum. Edgerton’ın her tespitini mutlak doğruymuş gibi ele almamak gerektiğini biliyorum. Hatta bazı yerleri eksik yazdığını, bazı yerleri gereksiz uzattığını görüyorum.
Her neyse hiç değilse okumak için en az 4-5 kitap daha listeme eklendi. Özellikle Marvin Harris’in kitabını çok merak ediyorum. Çok uzattım kitaba döneyim. Bu alt başlığın ilk paragrafının girişi şöyle:
Sayfa 112:
“Although some scholars continue to insist that seemingly maladaptive, even bizarre, beliefs and practices involving nutrition and health care may someday be shown to be adaptive,27 there is a small group who agree that before European contact the inadequate diets and poor health of most small, traditional populations resulted, at least in part, from their own maladaptive beliefs and practices. Societies that maintain such maladaptive practices have been reported from many parts of the world.28”
“Her ne kadar bazı akademisyenler beslenme ve sağlık bakımıyla ilgili görünüşte sağlıksız uyumlu, hatta tuhaf inanç ve uygulamaların bir gün uyum sağlayıcı olduğunun gösterilebileceği konusunda ısrarcı olmaya devam etseler de,27 Avrupalılarla temastan önce çoğu küçük, geleneksel nüfusun yetersiz diyetlerinin ve kötü sağlık durumlarının en azından kısmen kendi sağlıksız uyumlu inanç ve uygulamalarından kaynaklandığını kabul eden küçük bir grup vardır. Bu tür sağlıksız uyumlu uygulamaları sürdüren toplumlar dünyanın birçok yerinden rapor edilmiştir. 28”
27: WIRSING, R. 1985. "The Health of Traditional Societies and the Effects of Acculturation." Current Anthropology 26:303-22
27 nolu referans dikkatimi çekti. Çünkü açıkcası bir kişi sağlıksız uyumun nasıl makul ve açıklanabilir olacağını düşünebilir bilemiyorum. Fakat bu bilgi bir soruyu gündeme getiriyor: dünyada şu an maladaptif olduğunu bildiğimiz ve on binlerce yıldır devam eden uygulamalar neler? Mesela ataerkillik maladaptif mi? Kurban kesmek, bazı gıdaları tüketmemek, cinayet, tecavüz, bir yaratıcıya tapmak, öldükten sonra tekrar dirileceğine inanmak, ruhun varlığına inanmak vs… Aklıma başka örnekler gelmedi. Bugün maladaptif dediğimiz ve on binlerce yıldır devam eden nelere sahibiz? Bu soru çok önemli. Eğer maladaptif dediğimiz şey on binlerce yıldır devam ediyorsa ve hala yaşamaya devam ediyorsa gerçekten maladaptif olabilir mi?
Bir dönem adaptif olan bir uygulamanın bir süre sonra, şartlar değiştiğinde adaptiflikten çıkıp zarar verici hale geleceğini anlıyorum. Peki ama bugün maladaptif olarak gördüğümüz ama 10 bin, belki de 100 bin yıldır hayatımızda olan şeye nasıl maladaptif diyebiliriz? Bu kitapta geçen bazı maladaptif uygulama ve inançların listesi üzerinden konuşalım:
Büyücülük inancı ve uygulamaları
İntikam arzusu ve kan davaları
Kadınlara yönelik şiddet ve baskı
Çocuk öldürme (infanticide)
Geleneksel tıp uygulamaları
Kolostrumun reddedilmesi
Zararlı beslenme alışkanlıkları
Aşırı militarizm
Ritüel cinsel ilişki
Dinî kurbanlar ve hayvan kesimi
Kalıtsal evlilikler (akraba evliliği)
Kız bebek öldürme ve cinsiyet seçimi
Çalışma ritüelleri ve görev dağılımı
Beslenme tabuları
Zararlı sağlık inançları
Aşırı çocuk doğurma teşviki
Aşırı çocuk doğumunu engelleme
Bu listeyi dikkatlice inceleyelim. Bunlardan hangileri sizce bundan 100 bin yıl önce de vardı? Kesin bir şey söylemek güç ama en azından yarısı o zamanlarda da yaşanıyordu diyebiliriz her halde. Bu durumda eğer maladaptif uygulamalar yada inançlar zararlıysa ki zararlı olduğuna hemfikiriz nasıl oldu da bunca zamandır ortadan kalkmadı. Acaba görünen zararından daha fazla faydası mı var? Görünüşte zararlı ama aslında bir şekilde faydalı mı? Bir bakış açısından zararlı ama belki de bir veya daha fazla açıdan faydalı da olabilir mi? Sonuç olarak insan hayatta kalmaya devam ediyor, üremeye devam ediyor hem de hiç de azımsanmayacak irrasyonalitemize rağmen.
