Kendini Savunan İnsan, Hümanist Etik Sorunları, Vicdan, İnsanın Kendine Geri Dönüşü, Otoriter Vicdan, 12.Yazı
2. Vicdan, İnsanın Kendine Geri Dönüşü, İnsanın Kendini Hatırlaması
Vicdan deyince sizin aklınıza ne geliyor? İnsan neden vicdan sahibi bir "insan"? Vicdanımız olmasaydı bugünlere gelebilir miydik? Vicdanlı olmamıza yol açan şeyler nelerdi?
Bu bölüme başlamadan önce bence kendi dimağınızda, zihninizde, vicdanla ilgili ne kadar bir birikiminiz var gözden geçirmelisiniz? Vicdanı ne için, nasıl kullanıyoruz? Vicdan ne işe yarıyor?
Şunu iyi biliyorum ki vicdan olmadan insana insan denilemez. Daha önce de yazmıştım “insan ….. canlıdır” diye bir çok tanım yapıyoruz, İşte bu da onlardan birisi. “İnsan vicdanı olan ve çoğunlukla (genelde) kullanan bir canlıdır.” Vicdan bize seslenir. Bazıları bu sesi özellikle duymaktan kaçar, bazıları ise sesi duyar ama anlamazlıktan gelir, bazısı da sesi duyar anlar ama duyduğunu hayata geçirmeye bir şekilde cesaret edemez. Bir kısmımızda vicdanımızı dinleriz, anlarız ve yerine getiririz.
Erich Fromm ne diyor bakalım.
Page 141: “There is no prouder statement man can make than to say: "I shall act according to my conscience." Throughout history men have upheld the principles of justice, love, and truth against every kind of pressure brought to bear upon them in order to make them relinquish what they knew and believed. …. Without the existence of conscience, the human race would have bogged down long ago in its hazardous course.”
Sayfa 165: “Bir insanın söyleyebileceği daha gurur verici bir ifade yoktur: "Vicdanıma göre hareket edeceğim." Tarih boyunca insanlar, bildiklerinden ve inandıklarından vazgeçmeleri için üzerlerine uygulanan her türlü baskıya karşı adalet, sevgi ve hakikat ilkelerini savunmuşlardır…… Vicdan varlığı olmasaydı, insan ırkı tehlikeli rotasında uzun zaman önce çıkmaza girerdi.”
Çevrenizi gözlediğinizde bunu rahatça söyleyebiliyor musunuz? Gerçekten insanlar vicdanına göre mi hareket ediyor yoksa ona dayatılan şeyleri mi hayata geçiriyor? Hatta, yaptığı şeyleri kendi seçimi bile zannediyor olabilir. Farkına bile varmadan yaşıyor olabilir. Ailesinden, okuldan, çevresinden öğrendiği ve sorgulamadan kabul edip hayata geçirdiği ve dolayısı ile yaptığı şeyin doğru mu yanlış mı olduğunu bilmeden yaşadığı gerçek değil mi?
"Adalet, sevgi ve hakikat" lafta mı var yoksa hayatımıza geçirebiliyor muyuz? Sanırım bir çok şeyde olduğu gibi öncelik sıralamasında bunları nereye koyduğumuza göre cevap değişiyor. Yani daha çok önem verdiğimiz başka bir konu ile seçim yapma durumunda kaldığımızda yukarıda yazılanları geri plana itmekten çekinmiyoruz. Bu yüzden lafta kalıyor. Maddi çıkarlar söz konusu olduğumda mesela, yada dini inançlarımız devreye girdiğinde yada milliyetçi duygularımızla oynandığında. Çok kolay vaz geçebiliyoruz doğru olanı saptamaktan.
A. OTORİTER VİCDAN
Page 143: “The authoritarian conscience is the voice of an internalized external authority, the parents, the state, or who ever the authorities in a culture happen to be. As long as people's relationships to the authorities remain external, without ethical sanction, we can hardly speak of conscience; such conduct is merely expediential, regulated by fear of punishment and hope for reward, always dependent on the presence of these authorities, on their knowledge of what one is doing, and their alleged or real ability to punish and to reward. Often an experience which people take to be a feeling of guilt springing from their conscience is really nothing but their fear of such authorities. Properly speaking, these people do not feel guilty but afraid. In the formation of conscience, however, such authorities as the parents, the church, the state, public opinion are either consciously or unconsciously accepted as ethical and moral legislators whose laws and sanctions one adopts, thus internalizing them. The laws and sanctions of external authority become part of oneself, as it were, and instead of feeling responsible to something outside oneself, one feels responsible to something inside, to one's conscience. Conscience is a more effective regulator of conduct than fear of external authorities; for, while one can run away from the latter, one can not escape from oneself nor, therefore, from the internalized authority which has become part of oneself. The authoritarian conscience is what Freud has described as the Super-Ego; but as I shall show later, this is only one form of conscience or, possibly, a preliminary stage in the development of conscience.”
Sayfa 167: “Otoriter vicdan, içselleştirilmiş bir dış otoritenin, ebeveynlerin, devletin veya bir kültürdeki otoritelerin sesidir. İnsanların otoritelerle olan ilişkileri etik bir yaptırım olmaksızın dışsal kaldığı sürece vicdandan söz edemeyiz; bu tür davranışlar yalnızca amaca yöneliktir, ceza korkusu ve ödül umuduyla düzenlenir, her zaman bu otoritelerin varlığına, kişinin ne yaptığını bilmelerine ve sözde ya da gerçek cezalandırma ve ödüllendirme yeteneklerine bağlıdır. Çoğu zaman insanların vicdanlarından kaynaklanan bir suçluluk duygusu olarak gördükleri bir deneyim, gerçekte bu tür otoritelere karşı duydukları korkudan başka bir şey değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu insanlar kendilerini suçlu değil korkmuş hissederler. Ancak vicdanın oluşumunda anne baba, kilise, devlet, kamuoyu gibi otoriteler, bilinçli veya bilinçsiz olarak, yasalarını ve yaptırımlarını benimseyen ve onları içselleştiren etik ve ahlaki yasa koyucular olarak kabul edilir. Dış otoritenin yasaları ve yaptırımları adeta kendinin bir parçası haline gelir ve kişi kendi dışındaki bir şeye karşı sorumlu hissetmek yerine, içindeki bir şeye, vicdanına karşı kendini sorumlu hisseder. Vicdan, dış otoritelerin korkusundan daha etkili bir davranış düzenleyicisidir; çünkü insan bunlardan kaçabilirken, ne kendinden kaçabilir, ne de kendi parçası haline gelen içselleştirilmiş otoriteden. Otoriter vicdan, Freud'un Süper Ego olarak tanımladığı şeydir; ama daha sonra göstereceğim gibi, bu vicdanın yalnızca bir biçimi ya da muhtemelen vicdanın gelişiminde bir ön aşamadır.”
