Bir önceki bölümde üretken yönelimi görmüştük. Üretken yönelim, güçlerini keşfetmek ve yeteneklerine uygun bir hayat yaşamak,. kimsenin seni sömürmesine izin vermemek, kendi aklına güvenmekle ilgili. Başkasının sana dayattığı şeyleri yaşadığında faaliyet içindeymişsin gibi gözüksen de aslında üretken bir hayat yaşadığın anlamına gelmiyor.
Bu girişin ardından üretken sevgi ve düşünme neymiş görebiliriz.
(b) Üretken Sevgi ve Düşünme
Page 96: ”Human existence is characterized by the fact that man is alone and separated from the world; not being able to stand the separation, he is impelled to seek for relatedness and oneness. There are many ways in which he can realize this need, but only one in which he, as a unique entity, remains intact; only one in which his own powers unfold in the very process of being related. It is the paradox of human existence that man must simultaneously seek for closeness and for independence; for oneness with others and at the same time for the preservation of his uniqueness and particularity. As we have shown, the answer to this paradox-and to the moral problem of man-is productiveness.”
Sayfa: 121: “İnsanın varoluşu, yalnız ve dünyadan ayrı olduğu gerçeğiyle karakterize edilir; ayrılığa dayanamayan insan, akrabalık ve birlik arayışına itilir. Bu ihtiyacını gerçekleştirebileceği pek çok yol vardır, ancak yalnızca bir tanesinde eşsiz bir varlık olarak kendisi bozulmadan kalır; yalnızca bir tanesinde kendi güçleri tam da ilişkili olma sürecinde ortaya çıkar. İnsanın aynı anda hem yakınlık hem de bağımsızlık arayışında olması; hem başkalarıyla birlik içinde olması hem de kendi biricikliğini ve tikelliğini koruması insan varoluşunun paradoksudur. Gösterdiğimiz gibi, bu paradoksa -ve insanın ahlaki sorununa- verilecek yanıt üretkenliktir.”
İnsanın bu çelişkisi ahlaki bir sorun mu varoluşsal bir sorun mu? Yani hem bireyselliğimizi korumak istiyoruz hem de hayatta kalmak için başkalarına ihtiyaç duyan bir canlıyız. Sadece hayatta kalmak yeterli değil, başkaları ile birlikte yaşamanın zevki bambaşka. Her şeyi tek başımıza çözmemizin gerekmemesi aslında kolaylık ve rahatlık sağlıyor. Sen birilerine destek olurken birilerinin de sana destek olması yaşamayı kolaylaştırıyor. Bu konu bu yüzden ahlaki. Yani kime ne oranda destek vermeliyim, kimden ne oranda destek almalıyım? Eğer bu sınırları doğru ve sağlıklı bir şekilde koyabilirsem bireyselliğime zeval getirmeden bir arada yaşayabilirim. Ne ben başkasına zarar vereyim ne de başkasının bana zarar vermesine izin vereyim. Maharet bu.
Birlikte yaşamayı becerebiliyor muyuz? Biz gerçekten birlikte yaşamak üzere mi evrimleştik yoksa kendimizi mi kandırıyoruz. Şuna eminim eğer mecbur kalmasak birileri ile birlikte yaşamayı tercih etmezdik. Bu bir zorunluluk. Eğer bir grup olarak hayatta kalmayı başaramamış olsak bu şekil bir toplumsal canlı da olmazdık. Başkalarından öyle korkuyoruz ki,... bizi biz yapan duygu hangisidir diye sorsan insan korkan bir canlıdır derdim. Tüm derdimiz korkmadan yaşamak. Bunu eğer birileri ile birlikte yaşayarak başarabiliyorsam o zaman bir çok dezavantajına rağmen buna katlanarak hayatıma devam ediyorum. Korkudan başka ne var sevgi var mı, şefkat, yardım severlik, gibi olumlu duygular mı hakim nefret, öfke, kıskançlık gibi olumsuz olanlar mı? Kimler olumlu çemberimizin içinde kimler olumsuz olanın. Kimse kendisini kandırmasın hiç kimse sadece olumlu duygulara sahip değil. Hatta çoğu zaman bir grubu ayakta tutan olumsuz olan duygular.
Ben genel olarak insan sevmiyorum. İnsanın çok zararlı bir canlı türü olduğunu düşünüyorum. Sahip olduğumuz potansiyelin farında olmadığımız için enerjimizi saçma sapan şeylere harcadığımızı düşünüyorum. Yalnızlığın bir kaç türü ve boyutu var. Fromm tam olarak bunu kastetmiyor ama yalnızlığın şu boyutunu bizzat yaşıyorum. Sen kendini geliştirdikçe çevrende gelişmemiş insan sayısının çokluğu karşısında kendini yalnızlaşmış halde buluyorsun. Olgunlaşmak için attığın her adım senin gibi insanların hızla azalması anlamına geliyor. Yani bulunduğun kattaki insan sayısı azalıyor.
Belki de benim bayılarak okuduğum bu kitapları bir çok insana duyurma istek ve ihtiyacımın arkasında bu yalnızlaşma var. Bir an önce benim fark ettiğim şeyleri fark eden insanların sayısının artmasını istiyorum. Çevremde, sevdiğim insanlara sürekli kitap tavsiye ediyorum ki okusunlar ve bana eşlik etsinler diye ama maalesef henüz bu kafada insanlarla sosyal hayatımda karşılaşmadım. Belki bir ihtimal bunları okuyan birileri çıkar da bir şeyler paylaşabileceğim insanlar olur çevremde. Kendini geliştirmenin en büyük dezavantajı da bu işte. Gerçi yalnızlığıyla barışan ve kimseye muhtaç olmadan yaşayan insan bir süre sonra “aman ya, ne uğraşacağım insanlarla, böyle tek başına olmak daha iyi” diyor. Evet, yalnız olarak hayatına devam etmekte sakınca yok ama neden olmasın, neden benzer kafaya sahip insanlar olmasın çevrende. Paylaşmadığın takdirde sahip olduğun şeylerin hiç bir anlamı da, değeri de yok. Bir şeyleri bilip de çevrendeki insanların bunları bilmeden yaşamaya devam etmelerine dayanamıyorsun. "Bak" demek istiyorsun, "vaktini boşa harcama, gerçek şu" ama olmuyor. İnsanlar kendilerine dayatılanları sorgulamadan kabul edip yaşamaya devam ediyorlar.