Buradan şu soruyu sormamız gerekiyor: bizler irrasyonel olmamıza rağmen mi hayatta kalıyoruz, irrasyonel olmamız sayesinde mi? Maladaptasyona rağmen mi, maladaptasyon sayesinde mi? Şimdilik bu tartışmayı burada bırakıyorum yoksa kitaba devam edemeyeceğim.
Edgerton, yukarıda verdiğim alıntısının devamında Polinezya’dan ifadesini destekleyen bir örnek veriyor. Ve Papua Yeni Gine’den başka bir örnekle devam ediyor. Edgerton, Papua Yeni Gine’nin yüksek bölgelerinde yaşayan bazı toplumların yetersiz beslenme ve sağlıksız yaşam koşullarına nasıl yol açtığını ele alıyor. Glenn Dennett ve John Connell, bu bölgelerde yüksek bebek ve çocuk ölümleri, düşük doğurganlık oranları, kısa yaşam süreleri ve büyüme geriliği gibi sorunları vurguluyor. Temel besin maddesi tatlı patates olan bu toplumlar, protein açısından yetersiz bir diyete sahipmiş. Çocuklara hayvansal protein verilmezmiş, kadınların hamilelik ve emzirme dönemlerinde diyetleri kısıtlanıyormuş. Büyük domuz şölenlerinde yoğun protein tüketilse de, bu tüketim düzenli değilmiş ve kıtlık zamanlarında protein kaynaklarından yararlanılmıyormuş.
Hijyen eksikliği ve tarımsal verimliliğin düşüklüğünün, bu sorunları daha da kötüleştirdiğini görüyoruz. Maring topluluğu örneğinde, protein eksikliği nedeniyle nüfus hastalıklara karşı savunmasız hale gelmiş. Yas tutma gelenekleri, dul ve akrabaların uzun süre yemek yememesini ve tarlalara girmemesini gerektiriyormuş, bu da malnütrisyonu artırıyormuş. Nüfus azalması, büyüyen bir güvensizlik ve birbirini büyücülükle suçlama eğilimine yol açmış. Gençler bölgeden ayrılmış ve potansiyel eşler bu toplumu terk etmiş. Tüm bu uygulamaların, nüfusun hayatta kalmasını tehlikeye attığını görüyoruz.
Bunları okuyunca insanın gerçekten rasyonel bir canlı olmadığını görüyoruz. Hayatta kalmak, hayata tutunmak, kaliteli bir hayat yaşamak gerçekten çok zor. Bugün de zor, geçmişte de zordu, burada zor orada da zordu. Yani hem zamansal açıdan, hem coğrafi açıdan zorluk hep vardı. Bizler de diğer tüm hayvanlar gibi hayata tutunmaya, yaşamaya çalışıyoruz ama maalesef bir çoğumuzun buna donanımı yetersiz. Kendimizi her ne kadar gözümüzde büyütsek de aslında çok becerikli bir canlı değiliz. Ya da niye böyle düşünüyorum ki aslında yaşamak dediğimiz şey aslında budur belki de.
Belki de kendimizi olduğumuz gibi görürsek aslında ortada bir sorun da olmadığını görürüz. Yaşamak dediğimiz şey bu. Doğuyoruz, büyümeye çalışıyoruz ve ölüyoruz. Bu süreçte de başımıza sonsuz sayıda olasılık içinden bir şeyler geliyor. Tamamen tesadüfen bir yerde, bir ailede, bir kültürde kendimizi adına yaşamak dediğimiz şeyin içinde buluyoruz. Bazılarımız daha 1 yaşına bile gelmeden ölüyor, bazılarımız 5-6 yaşında tecavüze uğruyor, bazılarımızın annw babası bizi 10 yaşımızdayken ölüp yalnız bırakıyorlar, bazılarımız 15 yaşında yeni bir şey icat ediyor, bazımız 20 yaşında kaza geçirip kolsuz kalıyor vs… Yani ideal bir hayat hiç bir zaman olmadı. Olmayacak da. Başımıza çoğunlukla bizim inisiyitafimiz dışında bir şeyler gelecek ve bizler de bu şartlarda hayatta kalmaya, hayata tutunmaya devam edeceğiz.