Yaptığımız şeyleri niçin yapıyoruz? Mesela sokaktaki bir kediye tekme atmamam gerektiğini bana birisi mi söylemeli yoksa kendim mi karar vermeliyim? Bir başkasının malını çalmamam gerektiğini kutsal bir kitap mı söylemeli yada bunun yanlış olduğuna kendim mi karar vermeliyim? Sürekli kararlarımı benim dışımdaki bir kaynaktan beslenerek alırsam bir süre sonra kendi iç sesimi duymaz olurum. Zaten uzun süre dinlemediğimde bir süre sonra o ses de konuşmayı bırakır. O ses bir söyler iki söyler ama bir süre sonra onu dinlemediğini görürse konuşmaktan vazgeçer. Bu bir çeşit egzersiz işidir. Vicdanını susturursan bir süre sonra köreleceği muhakkak. Dindar insanların neyin doğru neyin yanlış olduğunu sürekli bir bilene danışmaları onların muhakeme yeteneklerinin yok olmasına yol açıyor. Süreli bir kılavuza ihtiyaç hisseden insan haline geliyorsun. Mesela, sürekli burç yorumlarına bakan insan aslında kendi kararlarını almakta zorlanan insandır. Kendisine güveni o kadar azalmıştır ki saçma sapan bir safsataya inanmayı tercih ederek hatalı kararlar vermekten kurtulabileceğini sanır. Doğru ve yanlışı kendi bilinci ile ayırt edemeyen insan başkasına bağımlı hale gelir. Bu bir çeşit özgürlüğünden feragattir. Ben kendi başıma beceremiyorum benim yerime sen karar ver demektir.
Bir toplum içinde yaşıyor olmanın etkilerini göz ardı mı ediyoruz? Yani Erich Fromm'un bu satırlarda bireye yüklediği sorumluluk bizim bir toplum içinde yaşıyor olduğumuz gerçeğini göz ardı ettiği anlamına mı geliyor? Bu soruları aklımızın bir kenarında tutarak okumaya devam ediyoruz.
Page 148: “The prime offense in the authoritarian situation is rebellion against the authority's rule. Thus disobedience becomes the "cardinal sin"; obedience, the cardinal virtue. Obedience implies the recognition of the authority's superior power and wisdom; his right to command, to reward, and to punish according to his own fiats. The authority demands submission not only because of the fear of its power but out of the conviction of its moral superiority and right. The respect due the authority carries with it the tabu on questioning it. The authority may deign to give explanations for his commands and prohibitions, his rewards and punishments, or he may refrain from doing so; but never has the individual the right to question or to criticize. If there seem to be any reasons for criticizing the authority, it is the individual subject to the authority who must be at fault; and the mere fact that such an individual dares to criticize is ipso facto proof that he is guilty.”
Sayfa 170-171: “Otoriter durumda başlıca suç, otoritenin yönetimine karşı isyan etmektir. Böylece itaatsizlik "en büyük günah", itaat ise en büyük erdem haline gelir. İtaat, otoritenin üstün gücünün ve bilgeliğinin tanınması anlamına gelir; otorite emir verme, ödüllendirme ve cezalandırma hakkına sahiptir. Otorite sadece gücünden korktuğu için değil, ahlaki üstünlüğüne ve doğruluğuna inandığı için itaat talep eder. Otoriteye duyulan saygı, onu sorgulama tabusunu da beraberinde getirir. Otorite emirleri ve yasakları, ödülleri ve cezaları için açıklama yapmaya tenezzül edebilir ya da bunu yapmaktan kaçınabilir; ancak bireyin asla sorgulama ya da eleştirme hakkı yoktur. Otoriteyi eleştirmek için herhangi bir neden var gibi görünüyorsa, hatalı olan otoriteye tabi olan bireydir; ve böyle bir bireyin eleştirmeye cüret etmesi bile onun suçlu olduğunun ipso facto (bu yüzden) kanıtıdır.”
Bir insanın başına gelecek en kötü şey bir “dayatma kültürü”nün ortasına doğmak. Bizim gibi doğu toplumlarının sanırım laneti bu olsa gerek. Aile, anne baba, okul, devlet, din her açıdan dayatmaların kurbanı oluyoruz. Öyle bir dayatma bombardımanı altındayız ki, kendin olabilmek, kendini keşfedebilmek hemen hemen imkansız. Batı toplumlarını gözümde büyütüp, abartmak istemiyorum ama bizden daha önce birçok yolu katettiklerinden, özellikle aydınlanma kültürüne sahip olduklarından, bizdeki kadar dayatma baskısı altında olmadıklarını düşünüyorum. Bizde sadece anne baba değil özellikle din en büyük baskı kaynağı. İnsanların vicdanının sesini dinlemelerini özellikle istemiyorlar. Kendi başlarına karar alabiilen, özgür bireyler olmalarını istemiyorlar. Koyun gibi güdülecek insanlara ihtiyaç duyuyorlar. Çünkü sorgulayan, doğru ile yanlışı ayırt etmeye çalışan insanları kandırmak zor.
İnsanın otorite ihtiyacını anlamak mümkün. Ortalama, sıradan bir insan için kolay olanı yada daha doğrusu seçim yapmadan yaşamanın kolaylığını tercih etmelerini anlamak mümkün. Zaten bu kitap belli bir seviyenin üstünde olan, kendisini, yaşadığı toplumu sorgulayan insana yönelik. Burada yazılanlar kesinlikle birey olamamış insanlara hitap etmiyor. Edemez de zaten.
Page 149: “In authoritarian systems the authority is made out to be fundamentally different from his subjects. He has powers not attainable by anyone else: magic, wisdom, strength which can never be matched by his subjects. Whatever the authority's prerogatives are, whether he is the master of the universe or a unique leader sent by fate, the fundamental inequality between him and man is the basic tenet of authoritarian conscience. One particularly important aspect of the uniqueness of the authority is the privilege of being. the only one who does not follow another's will, but who himself wills; who is not a means but an end in himself; who creates and is not created. In the authoritarian orientation, the power of will and creation are the privilege of the authority. Those subject to him are means to his end and consequently, his property and used by him for his own purposes. The supremacy of the authority is questioned by the attempt of the creature to cease being a thing and to become a creator.”
