B. “İnsancıl (Hümanist) Vicdan”
Bu kısım 11 sayfalık bir bölüm. Sanırım 11 sayfanın 6-7 sayfa tutacak kadar kısmını çizmişim. İlk 4 sayfanın tamamının altını çizmişim. Kitaptaki birkaç çok önemli bölümden birisi burası kısacası.
Page 158: “Humanistic conscience is not the internalized voice of an authority whom we are eager to please and afraid of displeasing; it is our own voice, present in every human being and independent of external sanctions and rewards. What is the nature of this voice? Why do we hear it and why can we become deaf to it?
Humanistic conscience is the reaction of our total personality to its proper functioning or dysfunctioning; not a reaction to the functioning of this or that capacity but to the totality of capacities which constitute our human and our individual existence. Conscience judges our functioning as human beings; it is (as the root of the word con-scientia indicates) knowledge within oneself, knowledge of our respective success or failure in the art of living. But although conscience is knowledge, it is more than mere knowledge in the realm of abstract thought. It has an affective quality, for it is the reaction of our total personality and not only the reaction of our mind. In fact, we need not be aware of what our conscience says in order to be influenced by it.”
Sayfa 180: “İnsancıl vicdan, memnun etmeye hevesli olduğumuz ve memnun etmemekten korktuğumuz bir otoritenin içselleştirilmiş sesi değildir; her insanda mevcut olan ve dış yaptırımlardan ve ödüllerden bağımsız olan kendi sesimizdir. Bu sesin doğası nedir? Onu neden duyarız ve neden ona karşı sağır olabiliriz?
İnsancıl vicdan, tüm kişiliğimizin düzgün işleyişine veya işlev bozukluğuna tepkisidir; şu ya da bu kapasitenin işleyişine değil, insani ve bireysel varoluşumuzu oluşturan kapasitelerin bütününe verilen bir tepkidir. Vicdan insan olarak işleyişimizi değerlendirir; (con-scientia kelimesinin kökünün de işaret ettiği gibi) kişinin kendi içindeki bilgidir, yaşama sanatındaki başarı ya da başarısızlığımızın bilgisidir. Ancak vicdan bilgi olsa da, soyut düşünce alanındaki salt bilgiden daha fazlasıdır. Duygusal bir niteliğe sahiptir, çünkü yalnızca zihnimizin tepkisi değil, tüm kişiliğimizin tepkisidir. Aslında, vicdanımızdan etkilenmek için onun ne söylediğinin farkında olmamız gerekmez.”
Yani şunu diyebiliriz eğer içini dinlemeyi biliyorsan o bilgiyi orada bulabilirsin. Yeter ki sağlıklı bir şekilde iç sesini dinle. Benim bir taktiğim vardı. Bir karar vermem gerektiğinde eğer karnımda bir kıvılcım hissedersem o zaman dururdum. Tabii şöyle bir risk var bu kıvılcım hissi korkudan mı ileri geliyor yoksa yanlış bir şey olduğunun bilinçsiz hissinden mi? Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamak için neye güvenmeliyiz? Ya içimden gelen ses bana yanlış bir şey söylüyorsa?
Page 159: “Actions, thoughts, and feelings which are conducive to the proper functioning and unfolding of our total personality produce a feeling of inner approval, of "rightness," characteristic of the humanistic "good conscience." On the other hand, acts, thoughts, and feelings injurious to our total personality produce a feeling of uneasiness and discomfort, characteristic of the "guilty conscience." Conscience is thus a re-action of ourselves to ourselves. It is the voice of our true selves which summons us back to ourselves, to live productively, to develop fully and harmoniously-that is, to become what we potentially are. It is the guardian of our integrity; it is the "ability to guarantee one's self with all due pride, and also at the same time to say yes to one's self." If love can be defined as the affirmation of the potentialities and the care for, and the respect of, the uniqueness of the loved person, humanistic conscience can be justly called the voice of our loving care for ourselves."
Sayfa 180-181: “Bütün kişiliğimizin düzgün bir şekilde işlemesine ve ortaya çıkmasına yardımcı olan eylemler, düşünceler ve duygular hümanist "iyi vicdan"ın karakteristiği olan içsel bir onay, "doğruluk" hissi yaratır. Öte yandan, bütün kişiliğimize zarar veren eylemler, düşünceler ve duygular "suçlu vicdanı"nın karakteristiği olan bir huzursuzluk ve rahatsızlık hissi yaratır. Vicdan böylece kendimizin kendimize karşı bir tepkisidir. Bizi kendimize geri çağıran, üretken bir şekilde yaşamaya, tam ve uyumlu bir şekilde gelişmeye, yani potansiyel olarak olduğumuz şey olmaya çağıran gerçek benliğimizin sesidir. Bütünlüğümüzün koruyucusudur; "kişinin kendini tüm gururuyla garanti altına alma ve aynı zamanda kendine evet deme yeteneğidir." Eğer sevgi, potansiyellerin onaylanması ve sevilen kişinin biricikliğine özen gösterilmesi ve saygı duyulması olarak tanımlanabilirse, insancıl vicdan da kendimize duyduğumuz sevgi dolu özenin sesi olarak adlandırılabilir.”