Birikimli bir hayat yaşıyoruz. Her birimiz geçmişin yükleri ile bu dünyaya geliyoruz. Hiçbirimiz bu hayata sıfırdan başlamıyoruz. Bourdieucu bir bakışla her birimiz farklı sermayelerle dünyaya geliyoruz. Kimimizi hatta bırak sermayeyi borçla dünyaya geliyor. Doğuştan gözleri görmeyen bir kişi ile anne babası profesör olan bir kişinin aynı sermayeye sahip olması mümkün mü?
Papua Yeni Gine’de dünyaya gelen kişi de bir şekilde hayatta kalmanın yollarını arıyor. Bulduğu çözüm dışarıdan bir gözle çok saçma, yanlış, aptalca, akılsız gelebilir ama o şartlar altında ürettikleri çözüm o. Kapasiteleri, zekları, donanımları, yetenekleri, mizaçları adına ne dersek diyelim ona yetiyor. Eğer buldukları çözüm işe yararsa hayatta kalmaya devam edecekler yaramazsa ölüp gidecekler. Bir farenin bir labirentte olduğunu bilmesi mümkün mü? 1000 kişinin içinde olduğu dev bir labirentteki tüm farelerin bir labirentte olduklarını anlamaları mümkün mü? Diyelim bu 1000 kişilik labirentten hasbelkader bir veya ikisi bizlerin yaşadığı bu labirent tek yaşama biçimi değil, bunun dışında şöyle bir alternatif de olabilir dese işe yarar mı?
Her birimiz bir labirente doğuyoruz ve içine doğduğumuz labirenti tek yaşama ve hayatta kalma biçimi olduğunu düşünen binlerin, yüzbinlerin olduğu bir yer olarak görmeliyiz. Bu durumda bizler de zaten doğal olarak bu labirent sakinlerinde birisi olarak eğitiliyoruz, sosyalleşiyoruz, kültürleniyoruz yani kısacası içine doğduğumuz insanların yaptıklarını kabul etmekten başka çaremiz kalmıyor.
Bu labirent benzetmesinin işlemediği yerler de var. Çünkü sen bir labirent inşa etmek istedikçe komşu grubun labirenti seninkine tecavüz ediyor ve sen de labirentini tekrar organize ediyorsun bu da komşu labirenti bozuyor ve böylece bu labirentler savaşında sürekli labirent yapıp bozarak süreli yeni duruma adapte olacağın bir başka kültür geliştiriyorsun. Biz bunun adına batı diyoruz, Avrupa diyoruz… Papua Yeni Gine yada Arabistan veya Hindistan veya Çin Ve Japonya yani kendi labirentini tek doğru labirent olarak kabul edip kendisine çeki düzen verme ihtiyacı hissetmeyen topluluklar labirent ayarlaması yapmaya ihtiyaç da duymayanlar.
Bu konu da burada dursun biz yine kitaba dönelim.
Sayfa 114:
“As I mentioned earlier, the practice of abortion or infanticide may help individual mothers, families, or coresiding kin groups survive under severe environmental conditions, although evidence that such acts are altruistically undertaken to control the population growth of the entire society continues to be questionable at best. 36 But finding an adaptive advantage in the practice of restricting the nutrition of pregnant or lactating women is a good deal more problematic.”
“Daha önce de belirttiğim gibi, kürtaj ya da bebek öldürme uygulamaları bireysel annelerin, ailelerin ya da akraba gruplarının ağır çevresel koşullar altında hayatta kalmasına yardımcı olabilir, ancak bu tür eylemlerin tüm toplumun nüfus artışını kontrol etmek için özgeci bir şekilde yapıldığına dair kanıtlar en iyi ihtimalle şüpheli olmaya devam etmektedir. 36 Ancak hamile veya emziren kadınların beslenmesini kısıtlama uygulamasında adaptif bir avantaj bulmak çok daha sorunludur.”