Sayfa 171-172: “Otoriter sistemlerde otorite, tebaasından temelde farklı gösterilir. Başka hiç kimsenin erişemeyeceği güçlere sahiptir: büyü, bilgelik, tebaası tarafından asla eşleştirilemeyecek güç. Otoritenin ayrıcalıkları ne olursa olsun, ister evrenin efendisi, ister kader tarafından gönderilmiş eşsiz bir lider olsun, otorite ile insan arasındaki temel eşitsizlik otoriter vicdanın temel ilkesidir. Otoritenin biricikliğinin özellikle önemli bir yönü, başkasının iradesini izlemeyen ama kendisi irade eden; bir araç değil, kendi içinde bir amaç olan; yaratan ve yaratılmayan tek kişi olma ayrıcalığıdır. Otoriter yönelimde, irade ve yaratma gücü otoritenin ayrıcalığıdır. Ona tabi olanlar onun amaçları için birer araçtır ve dolayısıyla onun malıdır ve onun tarafından kendi amaçları için kullanılır. Yaratılanın bir şey olmaktan çıkıp yaratıcı olmaya çalışmasıyla (girişimiyle) otoritenin üstünlüğü sorgulanır. "
Bu satırları okuduktan sonra son 20 yıldır (özellikle son 10 yıldır) yaşadığımız otoriter ortamı ve bazılarının bu durumu neden ve nasıl hiç garipsemediğini anlayabiliyoruz. Bizim toplumumuzda otoriteye bir ihtiyaç var. Bazıları bir otorite olmadan yaşayamıyorlar. Son yıllarda yaşadıklarımızı bu gözle görmemiz gerekiyor. Biraz daha genel düşündüğümüzde Osmanlıdan miras kalan ve Cumhuriyete de sirayet eden bir tutum bu. Bazıları kendilerine dayatılan bir çeşit otoriteyi (modernleşme ülküsüne sahip olan) kabul etmemiş ve kin bilemişlerdi. Ellerine fırsat geçince de şimdiler de kendileri gibi olduğunu gördükleri (modernleşme karşıtı, dindar) bir başka otoriteye boyun eğer hale geldiler. Yani önceki otorite ile uyum sağlayamamışlardı ama bu otorite tam da onlara göre. Sonuç olarak illa ki birilerine boyun eğmek zorunda kalmak durumunda hissediyoruz kendimizi.
Neden? Neden bu kadar yaygın bir otorite bağımlılığı var? Toplumumuzda okumak, öğrenmek, gelişmek, neden diye sormak neden eksik, hatta yok. İnsanlarımızın ortak özelliği bu. Müthiş bir vurdum duymazlık var. Aklını kullanmaktan bu denli kaçan başka bir toplum var mı? Neredeyse tüm İslam ülkelerinin ortak özelliği bu. Garip bir durgunluk var. Bir şekilde kendine söyleneni kabul edip ötesine geçmeye gerek duymama hali. Korku mu demeli çocukluktan yetişkinliğe geçememe mi? Neden böyle bir akıl tutulması içindeler anlamak çok güç.
Bu aşamalardan Avrupa ülkeleri ve orada yaşayan insanlar da geçtiler. Bu kitabın yazarı bir Alman Yahudisi, 1900 doğumlu, eğitim hayatı Almanya'nın çeşitli şehirlerinde geçiyor ve 1930'lardaki Nazizm'in yükselişe geçmesi ile birlikte önce İsviçre'ye oradan da Amerika'ya göç ediyor. Otoriterliğin en kötü boyutunu birebir yaşıyor, gözlemliyor. Ben sürekli kendi ülkemi ve diğer İslam ülkelerini eleştiriyorum ama aslında bunun bir insanlık hali olduğunu da görmemiz, bilmemiz gerektiğinin de farkındayım. Neticede bu kitabın yazarı da bir Avrupalı, Amerikalı yani batılı. O bu kitabı ve burada yazdığı eleştirileri sadece Türkiye için yazmadı. Sanki yazdığım yorumlar çok basitmiş gibi geliyor bazen. Sanki burada yazılan problemler sadece bizim ülkemiz için geçerliymiş gibi aptalca bir yaklaşım içinde değilim. Sadece içine doğduğum toplumu daha iyi anlayabilmek için okuduklarımı buraya yansıtarak filtrelerimden geçiriyorum. Kısa bir araya girme ihtiyacı hissettim.
Page 149: “But man has never yet ceased striving to produce and to create because productiveness is the source of strength, freedom, and happiness. However, to the extent to which he feels dependent on powers transcending him, his very productiveness, the assertion of his will, makes him feel guilty. …. In addition to sacrifices in which man pays tribute to the gods by acknowledging-if only symbolically-their monopoly on productiveness, man curbs his own powers by feelings of guilt, rooted in the authoritarian conviction that the exercise of his own will and creative power is a rebellion against the authority's prerogatives to be the sole creator and that the subjects' duty is to be his "things." This feeling of guilt, in turn, weakens man, reduces his power, and increases his submission in order to atone for his attempt to be his "own creator and builder."
Paradoxically, the authoritarian guilty conscience is a red suit of the feeling of strength, independence, productiveness, and pride, while the authoritarian good conscience springs from the feeling of obedience, dependence, powerlessness, and sinfulness.”
Sayfa 172-173: “Ancak insan, üretme ve yaratma çabasından hiçbir zaman vazgeçmemiştir, çünkü üretkenlik gücün, özgürlüğün ve mutluluğun kaynağıdır. Ancak, kendisini aşan güçlere ne kadar bağımlı olduğunu hissettiği ölçüde, üretkenliği, iradesinin iddiası, kendisini suçlu hissettirir. …. İnsanın tanrılara -sadece sembolik olarak da olsa- üretkenlik üzerindeki tekellerini kabul ederek haraç ödediği kurbanlara ek olarak, insan kendi iradesini ve yaratıcı gücünü kullanmanın otoritenin tek yaratıcı olma ayrıcalıklarına karşı bir isyan olduğu ve tebaanın görevinin onun "şeyleri" olmak olduğu şeklindeki otoriter inançtan kaynaklanan suçluluk duygularıyla kendi güçlerini kısıtlar. Bu suçluluk duygusu da insanı zayıflatır, gücünü azaltır ve "kendi yaratıcısı ve kurucusu" olma girişiminin kefareti için teslimiyetini artırır.
Paradoksal olarak, otoriter vicdan azabı, güç, bağımsızlık, üretkenlik ve gurur duygusunun kırmızı bir giysisidir; otoriter vicdan ise itaat, bağımlılık, güçsüzlük ve günahkârlık duygusundan kaynaklanır.”
Bu tespitler bizim ülkemiz için de geçerli mi? Üretken olmaktan kaçınmamızı sebebi suçluluk hissi olabilir mi? İnsan kendi iradesini kullandığında yaratıcı güce isyan etmiş mi oluyor? Kuran'da "ben her şeyi bilirim, ben her şeye kadirim, ben sizin bilmediklerinizi de bilirim, aklı olan beni anlar" vb. bir çok söz var. Din adamları da sürekli itaat edin, günah işlemeyin, başkaldırmayın vb şeyler söylüyorlar. Yani daha küçüklükten itibaren kafamıza kazınan şeyler neler? Bizim için yaratılmış bir dünyaya sahibiz, bütün canlılar da bize hizmet etmek için yaratılmış, tek yapmamız gereken Allahın kurallarına uymak, kısaca iyi insanlar olmak ve cennete gitmek.