Benim karnımdaki kıvılcımdan kastettiğim ile “doğruluk hissi” tabiri benzer olmalı. Yani iyi bir kişilik için doğruluk hissini takip etmeliyim, doğruluk hissinin takip edersem iyi bir kişiliğim olmuş olur. Bütün olay buradaki “doğruluk hissi”nde. Yani asıl odaklanmamız gereken konu bu.
Page 159-160: “Humanistic conscience represents not only the expression of our true selves; it contains also the essence of our moral experiences in life. In it we preserve the knowledge of our aim in life and of the principles through which to attain it; those principles which we have discovered ourselves as well as those we have learned from others and which we have found to be true.
Humanistic conscience is the expression of man's selfinterest and integrity, while authoritarian conscience is concerned with man's obedience, self-sacrifice, duty, or his "social adjustment." The goal of humanistic conscience is productiveness and, therefore, happiness, since happiness is the necessary concomitant of productive living. To cripple oneself by becoming a tool of others, no matter how dignified they are made to appear, to be "selfless," unhappy, resigned, discouraged, is in opposition to the demands of one's conscience; any violation of the integrity and proper functioning of our personality, with regard to thinking as well as acting, and even with regard to such matters as taste for food or sexual behavior is acting against one's conscience.”
Sayfa 181: “İnsancıl vicdan yalnızca gerçek benliğimizin ifadesi değildir; aynı zamanda yaşamdaki ahlaki deneyimlerimizin özünü de içerir. Bu vicdanda hayattaki amacımızın ve bu amaca ulaşmamızı sağlayacak ilkelerin bilgisini muhafaza ederiz; bu ilkeler hem kendi keşfettiklerimiz hem de başkalarından öğrendiğimiz ve doğru olduğunu tespit ettiklerimizdir.
İnsancıl vicdan insanın kendi çıkarının ve bütünlüğünün, (istikametinin) ifadesiyken, otoriter vicdan insanın itaati, özverisi, görevi veya "sosyal uyumu" ile ilgilidir. Hümanist vicdanın hedefi üretkenlik (yaratma) ve dolayısıyla mutluluktur, çünkü mutluluk üretken yaşamın zorunlu bir sonucudur. Ne kadar onurlu görünürlerse görünsünler, başkalarının bir aracı haline gelerek kendini sakatlamak, "özverili", mutsuz, boyun eğmiş, cesareti kırılmış olmak, kişinin vicdanının taleplerine aykırıdır; kişiliğimizin bütünlüğünün ve düzgün işleyişinin, düşünme ve hareket etme açısından ve hatta yemek zevki veya cinsel davranış gibi konularda bile ihlal edilmesi, kişinin vicdanına aykırı hareket etmektir.”
Bir önceki paragrafta doğruluk hissinden bahsetmiştik. İnsancıl vicdan ilkelerle ilgili. İlkeler olmadan vicdandan da bahsedemiyoruz. Bu kavram doğruluk hissi kadar öznel değil. Eğer o doğru ilkeleri tespit edersek insancıl vicdana da ulaşmış oluyoruz. Hani bu kitabın adı “man for himself” ya, yani kendisi için yaşayan insan diyelim işte o mantıkla yaklaşmamız gerekir. Yani “for others” yada “for authority” değil “for myself” mantığı. Üreterek, yaratarak yaşamak, çok da ötesini berisini düşünmeden sadece üretmeyi düşünmek. Tıpkı 80 yaşındaki adamın ağaç dikmesi gibi. Soruyorlar ihtiyara “bu diktiğin ağacın meyvesini yiyemeyeceksin niye uğraşıyorsun” o ihtiyar herhangi bir cevap vermemeli sadece o an için anlamlı bir iş yapıyor olmanın hazzı yetmeli ona.
Başkalarının aracı olmak ne demek? Kimse için değil kendim için yaşıyorum demek. Kukla gibi yaşamamak demek. Zaten bir tane hayatım var onu da birileri için harcamamak demek.