Page 97: “One can be productively related to the world by acting and by comprehending. Man produces things, and in the process of creation he exercises his powers over matter. Man comprehends the world, mentally and emotionally, through love and through reason. His power of reason enables him to penetrate through the surface and to grasp the essence of his object by getting into active relation with it. His power of love enables him to break through the wall which separates him from another person and to comprehend him. Although love and reason are only two different forms of comprehending the world and although neither is possible without the other, they are expressions of different powers, that of emotion and that of thinking, and hence must be discussed separately.
The concept of productive love is very different indeed from what is frequently called love. ”
Sayfa 121: “Kişi, eylemde bulunarak ve kavrayarak dünyayla verimli bir şekilde bağlantılı olabilir. İnsan bir şeyler üretir ve yaratma sürecinde güçlerini madde üzerinde kullanır. İnsan, dünyayı zihinsel ve duygusal olarak sevgi ve akıl yoluyla kavrar. Akıl gücü, yüzeye nüfuz etmesini ve nesnesiyle aktif ilişkiye girerek özünü kavramasını sağlar. Sevgi gücü, onu başka bir insandan ayıran duvarı aşmasını ve onu kavramasını sağlar. Aşk ve akıl, dünyayı kavramanın yalnızca iki farklı biçimi olmasına ve hiçbiri diğeri olmadan mümkün olmamasına rağmen, bunlar farklı güçlerin, duygunun ve düşünmenin ifadeleridir ve bu nedenle ayrı ayrı tartışılmalıdır.
Üretken sevgi kavramı, sıklıkla sevgi olarak adlandırılan şeyden gerçekten de çok farklıdır.”
İnsan dünyayı nasıl algılar? Bunu hiç sordunuz mu kendinize? Dünyayı görerek, duyarak, koklayarak, dokunarak, tadarak mı algılıyoruz? Bu kadar mı? Biraz beyin jimnastiği yapalım. Bir yerde grup halinde oturuyorsunuz. Her çeşit insan var. Kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk, çalışan, işsiz, anne, baba, bekar, dul, eşcinsel, Kürt, Türk, Zenci, Suriyeli, sünni, alevi.... yani aklınıza gelebilecek her türden insan var. Bu şekilde 100 kişi olsun. Bulundukları salona sırasıyla birileri girsin. İlk önce takım elbise kravatlı orta yaşlı bir adam. Bu 100 kişiden birisi de sizsiniz ne hissedersin, düşünürsün, görürsün?. Yani bu kişi ile ilgili algınız ne olur? Senin gördüğüne diğer 99 kişinin gördüğünün aynı şey olduğunu iddia edebilir misin? Şimdi de çok seksi bir kadın girdi mekana, mini etekli, dekolte kıyafet giymiş. 20 yaşında bir erkek ne algılar, 60 yaşında bir adın, 3 yaşında bir çocuk ne algılar, 40 yaşında bir gay, 30 yaşında baş örtülü ne algılar, 40 yaşında bir vali ne algılar? Şimdi de mekana ülkenin cumhur başkanı girsin. Yukarıdaki kişilerin algısını tekrar değerlendirelim. Türk Cumhurbaşkanı Türkiye'de bir mekana girsin, Hollandalı muadili, Hollanda'da, Kuzey Koreli muadili de Kuzey Kore'de. Şimdi ne olur?
Yaşımız, cinsiyetimiz, dini/siyasi görüşümüz, içine doğduğumuz toplumun kültürü o kadar çok parametre var ki algımızı etkileyen. Hala 5 duyumuzla dünyayı algılıyoruz diyebilir miyiz? Fromm eksik söylemiş, dünyayı sadece zihinsel ve duygusal olarak değil kültürel olarak da algılıyoruz.
Peki, algıladığım şey ne kadar gerçeklikle ilgili? Gerçekten gerçeği olduğu gibi mi algılıyorum yoksa kendime göre uydurduğum bir şeyleri gerçekmiş gibi mi algılıyorum? Bu soruları da aklımızın bir kenarında tutup okumaya devam edelim.
Page 98-99: “But contrary to all this confused and wishful thinking, love is a very specific feeling; and while every human being has a capacity for love, its realization is one of the most difficult achievements. Genuine love is rooted in productiveness and may properly be called, therefore, "productive love." Its essence is the same whether it is the mother's love for the child, our love for man, or the erotic love between two individuals. (That it is also the same with regard to love for others and love for ourselves we shall discuss later.) Although the objects of love differ and consequently the intensity and quality of love itself differ, certain basic elements may be said to be characteristic of all forms of productive love. These are care, responsibility, respect, and knowledge.
Care and responsibility denote that love is an activity and not a passion by which one is overcome, nor an affect which one is "affected by."......... the essence of love is to "labor" for something and "to make something grow," that love and labor are inseparable. One loves that for which one labors, and one labors for that which one loves. ”
Sayfa 122-123: “Ancak tüm bu karışık ve arzulu düşüncelerin aksine, sevgi çok özel bir duygudur; ve her insan sevgi kapasitesine sahip olsa da, bunun gerçekleşmesi en zor başarılardan biridir. Gerçek sevginin kökleri üretkenliğe dayanır ve bu nedenle doğru bir şekilde "üretken sevgi" olarak adlandırılabilir. İster annenin çocuğuna olan sevgisi, ister bizim insana olan sevgimiz, isterse de iki birey arasındaki erotik sevgi olsun, özü aynıdır. (Başkalarına duyulan sevgi ve kendimize duyulan sevgi açısından da aynı olduğunu daha sonra tartışacağız). Sevginin nesneleri ve dolayısıyla sevginin yoğunluğu ve niteliği farklı olsa da, bazı temel unsurların üretken sevginin tüm biçimlerinin karakteristiği olduğu söylenebilir. Bunlar özen, sorumluluk, saygı ve bilgidir.