Üretme, yaratma yeteneği Allaha mahsus. Sen kim oluyorsun ki üretmekten, yaratmaktan, ortaya bir şeyler çıkarmaktan bahsediyorsun? Acaba insanlar kendileri gibi olduklarında, doğru ile yanlışı ayırt etmeye çalıştıklarında Allaha karşı geldiklerini mi düşünüyorlar? Gerçekten din adamlarına sorulan saçma sapan soruların arkasında bu olabilir mi? Günah işleme korkusu o kadar hat safhada ki kendi aklına güvenerek hata yapmak yerine danışarak, doğrunun ne olduğunu öğrenerek hata yapmaktan yada daha doğrusu günah işlemekten kurtulmuş mu oluyor insanlar?
Kendini yaratmak, kendini oluşturmanın suçluluk duygusu yaratabileceğine ihtimal veremiyorum. Tek bildiğim beyni yıkanmış insanların karar alma yeteneklerinin köreltilmiş olduğu. Doğru ve yanlışı kendi iradeleri ile ayırt edemiyorlar. Bir robot gibi yaşamaya başlıyorlar. Mutlu olmak için kendi hayatlarını yaşamaları gerektiğinin farkına varmıyorlar. Bir çeşit sürü içindeki koyun gibi yaşayarak zaman tüketiyorlar. Bunun yanlış olduğunu da anlayamıyorlar çünkü bu hayat geçici asıl hayat öldükten sonra başlayacak. Bu şekilde bir kafa yapısıyla sadece ömür tüketiyorlar. Bunun adına yaşamak denmez. Ama çok da önemsemiyorlar. O kadar büyük bir ketenperenin içindeler ki o kadar büyük bir organizasyon ki nasıl bir hilenin içinde olduğunu anlamak için gerçekten hem cesaret hem azim hem zeka hem de farklı bir bakış açısına ihtiyaçları var. Bu da söylemesi kolay yapması zor bir iş.
Kitabın ana fikri olan üreten (yaratan) insan mutlu olur, üretmek ahlaki bir tutumdur fikri bu satılarda da işlenmiş. Kendi iradesini başka bir güce teslim etmiş olan insanın mutlu olma ihtimali yok.
Page 150: “The very fact of having a guilty conscience is in itself a sign of one's virtue because the guilty conscience is the symptom of one's "fear and trembling" before the authority. The paradoxical result is that the (authoritarian) guilty conscience becomes the basis for a "good" conscience, while the good conscience, if one should have it, ought to create a feeling of guilt.
The internalization of authority has two implications: one, which we have just discussed, where man submits to the authority; the other, where he takes over the role of the authority by treating himself with the same strictness and cruelty. Man thus becomes not only the obedient slave but also the strict taskmaster who treats himself as his own slave. This second implication is very important for the understanding of the psychological mechanism of authoritarian conscience. The authoritarian character, being more or less crippled in his productiveness, develops a certain amount of sadism and destructiveness. ……. What matters is the fact that the authoritarian conscience is fed by destructiveness against the person's own self so that destructive strivings are thus permitted to operate under the disguise of virtue. Psychoanalytic exploration, especially of the obsessional character, reveals the degree of cruelty and destructiveness conscience sometimes has, and how it enables one to act out the lingering hate by turning it against oneself. Freud has convincingly demonstrated the correctness of Nietzsche's thesis that the blockage of freedom turns man's instincts "backward against man himself. Enmity, cruelty, the delight in persecution, in surprises, change, destruction-the turning of all these instincts against their own possessors: this is the origin of the 'bad conscience.' "”
Sayfa 173-174: “Vicdan azabı çekmenin kendisi bile kişinin erdeminin bir göstergesidir çünkü vicdan azabı kişinin otorite karşısında duyduğu "korku ve titremenin" belirtisidir. Paradoksal sonuç, (otoriter) vicdan azabının "iyi" bir vicdanın temeli haline gelmesi, iyi bir vicdanın ise, eğer varsa, bir suçluluk duygusu yaratması gerektiğidir.
Otoritenin içselleştirilmesinin iki sonucu vardır: biri, az önce tartıştığımız, insanın otoriteye boyun eğmesi; diğeri ise, kendisine de aynı katılık ve zalimlikle davranarak otoritenin rolünü üstlenmesi. Böylece insan sadece itaatkâr bir köle değil, aynı zamanda kendisine kendi kölesi gibi davranan katı bir görev yöneticisi haline gelir. Bu ikinci çıkarım, otoriter vicdanın psikolojik mekanizmasının anlaşılması açısından çok önemlidir. Otoriter karakter, üretkenliğinde az ya da çok sakatlandığından, belirli bir miktarda sadizm ve yıkıcılık geliştirir. ….. Önemli olan, otoriter vicdanın kişinin kendi benliğine karşı yıkıcılıkla beslendiği ve böylece yıkıcı çabaların erdem kisvesi altında işlemesine izin verildiği gerçeğidir. Psikanalitik inceleme, özellikle de saplantılı karakterin incelenmesi, vicdanın bazen ne kadar acımasız ve yıkıcı olduğunu ve kişinin içinde kalan nefreti kendine karşı kullanarak nasıl harekete geçmesini sağladığını ortaya koymaktadır. Freud, Nietzsche'nin özgürlüğün engellenmesinin insanın içgüdülerini insanın kendisine karşı geriye doğru" çevirdiği tezinin doğruluğunu ikna edici bir şekilde göstermiştir. Düşmanlık, zalimlik, zulümden, sürprizlerden, değişimden, yıkımdan zevk alma - tüm bu içgüdülerin kendi sahiplerine karşı dönmesi: 'kötü vicdanın' kökeni budur.”
Bir otoritenin tahakkümü altında olan kişinin sağlıklı vicdana sahip olması mümkün gözükmüyor. o zaman bir insanın ilk hedefi hayatındaki otorite figürlerini (yada onların içselleştirdiğimiz kalıntılarını) bulup onları yok etmektir. Otoriter ortamın kötülüğü, farkına varmadan sen de bir süre sonra kendi kendinin otoriteri oluyorsun. Engin Geçtan'dan okumuştum, "yargılana yargılana yargılamayı öğreniyorsun". İşte otoriter bir yetiştirme tarzı ile büyümüş insan kendisini köleleştiren bir karaktere bürünüyor. O kadar içselleştiriyorsun ki farkına bile varmıyorsun yanlışlığın. Çünkü artık o senin normalin olmuş oluyor. Psikolojik sorunlarımız, takıntılarımız, komplekslerimiz hep bundan kaynaklanıyor. Kendini sevmeyen, kendine kızan, kendini eleştiren insanlar haline dönüşüyoruz. Günah işleme korkusu ile felç olmuş insanlarız.