Bu dikkat çekici soru ile birlikte Edgerton, çeşitli toplumlarda hamile ve emziren kadınlara uygulanan beslenme kısıtlamaları ve çocukların yetersiz beslenmesinin zararlı etkilerini ele alıyor. Beslenme kısıtlamalarının adaptif bir avantaj sağladığına dair kanıtlar sınırlıdır ve genellikle hem annenin hem de çocuğun sağlığını tehlikeye atar diyor. Birçok toplumda hamile ve emziren kadınların diyetleri kaloriden ve proteinden yoksundur, bu da anemi ve bebeklerde beriberi gibi hastalıklara yol açar.
Ayrıca, toplumların küçük çocukları kötü beslenmeye maruz bırakma uygulamaları, özellikle de gıda kaynaklarının yeterli olduğu durumlarda, çocukların sağlığını tehlikeye atar diyor. Örneğin, Etiyopya ve Doğu Afrika’da en küçük çocuk, ailenin diğer üyelerinden arta kalanlarla beslenir, bu da ciddi malnütrisyon ve hastalıklara yol açabilir. Kwashiorkor gibi hastalıklar, çocukların protein açısından zengin yiyeceklerden mahrum bırakılmasıyla daha da kötüleşir. Kwashiorkor, yetersiz proteinle beslenen çocuklarda ödem, kas erimesi, karında sıvı birikimi, iştahsızlık ve ölümle sonuçlanabilir.
Edgerton, bu tür uygulamaların nüfus artışı isteyen toplumlarda bile sürdüğünü ve adaptif olmaktan çok zararlı sonuçlar doğurduğunu vurguluyor. Beslenme yetersizlikleri, bireylerin sağlığı üzerinde ciddi olumsuz etkiler bırakırken, toplumun genel refahını da tehlikeye atar.
Bunları okuyunca tüm bu uygulamaların evrimsel psikoloji açısından ne anlama geldiğini çözmeye çalışıyorum. Bu veriler bizlerin aslında fiziksel güce göre hiyerarşik bir düzen oluşturan atalara sahip olduğumuz gerçeğini mi söylüyor? Yani primat atalarımızdan kalan miras bu mu? Bizler güçlü olanın güçsüz olanı ezdiği bir altyapının mı çocuklarıyız? Bu yüzden mi bu kadar eşitsiz, adaletsiz, bencil, düpedüz akıl yoksunu kültürlere sahibiz? Hala 40-50 bin yıl önceki şartlarda yaşıyormuşuz gibi yaşamaya devam eden gizli kültürel kodlara sahibiz?
Edgerton başka toplumlardan örneklerle devam ediyor. 1961'de Kenya'daki Kamba halkı arasında, kuraklık ve ardından gelen aşırı yağışlar nedeniyle çocuklar ciddi şekilde yetersiz beslenmiş. Hükümet yardım sağlasa da birçok çocuk protein eksikliğine bağlı olarak kwashiorkor hastalığına yakalanmış. Kamba toplumunda, çocukların yumurta yemesine izin verilmezken, yumurtalar yetişkinler tarafından tüketilmiş veya satılmış. Benzer şekilde, Uganda’daki Baganda halkı, kwashiorkorun düşük proteinli diyetten değil, bir bebeğin emzirmeden kesilmesiyle ilişkili ruhsal faktörlerden kaynaklandığına inanmış. Bu nedenle hasta çocuklar, anne sütünden mahrum bırakılarak daha da kötüleşmiş.
Edgerton, bir başka yaygın ve zararlı uygulama ise yenidoğanlara ilk günlerde salgılanan kolostrumu vermemektir diyor. Kolostrum, bağışıklık sistemini destekleyen immünoglobulinler, T hücreleri ve antikorlar içerir. Ayrıca, yerel enfeksiyonlara karşı koruyucu özelliklere sahiptir. Ancak birçok toplumda emzirme, doğumdan günler sonra başlamaktadır, bu da bebeklerin enfeksiyonlara ve ölüme karşı daha savunmasız hale gelmesine neden olur. Hayvan deneyleri, kolostrumdan mahrum bırakılan yavruların çok daha yüksek ölüm oranlarına sahip olduğunu göstermekte.