İlgi ve sorumluluk, sevginin, üstesinden gelinen bir tutku ya da "etkilenilen" bir duygulanım değil, bir etkinlik olduğunu gösterir. ......... sevginin özü bir şey için "emek vermek" ve "bir şeyi büyütmektir"; sevgi ve emek birbirinden ayrılamaz. Kişi uğruna emek verdiği şeyi sever ve sevdiği şey için emek verir.”
Alelade sevgi ile üretken sevgiyi birbirinden ayırıyor. Üretken sevginin bazı göstergeleri var: özen, sorumluluk, saygı ve bilgi. İlgi ve sorumluluk bir aktivite, eylem, faaliyet yani pasif bir şey değil. Öylesine seni seviyorum dediğinde aslında boş konuşmuş oluyorsun. Özellikle anne babaların ağzında çok vardır bu laf. Sorsan çocuğunu sevdiğini söyler ama gerçekten yapması gereken hiç bir şeyi yapmamıştır, sadece ezbere yaşadığı hayatın bir parçasısındır sen. Sana sevgi diye verdiği şey aslında gerçek sevgi değildir.
Bu konu çok büyük bir tabu. Hiç bir çocuk anne babasına kötü bir şey kondurmak istemiyor. Özellikle annelere karşı inanılmaz bir pozitif bakış var. Onları mazur görmekten hiç çekinmiyoruz. Yaptıkları hataları ne itiraf edebiliyoruz ne de onlara kötü bir şey konduruyoruz. Gerçekten sevilmediğini görmek insanın kendine olan saygısını zedeliyor. Nasıl olur da ömrünü bana feda etmiş bir insanın aslında bana sevgi vermediğini söylerim. Bu nankörlüğü nasıl yaparım.
Gerçekten sevip sevmediklerini ön yargısız bir şekilde sorun kendinize. Bize dayatılan anne babaya saygı mitinden sıyrılıp gerçeği olduğu gibi algılamaya çalışın. Ne göreceksiniz?
Page 99: “Responsibility is not a duty imposed upon one from the outside, but is my response to a request which I feel to be my concern. Responsibility and response have the same root, respondere ="to answer"; to be responsible means to be ready to respond.”
Sayfa 123: “Sorumluluk, kişiye dışarıdan dayatılan bir görev değil, beni ilgilendirdiğini düşündüğüm bir talebe verdiğim yanıttır. Sorumluluk ve yanıt aynı köke sahiptir, respondere = "yanıt vermek"; sorumlu olmak, yanıt vermeye hazır olmak demektir.”
Ebeveyn çocuk ilişkileri sağlıklı mı? Anne babalar gerçekten koşulsuz seviyorlar mı çocuklarını? Çok uzatmayacağım. Sorgulamadan doğru kabul ettiğimiz acı gerçekleri görmemiz gerekiyor. Çocuğu olanlar, çocuklarına karşılıksız sevgi veriyorlar mı? Anne baba olma sorumluluğunun ne demek olduğunun farkındalar mı? Sorumluluk kelimesi Arapça mesuliyetin karşılığı, mesuliyetin kökeninde kendisine soru sorulan kişi anlamı var. Soru, sual kökünden geliyor. Türkçede sorumluluk İngilizcedeki gibi ama zıttı. Yanıt vermek değil de soru sormaktan geliyor. Belki de beni ilgilendiren şeye yanıt vermek olarak algılamıyoruz. Bana sorular bir soru gibi algılıyoruz sorumlu olmayı. Cevabını arayıp bulma alışkanlığımız olmadığı içinde Türkiye'de çok ciddi bir sorumluluk problemi yaşıyoruz. Sadece çocuk bakımı konusunda değil her konuda yaşıyoruz bu sorunu.
Page 100: “But not so evident is the connection of care and responsibility with individual love; it is believed that to fall in love is already the culmination of love, while actually it is the beginning and only an opportunity for the achievement of love. It is believed that love is the result of a mysterious quality by which two people are attracted to each other, an event which occurs without effort. Indeed, man's loneliness and his sexual desires make it easy to fall in love and there is nothing mysterious about it, but it is a gain which is as quickly lost as it has been achieved. One is not loved accidentally; one's own power to love produces love-just as being interested makes one interesting. People are concerned with the question of whether they are attractive while they forget that the essence of attractiveness is their own capacity to love. To love a person productively implies to care and to feel responsible for his life, not only for his physical existence but for the growth and development of all his human powers. To love productively is incompatible with being passive, with being an onlooker at the loved person's life; it implies labor and care and the responsibility for his growth.”
Sayfa 124: “Ancak özen ve sorumluluğun bireysel sevgiyle bağlantısı o kadar açık değildir; aşık olmanın zaten aşkın doruk noktası olduğuna inanılırken, aslında aşka ulaşmak için bir başlangıç ve sadece bir fırsattır. Aşkın, iki kişinin birbirine çekildiği gizemli bir özelliğin sonucu olduğuna inanılır. Aslında insanın yalnızlığı ve cinsel arzuları âşık olmayı kolaylaştırır ve bunda gizemli bir şey yoktur, ancak elde edildiği kadar çabuk kaybedilen bir kazanımdır. İnsan tesadüfen sevilmez; kişinin kendi sevme gücü sevgiyi üretir - tıpkı ilgi duymanın kişiyi ilginç kılması gibi. İnsanlar çekici olup olmadıkları sorusuyla ilgilenirken, çekiciliğin özünün kendi sevme kapasiteleri olduğunu unutuyorlar. Bir insanı üretken bir şekilde sevmek, yalnızca fiziksel varlığı için değil, tüm insani güçlerinin büyümesi ve gelişmesi için de yaşamına özen göstermeyi ve kendini sorumlu hissetmeyi gerektirir. Üretken sevmek, edilgen olmakla, sevilenin yaşamına seyirci kalmakla bağdaşmaz; emek, özen ve büyümesi için sorumluluk anlamına gelir.”