Burada geçen "kötü vicdan / bad conscience" kavramına bakma ihtiyacı hissettim. Nietzsche'nin bu konu hakkında ne dediğini daha iyi anlamak için Ahlak'ın Soykütüğü kitabına baktım. Kabalcı Yayınlarının çevirisinde Kötü Vicdan olarak çevrilmemişti. Vizdan Rahatsızlığı şeklinde çevrildiğini görüyorum Daha sonra Say Yayınlarından çevirisine baktım. Ahmet İnam çevirisi. Burada "Kara Vicdan" olarak çevrilmiş. Şimdi sırasıyla İngilizce, Kabalcı, Say çevirilerini alıyorum buraya.
İngilizce: "But then how did that other “gloomy business,” the consciousness of guilt, the whole “bad conscience” come into the world?"
Kabalcı: "Peki ama şu diger "kasvetli mesele'', şu suç bilinci, tüm şu "vicdan rahatsızlıgı" nasıl geldi dünyaya?"
Say: "Peki, bu diğer “iç karartıcı şeyler”, suçluluk duygusu, bütün bu “kara vicdan” nasıl çıktı ortaya?"
Benim çevirim: "Peki o zaman diğer "kasvetli iş", suçluluk bilinci, tüm o "kötü vicdan" dünyaya nasıl geldi?"
Sonra devam edeceğim. Şimdilik böyle kalsın bu konu.
Page 152: “The use of the term "authoritarian conscience,. in reference to our culture may surprise the reader, since we are accustomed to think of authoritarian attitudes as being characteristic only of authoritarian, nondemocratic cultures; but such a view underestimates the strength of authoritarian elements, especially the role of anonymous authority operating in the contemporary family and society.”
Sayfa 174: “Otoriter tutumların yalnızca otoriter, demokratik olmayan kültürlere özgü olduğunu düşünmeye alışkın olduğumuzdan, kültürümüze atfen "otoriter vicdan" teriminin kullanılması okuyucuyu şaşırtabilir; ancak böyle bir görüş otoriter unsurların gücünü, özellikle de çağdaş aile ve toplumda faaliyet gösteren anonim otoritenin rolünü hafife almaktadır.”
Orada bile öyleyken burada durumun çok daha vahim olduğunu söylemeye gerek yok. Amerika gibi otoriter olmayan bir toplumda bile otoriteden bahsediliyor. Aslında otoriterlik sadece devlet yönetimi ile ilgili değil. Bu bir kültür meselesi. Bir grup insanı bir arada tutmak, yönetmek, organize etmek için otorite olmazsa olmaz bir şey. Fakat bu gerekliliğin yan etkileri de var. Gücü elinde bulunduran kişi yada kurumlar bu onore edici hali çok seviyorlar. Din adamlarına duyulan saygıyı düşünün, normalde hiç vasfı olmayan bir kişi “dini” bir imajın faydasını gördüğü anda bir uyuşturucu gibi yapışıyor yakasına. Onun ağzının içine bakan insanlar da olduğu için karşılıklı bir çıkar ilişkisi oluşuyor. Birisi birilerinin güdümüne girmeyi istiyor, birisi de birileri manipüle etmek istiyor. Mazoşist ve sadistin mükemmel uyumu gibi aynı.
Ebeveyn çocuk ilişkisinde de durum aynı. Güç peşinde olan, birilerini yönetme ihtiyacında olan bir kişi için bu ihtiyacını bir çocuktan daha iyi ne giderebilir. Otoriterlik bizim doğamızda var. Belki de bir başka tartışma konusu ama toplumdaki eşitsizliklerin kökeninde de bu otoriterlik kültürünün izleri var. İnsan olarak brisin üstünde hakimiyet kurma imkanı bulduğumuzda bunu kullanmaktan asla çekinmiyoruz. Mizaç olarak uysal, ses çıkarmayan, vur ensesine al lokmasını türü insanları ezmek o kadar kolay ki böyle bir fırsatı bulan hırçın, atılgan, eziyet etmeyi seven birisi olduğunda kaçınılmaz olarak ezen ezilen, sömüren sömürülen, dayak atan dayak yiyen ilişkisi de kolayca kuruluyor. Benim gibi mahalle kültür ile büyümüş nesil bunu mutlaka gözlemlemiştir. Bir grup çocuk bir araya geldiğinde bir süre sonra mutlaka mizaca göre bir ast üst ilişkisi kurulur. Kendine güvenen alfa çocuklar içine kapanık, edilgen çocuklar üstünde hakimiyet kurarlar. İnsan olarak bu kadar farklı mizaçlara sahip olmamız işbirliği gerektiren işleri yaparken bir ast üst ilişkisini ister istemez ortaya çıkarıyor.
Page 153: “More subtle and still more hidden are those guilt feelings which result from the experience of not pleasing one's parents. Sometimes the child's feeling of guilt is attached to the fact of his not loving the parents sufficiently, particularly when the parents expect to be the focus of the child's feelings. Sometimes it arises from the fear of having disappointed parental expectations. The latter point is particularly important because it refers to one of the crucial elements in the attitude of the parent in the authoritarian family. In spite of the great difference between the Roman paterfamilias, whose family was his property, and the modern father, the feeling that children are brought into the world to satisfy the parents and compensate them for the disappointments of their own lives is still widespread.”
Sayfa 175: “Daha incelikli ve daha gizli olan, kişinin ebeveynlerini memnun edememe deneyiminden kaynaklanan suçluluk duygularıdır. Bazen çocuğun suçluluk duygusu, özellikle de ebeveynler çocuğun duygularının odak noktası olmayı beklediklerinde, ebeveynlerini yeterince sevmediği gerçeğine bağlanır. Bazen de ebeveynlerin beklentilerini hayal kırıklığına uğratma korkusundan kaynaklanır. Son nokta özellikle önemlidir çünkü otoriter ailede ebeveynin tutumundaki en önemli unsurlardan birine işaret eder. Ailesi onun mülkü olan Romalı aile babası ile modern baba arasındaki büyük farka rağmen, çocukların dünyaya ebeveynleri tatmin etmek ve kendi hayatlarındaki hayal kırıklıklarını telafi etmek için getirildiği hissi hala yaygındır.”