Bazı geleneksel sağlık uygulamaları da tehlikelidir. Örneğin, Latin Amerika’da empacho adı verilen, mide-bağırsak rahatsızlıklarıyla ilişkilendirilen bir hastalığı tedavi etmek için kullanılan yöntemler arasında toksik maddeler içeren karışımlar yer alır. Meksika kökenli Amerikalılar arasında yapılan bir araştırmada, empacho tedavisinde kurşun, cıva veya zehirli çamaşır boyası gibi maddelerin kullanıldığı tespit edilmiş. Bu maddeler çocuklarda ve yetişkinlerde kurşun zehirlenmesine yol açabilmekte. Kurşun zehirlenmesinin belirtileri (örneğin, ishal, kusma, uyuşukluk) empacho semptomlarına benzediği için birçok vaka bildirilmemiş olabilir. Bu uygulamalar, geleneksel tedavilerin modern tıbbi bilgiyle çeliştiği durumlara bir örnek teşkil etmekte.
Sayfa 118:
“Although we have been emphasizing maladaptive beliefs and practices that endanger children, it should be self-evident that adults become victims as well, sometimes as a result of what they eat and drink. Over fifty years ago, Robert Lowie wrote about the "capricious irrationality" of people's food preferences and avoidances around the world. 57 As Marvin Harris has pointed out, Lowie's evidence was often inadequate, but Harris himself admits that not all aspects of "foodways" (as he refers to people's beliefs and practices regarding food) "enhance human health and well-being."58 In fact, while arguing that most foodways are beneficial, he grants that a significant number of them may be harmful. Nevertheless, Harris warns against "blanket condemnations of exotic foodways as useless or harmful."59 This is a reasonable principle, but it does not follow that all or most foodways would prove to enhance human health or well-being if only we had a better understanding of neurochemistry.”
“Her ne kadar çocukları tehlikeye atan sağlıksız uyumlu inançlar ve uygulamalar üzerinde durmuş olsak da, yetişkinlerin de bazen yedikleri ve içtiklerinin bir sonucu olarak mağdur oldukları aşikâr olmalıdır. Elli yılı aşkın bir süre önce Robert Lowie, dünyanın dört bir yanındaki insanların gıda tercihlerinin ve kaçınmalarının “kaprisli mantıksızlığı” hakkında yazmıştır.57 Marvin Harris'in de belirttiği gibi, Lowie'nin kanıtları genellikle yetersizdi, ancak Harris'in kendisi de “yiyecek kültürlerinin” (insanların gıda ile ilgili inanç ve uygulamalarına atıfta bulunuyor) tüm yönlerinin “insan sağlığını ve refahını artırmadığını” kabul ediyor.58 Aslında, çoğu gıda yönteminin faydalı olduğunu savunurken, önemli bir kısmının zararlı olabileceğini de kabul ediyor. Bununla birlikte Harris, “egzotik gıda yöntemlerinin yararsız veya zararlı olarak toptan mahkum edilmesine” karşı uyarıda bulunmaktadır.59 Bu makul bir ilkedir, ancak nörokimyayı daha iyi anlamış olsaydık, tüm gıda yöntemlerinin veya çoğunun insan sağlığını veya refahını artıracağı sonucu çıkmaz.”
Harris’i okumak ve keşfetmek istediğimi daha önce de yazmıştım. Yine karşımıza çıktı. Foodways yada yiyecek kültürü diye bir kavramdan bahsediliyor. Bizim ülkemiz de tam bir kavşak noktasında olmasından dolayı çok çeşitli bir yemek kültürüne sahibiz. İslamiyetten dolayı da bazı yiyecekleri yemiyoruz. Mesela Çinde yenilen tüm o yiyecekleri görünce bir çoğumuzun midesi bulanıyor. Hint ve Arap kültüründe yemekleri elleri ile yediklerini görünce aşağılama ihtiyacı hissediyoruz.
Edgerton uzun şekilde fava fasülyesinden bahsediyor. Bakla (fava beans) tüketimi, belirli bir enzime (G6PD) sahip olmayan bireylerde ciddi anemiye neden olmasına rağmen, baklanın besleyici, lezzetli ve kolay yetiştirilebilir olması bu geleneğin devam etmesini sağlamış. Ayrıca, baklanın sıtma koruması sağladığı hipotezi tartışılmaktadır, ancak bu tüketimin esas nedeni basitçe lezzetli ve erişilebilir olması olabilir.
Edgerton, bazı yiyecek uygulamaları açıkça zararlı olduğunu anlatıyor. İnuitler, çiğ fok yağı tüketimiyle botulizmden etkilenmiş, bazı topluluklar ise şarbonlu sığır eti yiyerek sağlık sorunları yaşamış. Gübre olarak dışkı kullanımı, Asya ve Afrika'da milyonlarca insanın karaciğer parazitleriyle enfekte olmasına neden olmuştur. Özellikle Schistosoma paraziti, sıtma ve tüberkülozdan sonra üçüncü en ölümcül hastalıktır.