İşte anne babalara kızdığım nokta tam olarak bu cümlenin içinde saklı. Bu cümle ne kadar kolay gözüküyor “tüm insani güçlerinin büyümesi ve gelişmesi için de yaşamına özen göstermeyi ve kendini sorumlu hissetmeyi gerektirir.” Karşındaki insanın tüm güçlerinin ortaya çıkarması için desteklemek, olanak sunmak. Bir anne babanın az önce aslında çocuklarını sevmiyorlar ama seviyormuş gibi yapıyorlar dediğim durumun dayanağı bu tespit. Madem seviyorsun da o zaman onun kendine has özellikleri ile yeşermesi için gereken şeyleri neden yapmıyorsun? Sadece lafta bir sevme bu. Gerçekten seven kişi çocuğunu yargılamaz, kendi kafasında kurduğu hayali bir noktaya ulaştırmaya çalışmaz. O nasıl bir insansa öyle olması için onu destekler.
Bir önceki bölümde Fromm'a insanın en büyük görevi kendisini üretmektir sözüne de bu yüzden karşı çıkmıştım. Kendimizi üretemeyiz sadece iyi bir insanın (çocuklarımızın) üretilemesine pozitif katkı verebiliriz. Yanlış üretilmiş bir yetişkinin yapabileceği en mantıklı ve zeki çözüm kendini söküp yeniden üretmektir.
Page 101: “To love one person productively means to be related to his human core, to him as representing mankind. Love for one individual, in so far as it is divorced from love for man, can refer only to the superficial and to the accidental; of necessity it remains shallow. While it may be said that love for man differs from motherly love inasmuch as the child is helpless and our fellow men are not, it may also be said that even this difference exists only in relative terms. All men are in need of help and depend on one another. Human solidarity is the necessary condition for the unfolding of any one individual.”
Sayfa 125: “Bir kişiyi verimli bir şekilde sevmek, onun insani özüyle, insanlığı temsil eden kişiliğiyle ilgili olmak demektir. Tek bir bireye duyulan sevgi, insana duyulan sevgiden ayrıldığı ölçüde, yalnızca yüzeysel ve tesadüfi olanı ifade edebilir; zorunlu olarak sığ kalır. İnsan sevgisinin, çocuğun çaresiz olması ve hemcinslerimizin çaresiz olmaması nedeniyle anne sevgisinden farklı olduğu söylenebilirse de, bu farkın bile yalnızca göreceli olarak var olduğu söylenebilir. Tüm insanlar yardıma muhtaçtır ve birbirlerine bağımlıdır. İnsan dayanışması, herhangi bir bireyin gelişmesi için gerekli koşuldur.”
Yani insanı insan olduğu için sevmek gerekir diyor. Ben beceremiyorum bunu. Özellikle bazı tür insanları bırak sevmeyi nefret ediyorum. Hayatta dahi olmamaları gerektiğini düşünüyorum. Hangi tür insan bunlar? Cahil olan ve cehaletini bilmeyen, kötü olan ve kötülüğünün dahi farkında olmayan insanlar. Onlarla aynı atmosferi bile paylaşıyor olmaktan üzgünüm. Özellikle son 20 yıldır yaşadıklarımız beni kişisel olarak çok yıprattı. Ne bu ülkeye, ne de ülkenin vatandaşlarına inancım kaldı. O kadar çok hayal kırıklığına uğradım ki artık duyarsızlaştım. Şu an sevmediğim bir insan türüne dönüşmüş durumdayım. "Lanet olsun hepinize , beter olun", kafasındayım. Aynı şeyi yapıp her defasında farklı sonuç bekleyen geri zekalıları sevmiyorum. Kendi zavallı bakış açılarının tek doğru olduğunu düşünenleri sevmiyorum. Kalabalık olmalarının getirdiği güçle kibirli bir şekilde yukarıdan bakmalarını sevmiyorum.
Hatta insana olan inancım o kadar azaldı ki eğer bu sitede yazmasam, youtube da video haline getirmesem sosyal ilişkiye de geçmeyeceğim. Benim gibi insanların olduğunu biliyorum ve o az sayıda insana ulaşmaya çalışıyorum. “Tüm insanlar yardıma muhtaçtır ve birbirlerine bağımlıdır. İnsan dayanışması, herhangi bir bireyin gelişmesi için gerekli koşuldur.” Bu cümlenin gereğini yerine getirmeye çalışıyorum. Ben bir çok yazardan çok destek gördüm. Çevremde dibe vurduğumda elimden tutan arkadaşlarım da oldu. Hepsine minnettarım. İnsanların dayanışması gerektiğine canı gönülden inanıyorum ama şunu da biliyorum ki insanlar hazır ilaç peşinde, kimse kendisine balık tutulmasının öğretilmesini istemiyor, herkes balık istiyor. Gelişmeye karşı müthiş bir direnç var. Çoğu kişi alıştığı şekilde yaşamaya, yanlış olduğunu hissetse dahi, devam ediyor. Aslında çoğu kişi yalan söylüyor. Hem yaşadıkları hayattan memnun olmadıklarını söylüyorlar hem de bunu değiştirmek için bir şey yapmıyorlar. Aslında itiraf edemiyorlar ama yaşadıkları hayattan başka türlüsünü becermeye güçleri yok.