Kişiliğin bütünlük içinde olması. Yani yamalı bohça gibi olmaması, tutarlı ve birbiri ile uyumlu şekilde düşünmek, duygulanmak demek.
Page 160: “But is our analysis of conscience not contradicted by the fact that in many people its voice is so feeble as not to be heard and acted upon? Indeed, this fact is the reason for the moral precariousness of the human situation. If conscience always spoke loudly and distinctly enough, only a few would be misled from their moral objective. One answer follows from the very nature of conscience itself: since its function is to be the guardian of man's true self-interest, it is alive to the extent to which a person has not lost himself entirely and become the prey of his own indifference and destructiveness. Its relation to one's own productiveness is one of interaction. The more productively one lives, the stronger is one's conscience, and, in turn, the more it furthers one's productiveness. The less productively one lives, the weaker becomes one's conscience; the paradoxical -and tragic-situation of man is that his conscience is weakest when he needs it most.”
Sayfa 181-182: “Ama vicdan analizimiz, pek çok insanda sesinin duyulmayacak ve ona göre hareket edilemeyecek kadar zayıf olması gerçeğiyle çelişmiyor mu? Aslında bu gerçek, insanlığın içinde bulunduğu ahlaki durumun istikrarsızlığının nedenidir. Vicdan her zaman yeterince yüksek sesle ve açık seçik konuşsaydı, yalnızca birkaç kişi ahlaki hedeflerinden sapmış olurdu. Bu sorunun bir yanıtı vicdanın kendi doğasından kaynaklanmaktadır: Vicdanın işlevi insanın gerçek öz çıkarının koruyucusu olmak olduğundan, kişi kendini tamamen kaybetmediği ve kendi kayıtsızlığının ve yıkıcılığının avı haline gelmediği ölçüde canlıdır. Kişinin kendi üretkenliğiyle ilişkisi bir etkileşim ilişkisidir. Kişi ne kadar üretken yaşarsa, vicdanı o kadar güçlü olur ve dolayısıyla üretkenliğini o kadar artırır. Kişi ne kadar az üretken yaşarsa, vicdanı o kadar zayıflar; insanın paradoksal -ve trajik- durumu, en çok ihtiyaç duyduğu anda vicdanının en zayıf olmasıdır.”
Kendi öz çıkarını kaybetmiş kişi doğal olarak vicdanından da uzaklaşmış oluyor. Yani başkasının direktiflerine boyun eğen kişinin vicdanının sesi de kısılmış oluyor. Üretken insanın vicdanı güçlü oluyor, vicdan güçlendikçe üretkenlik de artıyor. Bize doğru yolu gösterecek olan ses duyulmaz olursa neyin doğru olduğuna karar vermek için neyi kullanacağız. Bir çeşit kölelik hali oluyor aslında. Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar verme yeteneği olmayan insan zombi gibi, kukla gibi, köle gibi yaşayan insandır. Çevrenize bir bakın ne kadar çok insan var böyle. Yaşama taklidi yapan bir sürü basiretsiz insan. Ya dini kurumlara bırakmışlardır vicdanlarını yada falcılara, astrologlara yada ebeveynlerine. Kendisini ortadan kaldıran bu kurumların kölesi olarak sanki kendi tercihlerine göre yaşıyormuş gibi bir yanılsama içinde devam eder hayatına.
Çevremde o kadar çok böyle insan var ki yazık demekten başka bir şey yapamıyorum. Yol göstermeye kalktığında da cellatlarına aşık olan tutsaklar gibi davranıyorlar. O kadar sorgulamadan yaşamaya alışmışlar ki gerçeği gösterdiğinde hemen tepki ile karşılaşıyorsun. Hayatıma giren herkese en az bir kere yardım eli uzatıyorum ama henüz bu eli tutanların sayısı bir elin parmağını geçmedi. Çocukluktan getirdikleri korkular ile yaşamaya devam ettiler. Bazısının zekası yetmedi, bazısı ise o kadar vicdanını öldürmüştü ki iç sesini duyma ihtimali kalmamıştı. Otomatik pilotta yaşayan bu insanlar yaşama taklidi yaparak zamanlarını öldürmeye devam ediyorlar ve maalesef edecekler de.
Page 160-161: “Another answer to the question of the relative ineffectiveness of conscience is our refusal to listen and-what is even more important-our ignorance of knowing how to listen. People often are under the illusion that their conscience will speak with a loud voice and its message will be clear and distinct; waiting for such a voice, they do not hear anything. But when the voice of conscience is feeble, it is indistinct; and one has to learn how to listen and to understand its communications in order to act accordingly.