Çok sık tekrarlıyorum ama bu konu o kadar tabu ki bir şekilde kırılması gerektiğini düşünüyorum. Anne babalar çocuklarını sevdiklerini söylüyorlar ama bu doğru değil. Çocuklarını kendi ihtiyaçlarını giderecek bir araç olarak görmek o kadar yaygın ki, kendilerinin büyüdüğü kötü şartları yada toplumda yaygın olan çocuk yetiştirme kültürünü doğru kabul edip bu şekilde yaşanmaya devam ediyorlar. Bir çok şeyde olduğu gibi kafa yorup, emek harcayıp doğruyu yapmak yerine kendilerine sunulmuş olanı, ezbere olanı yapmayı tercih ediyorlar.
Page 153-154: “Even in our nonauthoritarian culture, it happens that parents want their children to be "serviceable"; in order to make up for what the parents missed in life. If the parents are not successful, the children should attain success so as to give them a vicarious satisfaction. If they do not feel loved (particularly if the parents do not love each other), the children are to make up for it; if they feel powerless in their social life, they want to have the satisfaction of controlling and dominating their children. Even if the children fall in with these expectations, they still feel guilty for not doing enough and thus disappointing their parents.
One particularly subtle form which the feeling of disappointing the parents frequently takes is caused by the feeling of being different. Dominating parents want their children to be like them in temperament and character. The choleric father, for instance, is out of sympathy with a phlegmatic son; the father interested in practical achievements is disappointed by a son interested in ideas and theoretical inquiry, and vice versa. If the father's attitude is proprietary, he interprets the son's difference from him as inferiority; the son feels guilty and inferior because of his being different and he tries to make himself into the kind of person his father wants him to be; but he succeeds only in crippling his own growth and in becoming a very imperfect replica of his father. Since he believes he ought to be like his father, this failure gives him a guilty conscience. The son, in attempting to free himself from these notions of obligation and to become "himself," is frequently so heavily weighed down by a burden of guilt over this "crime" that he falls by the wayside before ever reaching his goal of freedom. The burden is so heavy because he has to cope not only with his parents, with their disappointment, accusations, and appeals, but also with the whole culture which expects children to "love" their parents.”
Sayfa 176: “Otoriter olmayan kültürümüzde bile, ebeveynler çocuklarının "hizmet edilebilir" olmasını isterler; Ebeveynlerin hayatta kaçırdıklarını telafi etmek için. Ebeveynler başarılı değilse, çocuklar onlara dolaylı bir tatmin sağlamak için başarıya ulaşmalıdır. Sevildiğini hissetmiyorlarsa (özellikle ebeveynler birbirini sevmiyorsa), çocuklar bunu telafi etmelidir; sosyal yaşamlarında kendilerini güçsüz hissediyorlarsa, çocuklarını kontrol etme ve onlara hükmetme tatminini yaşamak isterler. Çocuklar bu beklentileri yerine getirseler bile, yeterince şey yapmadıkları ve dolayısıyla ebeveynlerini hayal kırıklığına uğrattıkları için kendilerini suçlu hissederler.
Ebeveynleri hayal kırıklığına uğratma duygusunun sıklıkla aldığı özellikle incelikli bir biçim, farklı olma hissinden kaynaklanır. Baskın ebeveynler, çocuklarının mizaç ve karakter olarak kendileri gibi olmasını isterler. Örneğin, choleric (sıcak, asabi) baba, phlegmatic (soğuk, ağırkanlı) bir oğula sempati duymaz; pratik başarılarla ilgilenen baba, fikirlere ve teorik sorgulamaya ilgi duyan bir oğul tarafından hayal kırıklığına uğrar ve bunun tersi de geçerlidir. Babanın tutumu mülkiyetçi ise, oğlunun ondan farklılığını aşağılık olarak yorumlar; oğul farklı olduğu için kendini suçlu ve aşağı hisseder ve kendisini babasının olmasını istediği türden biri haline getirmeye çalışır; ama yalnızca kendi büyümesini sekteye uğratmayı ve babasının çok kusurlu bir kopyası olmayı başarır. Babası gibi olması gerektiğine inandığından, bu başarısızlık ona vicdan azabı verir. Oğul, kendisini bu yükümlülük kavramlarından kurtarmaya ve "kendisi" olmaya çalışırken, sıklıkla bu "suç" üzerine bir suçluluk yüküyle o kadar ağır bir şekilde yüklenir ki, özgürlük hedefine ulaşamadan kenara çekilir. Yükü çok ağırdır, çünkü yalnızca ebeveynleri, onların hayal kırıklıkları, suçlamaları ve itirazlarıyla değil, aynı zamanda çocukların ebeveynlerini "sevmelerini" bekleyen tüm kültürle de başa çıkmak zorundadır.”
Ben yorum yapmayacağım sadece altını çizdiği yerleri vurgulamak istiyorum. Normalde çocuklarımızı seviyoruz deriz değil mi peki seven insan bunu nasıl yapar? Kendi başarısızlığımızın telafisi olarak görmek, sevilmemenin eksikliğini onların karşılamasını beklemek, kendi pısırıklığımı onlara tahakküm kurarak tatmin etmek, çocuklarımıza beni hayal kırıklığına uğratıyorsun hissi vermek, onlara sempati duymadığımızı hissettirmek, benim gibi olmadığı için kendisini suçlu hissetmesine yol açmak... ve daha buraya yazılmamış bir sürü şey daha. Kendi sorunlarını çözemeyen insan bir de anne baba olmaya çalışıyor. Aslında yaşanan bu. Ehliyeti olmayan bir insanın daha kötüsü araba sürmeyi bilmeyen bir insanın yarış pistine çıkması gibi bir durum var. Kaza yapmak kaçınılmaz ama maalesef bu kazadan sadece biz etkilenmiyoruz asıl acısı çocuklarımıza zarar veriyoruz.
Page 155: “Not only do guilt feelings result from one's dependence on an irrational authority and from the feeling that it is one's duty to please that authority but the guilt feeling in its turn reinforces dependence. Guilt feelings have proved to be the most effective means of forming and increasing dependency, and herein lies one of the social functions of authoritarian ethics throughout history. The authority as lawgiver makes its subjects feel guilty for their many and unavoidable transgressions. The guilt of unavoidable transgressions before authority and the need for its forgiveness thus creates an endless chain of offense, guilt feeling, and the need for absolution which keeps the subject in bondage and grateful for forgiveness rather than critical of the authority's demands. It is this interaction between guilt feeling and dependency which makes for the solidity and strength of the authoritarian relationships. The dependence on irrational authority results in a weakening of will in the dependent person and, at the same time, whatever tends to paralyze the will makes for an increase in dependence. Thus a vicious circle is formed.”