Eğer şapkamızı önümüze alır da dürüst bir şekilde itiraf edebilirsek şunu görürüz. İnsan "over rated" bir canlıdır. Neden abartılmış bir canlıyız? Çünkü kendimize toz kondurmak istemiyoruz. Çünkü sahip olduğumuz zekanın hakkını veremiyoruz çünkü sanki her birimiz, Einstein, Dostoyevski, Da Vinciymişiz gibi yaşıyoruz ama acı gerçek şu ki dünyada yaşayan 8 milyar sıradan insandan birisiyiz. Aynen bizden önce ölüp gitmiş adı sanı bilinmeyen trilyonlarca sapiensler gibi. Bunu itiraf etmek yerine kendimizi dev aynasında görmeyi tercih ediyoruz. Aslında çok sıradan olduğumuzu itiraf edebildiğimiz an çok acı bir an. İnsan çok büyük bir hayal kırıklığına uğruyor. Nasıl yani bir Lebron James, Tom Hardy, Newton olamayacak mıyım, Pazarda gördüğüm portakal satıcısından bir farkım yok mu? AVM deki tezgahtarla aynı kaderi mi paylaşıyorum, sokağımızı temizleyen çöpçü gibi ben de ölünce unutulup gidecek miyim? Evet uyan artık, sen de aynen bizler gibi sıradan bir insansın. Uyan ve kendini ortaya koymak için daha fazla zaman kaybetme. Tik tok, tik tok, zaman tükeniyor, Belki de yarın ölmüş olacağız. O zaman ne duruyorsun kendin olmak için bir adım at. Sana el uzatanları gör. Başkasına el uzat.
Birilerinin daha doğru yolu görmesini o kadar çok istiyorum ki. Saçma sapan hayatlar içinde yok olup gideceğiz. Hiç olmazsa geçen bu anları biraz olsun anlamlı hale getirmekten ne zarar gelir.
Üretken sevgiden sonra üretken düşünceye bakalım.
Page 102: “A preliminary approach to the understanding of productive thinking may be made by examining the difference between reason and intelligence.
Intelligence is man's tool for attaining practical goals with the aim of discovering those aspects of things the knowledge of which is necessary for manipulating them. The goal itself or, what is the same, the premises on which "intelligent" thinking rests are not questioned, but are taken for granted and may or may not be rational in themselves."
Sayfa 125: “Akıl ve zeka arasındaki fark incelenerek üretken düşüncenin anlaşılmasına yönelik bir ön yaklaşım yapılabilir.
Zeka, insanın, onları manipüle etmek için gerekli olan şeylerin bu yönlerini keşfetme amacı ile pratik hedeflere ulaşmak için kullandığı araçtır. Hedefin kendisi veya aynı olan şey, "akıllı" düşüncenin dayandığı öncüller sorgulanmaz, ancak olduğu gibi kabul edilir ve kendi başlarına rasyonel olabilir veya olmayabilir.”
Sayfa 102: “Reason involves a third dimension, that of depth, which reaches to the essence of things and processes. While reason is not divorced from the practical aims of life (and I shall show presently in what sense this is true), it is not a mere tool for immediate action. Its function is to know, to understand, to grasp, to relate oneself to things by comprehending them. It penetrates through the surface of things in order to discover their essence, their hidden relationships and deeper meanings, their "reason."”
Sayfa 126: “Akıl, şeylerin ve süreçlerin özüne ulaşan üçüncü bir boyutu, derinliği içerir. Akıl yaşamın pratik amaçlarından kopuk olmasa da (ve bunun ne anlamda doğru olduğunu birazdan göstereceğim), sadece anlık eylem için bir araç değildir. İşlevi bilmek, anlamak, kavramak, kavrayarak kendini şeylerle ilişkilendirmektir. Özlerini, gizli ilişkilerini ve daha derin anlamlarını, 'nedenlerini' keşfetmek için şeylerin yüzeyine nüfuz eder.”
Zekanın içinde sorgulama yok, akıl ise şeylerin görünen yüzlerinden ziyade içini, derinin görmeyi de içeriyor.
Page 103: “In productive thinking the subject is not indifferent to his object but is affected by and concerned with it. The object is not experienced as something dead and divorced from oneself and one's life, as something about which one thinks only in a self-isolated fashion; on the contrary, the subject is intensely interested in his object, and the more intimate this relation is, the more fruitful is his thinking. It is this very relationship between him and his object which stimulates his thinking in the first place. To him a person or any phenomenon becomes an object of thought because it is an object of interest, relevant from the standpoint of his individual life or that of human existence.”
Sayfa 126-127: “Üretken düşüncede özne nesnesine karşı kayıtsız değildir ama ondan etkilenir ve onunla ilgilidir. Nesne, kişinin kendisinden ve yaşamından kopuk ve ölü bir şey olarak, hakkında yalnızca kendinden yalıtılmış bir şekilde düşündüğü bir şey olarak deneyimlenmez; aksine, özne nesnesiyle yoğun bir şekilde ilgilenir ve bu ilişki ne kadar samimi olursa, düşüncesi de o kadar verimli olur. Düşüncesini ilk etapta harekete geçiren, kendisi ile nesnesi arasındaki bu ilişkinin ta kendisidir. Onun için bir kişi ya da herhangi bir olgu bir düşünce nesnesi haline gelir, çünkü kendi bireysel yaşamı ya da insan varoluşu açısından bir ilgi nesnesidir.”
Kendimize nesne olarak neyi seçiyoruz? Gerçekten nesnelerimizi seçiyor muyuz? Son yıllarda resim yapıyorum. Çocukken veya gençken çok ilgi alanıma girmezdi. İlk okulda üç boyutlu resim yapmaktan keyif aldığımı hatırlıyorum. Özellikle ev ve araba çizerdim. Sonra orta okuldan itibaren yavaş yavaş koptum resimden. Üniversite yıllarımdan kısa bir dönem yağlı boya resim yaptım ama o kadar. Diz kapağımı kırıp, ön çapraz bağlarımı kopardığımda eve takılı kalmıştım. O dönem resim yapmaya başladım. 7-8 yıl oluyor. Derdimi anlatacak kadar resim yapıyorum artık.