Modern toplumlarda ise aşırı yağ, şeker, alkol, nikotin ve kafein tüketimi gibi alışkanlıklar, sağlık üzerinde zararlı etkiler bırakmaktadır. Edgerton, yiyecek geleneklerini genel olarak eleştirmemek gerektiğini belirtmekle birlikte, hem tarihsel hem de modern dönemlerde zararlı uygulamaların varlığını kabul etmek gerek diyor.
Edgerton yeme içmeden fiziksel güzellikle ilgili maladaptif konulara geçiyor. Bazı Afrika ve Polinezya toplumlarında obezite güzellik sembolü olarak görülmüş, bu da liderlerin aşırı kilolu olmasına neden olmuş. Tarihsel olarak, obezitenin kıtlık gibi zorlu koşullarda avantaj sağladığı düşünülse de, modern çağda fiziksel aktivitenin azalması ve geleneksel yüksek kalorili diyetlerin devam etmesi, Polinezya gibi bölgelerde hipertansiyon, diyabet ve kalp hastalıkları gibi sorunlara yol açmış. Bunun tersine, Batı toplumlarında kilo alma korkusu, özellikle genç kadınlarda anoreksiya nervoza gibi ciddi sağlık sorunlarına neden olmuş.
Ayrıca, doğa olaylarına dair inançlar da sağlık açısından riskler taşımıştır. Örneğin, 1991’deki güneş tutulmasının ardından Meksika’da kolera salgını, kirli su ve gıdadan kaynaklanmasına rağmen tutulmaya bağlanmış ve bu yanlış algı halk sağlığını tehlikeye atmış.
Edgerton bu alt başlığın sonuna geldiğimizde geleneksel tıbbi uygulamaların bazıları faydalı sonuçlar doğurmuş olsa da, çoğu etkisiz veya zararlı olmuştur diyor. Örneğin, Uganda’daki Sebei kabilesi baş ağrısını tedavi etmek için kızgın bir mızrağı hastanın alnına bastırırken, Kenya’daki Pokotlar psikoz tedavisinde hastayı taşla dövmüş. Bununla birlikte, halk inançlarının bazen faydalı tıbbi yeniliklere yol açtığı da belirtilmiştir. Örneğin, İngiltere’de çiçek hastalığına karşı aşı geliştirilmesi, sütçülerin inek çiçeği ile temasının koruyucu olduğuna dair halk inancından esinlenmiş. Ancak, Hindistan gibi yerlerde çiçek hastalığı tanrılara atfedilmiş ve batı tıbbı gelene kadar binlerce ölüm yaşanmış.
Bu başlık da böylece bitti. Yine yoğun bilgilerle dolu bir başlıktı. Kendimi her ne kadar tutmaya çalışsam da okuduklarımdan kafama takılanları dile getirmekten geri duramadım. Aslında derli toplu düşünmeden bir çeşit beyin jimnastiği yapıyorum. Bu yazdıklarımı tekrar okuyup, gözden geçirip öyle yazmalıyım ama bunu yapmayacağımı biliyorum. Bir an önce bu kitabı bitirip bir başka kitaba geçmek istiyorum.
Öğrenmek dediğimiz şey okuduklarımızdan sonra unuttuğumuz şeylerden aklımızda kalanlar. Buraya yazarken bazı şeyler uçup gidiyor ama bazıları aklımda yer ediyor. Bir şeyler hakkında bir fikir elde etmek veya bir sonuca ulaşmak için bu bilgiler bir yerde bir şekilde işe yarayacak. Ben biriktirmeye devam edeceğim.
Bu yazının açıkcası Edgerton!ın anlatmak istedikleri açısından çok da uzun uzadıya konuşulacak bir tarafı yok. Ne anlatmak istediği çok açık ve bir çoğunu zaten bizlerin de bildiği şeyler. Ama bu alt başlıkta benim tespitlerimi kısaca özetlemem gerektiğini düşünüyorum. Bunun için burada daha fazla yer işgal etmeyeceğim ve geçtiğimiz 3-4 yazıda kafama takılanları derli toplu hale getirip bir yazı haline getireceğim.
Comments