Sayfa 177: “Suçluluk duyguları yalnızca kişinin irrasyonel bir otoriteye bağımlılığından ve bu otoriteyi memnun etmenin kendi görevi olduğu hissinden kaynaklanmaz, aynı zamanda suçluluk duygusu da bağımlılığı pekiştirir. Suçluluk duygularının bağımlılık oluşturmanın ve artırmanın en etkili yolu olduğu kanıtlanmıştır ve tarih boyunca otoriter etiğin toplumsal işlevlerinden biri de burada yatmaktadır. Kanun koyucu olarak otorite, tebaasını, birçok ve kaçınılmaz ihlallerinden dolayı suçlu hissettirir. Otorite önünde kaçınılmaz ihlallerin suçluluğu ve onun bağışlanma ihtiyacı, böylece, özneyi otoritenin taleplerini eleştirmekten ziyade esaret altında tutan ve bağışlama için minnettar tutan sonsuz bir suç, suçluluk duygusu ve bağışlanma ihtiyacı zinciri yaratır. Otoriter ilişkilerin sağlamlığını ve gücünü sağlayan şey, suçluluk duygusu ile bağımlılık arasındaki bu etkileşimdir. İrrasyonel otoriteye bağımlılık, bağımlı kişide iradenin zayıflamasıyla sonuçlanır ve aynı zamanda, iradeyi felç etme eğiliminde olan her şey bağımlılığın artmasına neden olur. Böylece bir kısır döngü oluşur.”
Din insandan ne talep ediyor? İtaatkar ol, isyan etme, başkaldırma... İnsanlar nasıl bağımlı hale geliyor dine? Günah işlersen cehenneme gidersin korkusu felç ediyor insanları ve düşünme yeteneklerini. En okumuşunun bile içine siniyor bu korku. Eğer itiraz ederse, eğer itaat etmezse, eğer başkaldırırısa günaha girer ve Alahın gazabına tutulur. Bu öyle içselleştirilmiş bir korku ki insanların elini kolonu bağlıyor. Kendi hayatının zincirlerini eline alman güçleşiyor. Safsatalara batmış bir şekilde devam ediyorsun yaşamaya.
Page 156: “Once the will of the child has been broken, his sense of guilt is reinforced in still another way. He is dimly aware of his submission and defeat, and he must make sense of it. He cannot accept a puzzling and painful experience without trying to explain it. The rationalization in this case is in principle, the same as that of the Indian untouchable or the suffering Christian-his defeat and weakness are "explained" as being just punishment for his sins. The fact of his loss of freedom is rationalized as proof of guilt, and this conviction increases the guilt feeling induced by the cultural and parental systems of value."
.
Sayfa 178: “Çocuğun iradesi bir kez kırıldığında, suçluluk duygusu bir başka şekilde daha pekiştirilir. Teslimiyetinin ve yenilgisinin belli belirsiz farkındadır ve bunu anlamlandırmak zorundadır. Şaşırtıcı ve acı verici bir deneyimi açıklamaya çalışmadan kabul edemez. Bu durumda rasyonalizasyon ilke olarak dokunulması yasak Hintli’nin ya da acı çeken Hıristiyan'ınkiyle aynıdır - yenilgisi ve zayıflığı günahlarının cezası olarak "açıklanır". Özgürlüğünü kaybettiği gerçeği, suçluluğun kanıtı olarak rasyonalize edilir ve bu inanç, kültürel ve ebeveyn değer sistemlerinin neden olduğu suçluluk duygusunu arttırır.”
Bizde tam karşılığı nedir bunun bilemiyorum. Günah işlersen cehenneme gidersin diye korkutulan çocukların durumu tam olarak böyle değil ama belki de bir benzeri. Çocuğun kendisine olan güveni bir kez yıkılınca, kendisini kendisi olduğu için sevilmediğini anlayınca tüm yapı çöküyor. Kendisini suçlu hisseden çocuğun şirazesi kayıyor. Anne babasının gözüne girebilmek için elinden geleni yapıyor ama bir türlü bunu başaramıyor. Kendini ispatlamak istiyor ama olmuyor. Yani kendisi gibi olmaya çalışmak bir suç. Nasıl olur da anne babanın istediği gibi birisi olmazsın? Nasıl böyle bir şeye cüret edersin? Eğer buna cüret ediyorsan sen kötü bir insan olmalısın. Çocukta oluşan his bu. Sonuç olarak bu çocuğun kendisini sevmesi mümkün olmuyor. İradesinin kırılması ne demek? Kendi istediği şeyi yapmaya yetkin, gücün, imkanın yok. Sen kendi kararlarını kendin verebilecek bir kişi değilsin, eğer buna cürret edersen sen başkaldıran, itaat etmeyen bir insan durumuna gelirsin.
Page 157-158: “Inasmuch as social and parental authority tend to break his will, spontaneity, and independence, the child, not being born to be broken, fights against the authority represented by his parents; he fights for his freedom not only from pressure, but also for his freedom to be himself, a fullfledged human being, not an automaton. For some children the battle for freedom will be more successful than for others, although only a few succeed entirely. The scars left from the child's defeat in the fight against irrational authority are to be found at the bottom of every neurosis. They form a syndrome the most important features of which are the weakening or paralysis of the person's originality and spontaneity; the weakening of the self and the substitution of a pseudo self in which the feeling of "I am" is dulled and replaced by the experience of self as the sum total of others' expectations; the substitution of autonomy by heteronomy; the fogginess or, to use H. S. Sullivan's term, the parataxic quality of all interpersonal experiences. The most important symptom of the defeat in the fight for oneself is the guilty conscience. If one has not succeeded in breaking out of the authoritarian net, the unsuccessful attempt to escape is proof of guilt, and only by renewed submission can the good conscience be regained.”
Sayfa 179: “Toplumsal ve ebeveyn otoritesi çocuğun iradesini, kendiliğindenliğini ve bağımsızlığını kırma eğiliminde olduğundan, çocuk kırılmak için doğmadığından, ebeveynleri tarafından temsil edilen otoriteye karşı savaşır; sadece baskıdan kurtulmak için değil, aynı zamanda kendisi olma özgürlüğü için, bir otomat (robot) değil, tam teşekküllü bir insan olmak için savaşır. Bazı çocuklar için özgürlük savaşı diğerlerine göre daha başarılı olur, ancak sadece birkaçı tamamen başarılı olur. Çocuğun irrasyonel otoriteye karşı verdiği mücadeledeki yenilgisinin bıraktığı izler her nevrozun temelinde bulunur. Bunlar, en önemli özellikleri kişinin özgünlüğünün ve kendiliğindenliğinin zayıflaması ya da felç olması; benliğin zayıflaması ve "ben varım" duygusunun köreldiği ve yerini başkalarının beklentilerinin toplamı olarak benlik deneyiminin aldığı sahte bir benliğin alması; özerkliğin (otonomi) yerini heteronominin alması; tüm kişilerarası deneyimlerin sisli ya da H. S. Sullivan'ın terimiyle parataksik olması olan bir sendrom oluştururlar. Kişinin kendisi için verdiği mücadeledeki yenilginin en önemli belirtisi vicdan azabıdır. Eğer kişi otoriter ağdan kurtulmayı başaramamışsa, başarısız kaçış girişimi suçluluğun kanıtıdır ve ancak yeniden teslimiyetle iyi vicdan yeniden kazanılabilir.”