Nesnemle yoğun bir şekilde ilgiliydim. Kimse bana yap demedi. Bir ödev gibi, görev gibi, zorunluluk gibi değildi. Sadece yapmak istedim ve yaptım. Bu benim için çok önemli çünkü kendimi oldu bitti maymun iştahlı, şıp sevdi olarak algılama eğilimindeydim. Hatta kendimi işe yaramaz, tembel olarak görüyordum. Bugün kendimle ne kadar gurur duyuyorsam o günlerde de o kadar sevmiyordum. Çünkü bir cendere içinde sıkışmıştım. Sevmediğim bir işim, anlaşamadığım bir eşim vardı. Her ikisi de bana uygun değildi. Bir çocuğum olmuştu. Eşim onu göremeyeceğimi söyleyerek beni tehdit ediyordu. Mutsuzdum ama çocuğumdan ayrı kalma riskini de göze alamıyordum.
Aradan geçen bu süreç içinde çok şey yaşadım. Şu an yaptığım şeyin en azından bir kısmından müthiş zevk alıyorum. Sosyoloji bölümünde öğrenci olmak o kadar zevkli ki. Keşke açık öğretim değil de örgün bir okulda eğitim alabilsem ama bu şu an için mümkün değil. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Resim yaparken de zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım. Şu ana yazı yazarken de anlamıyorum. Her ikisi de aynı noktaya temas ediyor. Bir şeyler üretiyorum. Bunu para kazanmak için yapmıyorum. İşin sırrı da burada. Bu anlamda özgürüm. Bu şekilde özgür olabilmek için 45 yıl geçirmem gerekti ama yapacak bir şey yok. Şu an kendimi maymun iştahlı, şıpsevdi olarak görmüyorum. Asla ve asla tembel olarak da görmüyorum. Çok çalışıyorum. Her gün onlarca sayfa kitap okuyorum, onlarca sayfa yazı yazıyorum. Video çekiyorum, video editliyorum. Zamanımı verimli kullanmaya çalışıyorum.
Nesne konusuna dönersek. Nesnenize karşı kayıtsız olmamanız gerek diyor Fromm. Tersinde söylersek eğer nesneniz umurunuzda değilse o işi yapmamanız gerekiyor. Benim ikili bir hayatım var. Birisi geçimimi sağlayan ama umurumda olmayan bir iş ve ardından çok umurumda olan diğer şeyler. Umurumda olanları satın alabilmek için umurumda olmayana katlanmak zorundayım. (Biraz şifreli konuşuyorum) Orhan Pamuk gibi Nişantaşında bir apartmanımız olsaydı belki de buna gerek kalmazdı ama maalesef benim böyle bir imkanım yok.
İlgilendiğim ve nesne olarak algıladığım şeyleri zevkle ve doyumsuzca yaptıkça dolaylı nesne olan kendimle ilgili de doğal olarak negatif şeyler düşünmem mümkün olmuyor.
Page 104: “To be objective is possible only if we respect the things we observe; that is, if we are capable of seeing them in their uniqueness and their interconnectedness. This respect is not essentially different from the respect we discussed in connection with love; inasmuch as I want to understand something I must be able to see it as it exists according to its own nature; while this is true with regard to all objects of thought, it constitutes a special problem for the study of human nature.”
Sayfa 127: “Objektif olmak ancak gözlemlediğimiz şeylere saygı duyarsak, yani onları benzersizlikleri ve birbirlerine bağlılıkları içinde görebiliyorsak mümkündür. Bu saygı, sevgiyle bağlantılı olarak tartıştığımız saygıdan esasen farklı değildir; bir şeyi anlamak istediğim ölçüde, onu kendi doğasına göre var olduğu şekliyle görebilmeliyim; bu, düşüncenin tüm nesneleri için doğru olmakla birlikte, insan doğasının incelenmesi için özel bir sorun teşkil eder.”
Hayatı olduğu gibi görmek, çarpıtmadan algılamak ne kadar güç. Toplum içindeki rollerimiz, statümüz, kendimizi algılayış biçimimiz, başkalarını algılayış biçimimiz… o kadar çok parametre var ki. Muhatap olduğum şeyi ben mi öyle algılıyorum yada aslında başka bir anlamı mı var? O kadar zor bir durum ki. Bir örnek üzerinden devam edeyim. Bir odadasınız ve 2-3 erkek, 2-3 kadın bir aradasınız. Bir kadın odaya giriyor ve “çabuk gelin” diye yüksek sesle bağırıyor. Bu çok basit olayın odadaki 6 farklı insan üzerinde 6 farklı durum oluşturduğunu söyleyebiliriz. Odaya gelen kadının kim olduğu, odada bekleyenlerin kim oldukları, bu kişilerin bir birbiri hakkında ne düşündükleri, odaya gelen kadınla daha önce ne boyutta ilişki yaşadığımız, tüm bunlar ve daha fazlasının o sözün bendeki algısı üzerinde etkisi olacaktır. Diyelim odaya gelen kadın müdürse o sözden bir şey algılarım, çaycı ise başka bir şey, eğer bir erkeksem ve kadından hoşlanıyorsam bir şey anlarım ve kadınsam ve gıcık gidiyorsam başka bir şey, eğer utangaç, içine kapanık, kaygılı isem bir şey düşünürüm, kendine güvenen, ne yaptığını bilen birisi isem başka bir şey. Aslında ortada sadece bir gerçek vardır ama bu gerçek her bir kişi için bambaşka şeyler düşünülmesine yol açar. Kendi doğasına göre var olduğu şekliyle görebilmem için ne olması gerekiyor? Komplekslerimi, kaygılarımı, korkularımı, kullandığım savunma mekanizmalarını tanıyorsam objektif olarak değerlendirme yapabilirim.
Page 104: “Another aspect of objectivity must be present in productive thinking about living and nonliving objects: that of seeing the totality of a phenomenon. If the observer isolates one aspect of the object without seeing the whole, he will not properly understand even the one aspect he is studying. ”
Sayfa 128: “Nesnelliğin bir başka yönü de canlı ve cansız nesneler hakkındaki üretken düşüncede mevcut olmalıdır: bir olgunun bütününü görmek. Eğer gözlemci nesnenin bütününü görmeden bir yönünü izole ederse, incelediği yönü bile tam olarak anlayamayacaktır.”
Page 105-106: “Objectivity requires not only seeing the object as it is but also seeing oneself as one is, i.e., being aware of the particular constellation in which one finds oneself as an observer related to the object of observation. Productive thinking, then, is determined by the nature of the object and the nature of the subject who relates himself to his object in the process of thinking. This twofold determination constitutes objectivity, in contrast to false subjectivity in wh1ch the thinking is not controlled by the object and thus degenerates into prejudice, wishful thinking, and phantasy. But objectivity is not, as it is often implied in a false idea of "scientific" objectivity, synonymous with detachment, with absence of interest and care. How can one penetrate the veiling surface of things to their causes and relationships if one does not have an interest that is vital and sufficiently impelling for so laborious a task? How could the aims of inquiry be formulated except by reference to the interests of man? Objectivity does not mean detachment, it means respect; that is, the ability not to distort and to falsify things, persons, and oneself. But does not the subjective factor in the observer, his interests, tend to distort his thinking for the sake of arriving at desired results? Is not the lack of personal interest the condition of scientific inquiry? The idea that lack of interest is a condition for recognizing the truth is fallacious. There hardly has been any significant discovery or insight which has not been prompted by an interest of the thinker. In fact, without interests, thinking becomes sterile and pointless. What matters is not whether or not there is an interest, but what kind of interest there is and what its relation to the truth will be. All productive thinking is stimulated by the interest of the observer. It is never an interest per se which distorts ideas, but only those interests which are incompatible with the truth, with the discovery of the nature of the object under observation."
Sayfa 128-129: “Nesnellik, yalnızca nesneyi olduğu gibi görmeyi değil, aynı zamanda kendini olduğu gibi görmeyi, yani kişinin kendisini gözlem nesnesiyle ilgili bir gözlemci olarak bulduğu belirli kümenin farkında olmasını gerektirir. O halde üretken düşünme, nesnenin doğası ve düşünme sürecinde kendisini nesnesiyle ilişkilendiren öznenin doğası tarafından belirlenir. Bu ikili belirlenim, düşünmenin nesne tarafından kontrol edilmediği ve dolayısıyla önyargıya, hüsnükuruntuya ve fanteziye dönüştüğü yanlış öznelliğin aksine nesnelliği oluşturur. Ancak nesnellik, çoğu zaman yanlış bir "bilimsel" nesnellik fikrinde ima edildiği gibi, tarafsızlık, ilgi ve özen yokluğu ile eşanlamlı değildir. Böylesine zahmetli bir görev için hayati ve yeterince zorlayıcı bir çıkara sahip olmayan kişi, şeylerin örtülü yüzeyine nedenlerine ve ilişkilerine nasıl nüfuz edebilir? Araştırmanın amaçları, insanın çıkarlarına atıfta bulunmadan nasıl formüle edilebilir? Objektiflik kopukluk demek değildir, saygı demektir; yani, şeyleri, kişileri ve kendini çarpıtmama ve tahrif etmeme yeteneği. Fakat gözlemcideki öznel faktör, yani onun çıkarları, arzu edilen sonuçlara ulaşmak uğruna onun düşüncesini çarpıtma eğiliminde değil mi? Kişisel ilgi eksikliği bilimsel araştırmanın koşulu değil midir? Gerçeğin farkına varmak için ilgi eksikliğinin bir koşul olduğu fikri yanlıştır. Düşünürün ilgisinden kaynaklanmayan önemli bir keşif ya da içgörü neredeyse hiç olmamıştır. Aslında, çıkarlar (ilgi) olmadan düşünmek kısır ve anlamsız hale gelir. Önemli olan bir menfaatin olup olmadığı değil, ne tür bir menfaatin olduğu ve hakikatle ilişkisinin ne olacağıdır. Tüm üretken düşünme, gözlemcinin ilgisi tarafından teşvik edilir. Fikirleri çarpıtan şey hiçbir zaman kendi başına bir çıkar (ilgi) değildir, sadece gözlem altındaki nesnenin doğasının keşfiyle hakikatle bağdaşmayan çıkarlardır.”
Açıkcası burada tam olarak ne demek istediğini çözemedim.
Bakış açımız, ilgilerimiz, çıkarlarımız yaşadığımız gerçekliği çarpıtmamıza yol açıyor. Hakikatle bağdaşan ilgide sorun yok ama hakikatle neyin bağdaştığını nasıl anlayacağız, o yok bu tespitlerde. Ben gerçekliği olduğu gibi algılanmasının imkansız olduğunu düşünüyorum ama en azından komplekslerimizi görürsek, kullandığımız savunma mekanizmalarını farkedersek belki yaşadığımız şeyleri olduğu gibi algılayabiliriz.
Erich Fromm insanların gerçekliği çarpıtarak algıladıklarının farkında. Önyargılarımız, kuruntularımız, hayallerimiz var. Tüm bunlar yaşadığımız hayatı objektif şekilde algılamamızı engelliyor. Gözlemlediğimiz şeye saygı duymamız gerektiğini söylüyor. Muhatap olduğumuz şeylere ilgi göstermeliyiz, Öylesine yaşamamalıyız. Hakkını vererek yaşamalıyız.
Tüm bunlar için ortalamanın üstünde zeki olmak gerektiğini düşünüyorum. Matematikte bir kural vardır. Bir soruyu anlamamışsan çözemezsin. Hayatta öyle. Önce anlamak gerekiyor. Soruyu (sorunu) doğru anlamak için de dikkatli okumak, konsanrte olmak, kafamdaki bilgilerle bağlantı kurmak zorundayım. Matematiğin de aynı yaşamak gibi bir yetenek olduğunu düşünüyorum. Nasıl matematik herkesde olan bir yetenek değilse iyi yaşamak da öyle.