Yani çocuk kendisi olmaya çalışınca ve sen de ona bu imkanı vermeyince ortaya ne çıkıyor? Hepimizin yaşadığı tam olarak bu. Kendini özgürleştiremeyen, birilerinin yada sistemin kölesi olan bir insan haline geliyorsun. Bir kez bu düzene girince de çıkman daha da güç oluyor. Kendini tanımayan, ne yapmaktan zevk aldığını bilmeyen, ne konuda yetenekli olduğunu göremeyen bir insan haline geliyorsun.
Vicdanla ilgili bu bölümü okumadan önce ne düşünüyordunuz şu anda ne düşünüyorsunuz? Aynı soruları soralım: vicdan ne işe yarıyor, neden vicdana sahibiz, vicdanımız olmasa ne olurdu? Gerçekten vicdanımızın sesini dinleyebiliyor muyuz? Dinleyemiyorsak neden dinleyemiyoruz? Kendi vicdanımız ortadan kalktığında yerine ne koyuyoruz? Bu koyduğumuz şeyi kullandığımız sürece gerçekten kendi hayatımızı yaşamamız mümkün mü?
İnsanın belki de en büyük zaafı çok uzun yıllar birilerinin bakımına muhtaç olmamız. Uzun bir süreç ve beynimiz, algımız, karakterimiz bu süreç içinde oluşuyor. Psikopat da olabiliyoruz, erdemli bir kişi de. Bundan 20 bin yıl önce işler daha kolaymış. Hayatta kalma gailesi sırasında çocuklar özel bir eğitim almadan sadece çevresinde kendisini korumakla yükümlü kişileri gözlemleyerek yetişiyormuş. Anne babalar da zaten hayatta kalma mücadelesi verdiklerinden çocuklarına yönelik belki de tek odaklandıkları şey karnını nasıl doyuracağını öğretmekmiş. Ortalama ömrün 25-30 yıl olduğu devirlerden bahsediyorum. Yani bir kişi 40 yaşını görebilmişse çok yaşlı oluyordu o zamanlar.
Ne tür sorunları vardı? o zamanlar vicdani problemler yaşamıyorlar mıydı? Neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda normları yok muydu? Neticede küçük bir topluluk olsalar da bir kurallar bütünü içinde olmak zorundaydılar. Yani kimse kafasına göre takılamıyordu herhalde. Bizim gibi bir mülkiyet anlayışları yoktu. Yani bir grup yada kişi bir şeye sahipse ihtiyacı olan her kimse onu kullanıyordu. Yani mal sahibi olmaktan kaynaklı sorunlar yaşamıyorlardı.
Cinsellikle ilgili sorunlar yaşamış olmalılar. Çünkü bu hayatta iki temel dürtümüz var birisi hayatta kalmak diğeri de soyumuzu devam ettirmek. İlkini karnımızı doyurarak gerçekleştiriyoruz ikincisi için ise seks yapmamız gerekiyor. İşte bu noktada kimin kiminle birlikte olacağına dair kurallar koymuş olmalıyız. Özellikle erkeklerin hormonları ile yaşadıklarını biliyoruz. Eğer bir kadın erkeğe çekici gelmişse onunla birlikte olmak için her şeyi yapmayı göze alabilir. Sanırım vicdanımız bu konuda devreye çok fazla giriyordu. Bir kadına zorla sahip olmayı engelleyen bir şeyler olmalı. Bizler eğer bugün vicdan dediğimiz şeye sahip olan canlılarsak bunun kökeni geçmişimizde saklı.
Vicdan ile din konusunu birlikte düşünenler bence çok yanılıyorlar. Din kurumu ortaya çıkmadan çok daha önce neyin doğru olduğunu anlamamıza yarayan sistemler oluşturmuştuk. Diğer türlü bir grup halinde yaşamanın yollarını bulamazdık. Mutlaka bir arada yaşamaktan kaynaklı sorunlar çıktı ve bizler de bu sorunların üstesinden geldik. Musa’nın 10 emri tesadüf değil. Başkasının karısına yan gözle baktığımız için o kurala ihtiyaç duyduk, başkasının malını çalmak istediğimiz için o kuralı koyduk. Yani ister adına günah de, ister yanlış de ne dersen de. Bir arada yaşamamıza köstek olan şeyler zaman içinde ortaya çıktı ve bizler de bunları kurallarla, normlarla daha sonra günahlarla alt etik.
Gelenekler, örfler, kanunlar, din boşa çıkmadılar. Her birinin bir fonksiyonu, bir faydası var. Kritik nokta şu: bir davranışta bulunmadan önce o hareketi yapıp yapmama kararını almak için neyi kullanıyorum? Sorgulamaksızın, bana doğru diye dayatılan şeyleri mi yoksa kendi aklımı mı? Zaman kazanmak için her şeyi kendim düşünmemeliyim, elimde bazı yol haritaları olmalı ama o yol haritasını verenlerin doğru olup olmadığının garantisi yok. Burada doğmuş olanlar (Türkiye'de) bir yol haritasına sahipken, Çin’de doğanlar başka, Hindistan’da doğanlar başka, Norveç'te doğanlar başka yol haritasına sahip. Hangisi doğru... bunun bir kriteri olmalı. İlk olarak Dinleri hesaba katmamalıyız çünkü bu kadar birbirinden farklı inançların hangisinin doğru olduğunun bir garantisi yok. Yani yol haritası olması için güvenilir olması gerek. Bunun için çocuklarımızı yetiştirirken ilk olarak doğru bir vicdan sahibi olmalarını sağlamalıyız. Bu işi dini kurumlara bırakırsak olmaz. Geleneklerimiz, örfümüzde değişen şeyler bunlar zaten kalıcı değiller. Bugün varlar yarın yoklar. O zaman bir aile bir çocuğun vicdanının sesini öldüre de bilir, güçlendire de bilir. Eğer gerçekten çocuğunu sevdiğini iddia ediyorsan o sesin güçlü kalması için elinden geleni yapmalısın.
Bu çok önemli bir konu. Bu konuya bir sonraki bölümde “İnsancıl (Hümanist) Vicdan” ile devam ediyoruz. Bu alt başlık ile vicdan konusu bitmiş olacak. Bir sonrakinde de Haz ve Mutluluk bölümüne geçeceğiz.
Comentários