Page 107: “The crippling of productive activity results in either inactivity or overactivity. Hunger and force can never be conditions of productive activity. On the contrary, freedom, economic security, and an organization of society in which work can be the meaningful expression of man's faculties are the factors conducive to the expression of man's natural tendency to make productive use of his powers. Productive activity is characterized by the rhythmic change of activity and repose. Productive work, love, and thought are possible only if a person can be, when necessary, quiet and alone with himself. To be able to listen to oneself is a prerequisite for the ability to listen to others; to be at home with oneself is the necessary condition for relating oneself to others.”
Sayfa 130: “Üretken aktivitenin felce uğraması (engellenmesi), ya hareketsizlik ya da aşırı aktivite ile sonuçlanır. Açlık ve güç (baskı, zorlama) asla üretken faaliyetin koşulları olamaz. Tam tersine, özgürlük, ekonomik güvenlik ve çalışmanın insanın yetilerinin anlamlı ifadesi olabileceği bir toplum örgütlenmesi, insanın güçlerini verimli bir şekilde kullanma yönündeki doğal eğiliminin ifadesine yardımcı olan etkenlerdir. Üretken aktivite, aktivite ve dinlenmenin ritmik değişimi ile karakterize edilir. Üretken çalışma, sevgi ve düşünce ancak insan gerektiğinde sessiz ve kendi kendisiyle baş başa kalabiliyorsa mümkündür. Kendini dinleyebilme, başkalarını dinleme becerisinin ön koşuludur; kendinle baş başa olmak, kendini başkalarıyla ilişkilendirmek için gerekli koşuldur.”
Erich Fromm bu alt başlığın son paragrafında yine çok can alıcı tespitlerde bulunmuş. İlk olarak en önemli konu hayatta kalmak değil mi? Yani en temel ihtiyacımız karnımızı doyurmak. Yeteneklerini keşfetmek, potansiyelini ortaya çıkarmak, zevk aldığın işlerle uğraşmak gerçek hayatın koşullarında oldukça romantik olabilecek sözler. “özgürlük, ekonomik güvenlik ve çalışmanın insanın yetilerinin anlamlı ifadesi olabileceği bir toplum örgütlenmesi” Tek başına Don Kişot gibi savaşacağın bir durum yok maalesef. Bu kitabı okuduğunuzda şunu göreceksiniz. Evet, işte ancak bu şekilde insanın anlamlı bir hayatı olur ama gerçekten yapılabilir mi? Potansiyelimi keşfettiğimde, yeteneklerime uygun bir şekilde kendimi geliştirdiğimde en temel ihtiyacım olan karnımı doyurabilir miyim? Kimseye muhtaç olmadan ayaklarımın üstünde durabilir miyim? Bunlar hiç de yabana atılacak sorular değil. Aptal bir iyimserliğe düşmeden, aşırı romantik olmadan ama gerçekçi olacağım diye kötümserlik tuzağına düşmeden bu denklem nasıl çözülebilir?
Ya yeteneklerimin peşinden koşayım derken aç kalırsam korkusu bizim gibi yetiştirilmiş bir kuşağın kaçınılmaz olarak düşeceği kuyudur. Başka türlüsünü hayal bile edemediğimiz için bana ve benim gibilere hayal gibi geliyor. (Bir önceki yazıda İndiana Jones filminden alıntı ile bu durumu ifade etmiştim) Oğlumu kesinlikle çok para kazanacağı bir işe yönlendirmeyeceğime dair kendime söz verdim. Elimden gelen tüm gayreti onun kendisini keşfetmesine vakfetmiş durumdayım. Acaba onu yönlendirmediğim için yanlış mı yapıyorum diye kuşkularım yok değil. Bu korkularımla yüzleşiyorum. Amerikayı her defasında yeniden keşfederek zaman harcamayacağım artık. Doğru olan bu, doğru olan onun kendi potansiyelini ortaya çıkarması ve yapmaktan zevk aldığı şeyi bulup yapması.
İnsanın Kendisini dinleme yeteneği mutlaka ama mutlaka geliştirilmesi gereken bir yetenek. Bir olay yaşadığımızda içimizde oluşan duyguları kaçırmamamız gerekiyor. Çok küçük detaylar kendimiz hakkında ipuçları almamızı sağlıyor. Örneğin, Bir söz duyduğumuzda ne hissediyoruz. Aslında olması gerekenden daha fazla bir duygu mu yükleniyoruz yada olması gerektiği kadar mı? Çevremizdeki insanlar aynı sözü duyduğunda hangi duygulara kapılıyorlar. İşte, gözlemlemek, görmek, hissetmek, anlamak, kavramak, tüm bunla aklımızı aktif şekilde kullanmamızı gerektiren şeyler. Diyelim birisi bana hoşuma gitmeyen bir espri yaptı ne hissediyorum? Aşırı mı üzülüyorum, öfke mi duyuyorum, kırılıyor muyum? Aynı espri bir başkasına yapılsa onun tepkisi nasıl oluyor? Bu tip durumlarda nasıl tepki gösteriyorum, hangi tür cevap en iyisi olur? Yaşarken kendimizi gözlemlemek ve oluşan duygularımızın adını koyabilmek çok önemli. Bu yetenek gelişmeden diğer insanların da neler yaşadığını anlamak mümkün olmuyor. Kendini tanımadan da bu işlere başlamanın yolu yok. Ne kendine haksızlık ederek ne de kendinde olmayan şeyleri varmış gibi görerek yol alabiliriz. Gerçekliği olduğu gibi algılayabilmenin tek yolu kendimizi tanımak ve neye nasıl tepki verdiğimizi görmekten geçiyor. Yanlış olanları düzelterek yola devam etmeliyiz.
Bugünlük de bu kadar. 3. alt başlık bitti sırada “Sosyalleşme Sürecinde Yönelimler” alt başlığı var. Bir sonraki yazıda bu bölümü bitirmiş olacağım. Kitabı yarıladık.
Not: Her hangi bir psikoloji kitabında savunma mekanizmaları ile ilgili bilgi vardır. İlk iş bunları okuyup hangilerini kullandığını görmekle işe başlayabilirsin.
Comments