However, learning to understand the communications of one's conscience is exceedingly difficult, mainly for two reasons. In order to listen to the voice of our conscience, we must be able to listen to ourselves, and this is exactly what most people in our culture have difficulties in doing. We listen to every voice and to everybody but not to ourselves. We are constantly exposed to the noise of opinions and ideas hammering at us from everywhere: motion pictures, newspapers, radio, idle chatter. If we had planned intentionally to prevent ourselves from ever listening to ourselves, we could have done no better.
Listening to oneself is so difficult because this art requires another ability, rare in modern man: that of being alone with oneself. In fact, we have developed a phobia of being alone; we prefer the most trivial and even obnoxious company, the most meaningless activities, to being alone with ourselves; we seem to be frightened at the prospect of facing ourselves. Is it because we feel we would be such bad company? I think the fear of being alone with ourselves is rather a feeling of embarrassment, bordering sometimes on terror at seeing a person at once so well known and so strange; we are afraid and run away. We thus miss the chance of listening to ourselves, and we continue to ignore our conscience.”
Sayfa 182-183: “Vicdanın görece etkisizliği sorusunun bir başka yanıtı da dinlemeyi reddetmemiz ve daha da önemlisi dinlemeyi bilmememizdir. İnsanlar çoğu zaman vicdanlarının yüksek sesle konuşacağı ve mesajının açık ve net olacağı yanılsaması içindedir; öyle bir ses beklerler ki hiçbir şey duymazlar. Ama vicdanın sesi cılız olduğunda belirsizdir; ve buna göre hareket etmek için kişinin nasıl dinleyeceğini ve iletişimini anladığını öğrenmesi gerekir.
Bununla birlikte, kişinin vicdanının iletişimini anlamayı öğrenmesi, esas olarak iki nedenden dolayı son derece zordur. Vicdanımızın sesini dinlemek için kendimizi dinleyebilmeliyiz ve kültürümüzdeki çoğu insanın yapmakta zorlandığı şey de tam olarak budur. Her sesi ve herkesi dinleriz ama kendimizi değil. Sürekli olarak her yerden bize çarpan fikir ve fikirlerin gürültüsüne maruz kalıyoruz: sinema filmleri, gazeteler, radyo, boş gevezelikler. Kendimizi dinlemekten kasıtlı olarak alıkoymayı planlamış olsaydık, daha iyisini yapamazdık.
Kendini dinlemek çok zordur çünkü bu sanat, modern insanda ender rastlanan başka bir yeteneğe ihtiyaç duyar: kendi kendisiyle baş başa kalma. Aslında, yalnız kalma fobisi geliştirdik; en önemsiz ve hatta en iğrenç arkadaşlığı, en anlamsız faaliyetleri kendimizle baş başa kalmaya tercih ederiz; Kendimizle yüzleşme ihtimalinden korkuyor gibiyiz. Bunun nedeni kötü bir arkadaş (ortaklık, ekip) olacağımızı düşünmemiz mi? Bence kendimizle baş başa kalma korkusu daha çok utanma duygusundan kaynaklanıyor, bazen bu kadar iyi bilinen ve çok tuhaf bir insanı aynı anda görünce dehşete kapılıyoruz; korkup kaçıyoruz. Böylece kendimizi dinleme şansını kaçırıyoruz ve vicdanımızı görmezden gelmeye devam ediyoruz.”
İnsanın kendisini tanımaktan korktuğunu teslim etmek gerek. Kendisini dinlediğinde göreceği, keşfedeceği şeyin ne kadar acı verici olacağını hissettiği için insan kendisini tanıma işini sürekli öteler. Bir süre sonra da hiç yeltenmez. İçine baktığında ya yalan söylemekten zevk aldığını görürse ne olacak, ya dedikodu yapmaktan zevk aldığını görürse, kıskanç olduğunu, tembel olduğunu, sorumluluk almaktan kaçtığını, insanları kullanmayı sevdiğini, yardımsever olmadığını, zeki olmadığını, bencil olduğunu…. saymakla bitmez. Kötü özelliklere sahip olduğunu keşfetme riskini görünce kendini tanımaktan da kaçıyor insan. Çünkü gerçekle yüzleşirse çözüm üretmesi gerek ama yaşadığı hayattaki olumsuzlukları başkasının üstüne atmak daha kolay, yeri geliyor ailesine, yeri geliyor yaşadığı şehre, yeri geliyor içinde bulunduğu coğrafyaya…. Bir şekilde yaşadığı anlamsız, saçma, kötü hayatın aslında kendisinden kaynaklandığını görmek istemiyor. Bahane üretmek öyle kolay ki. Annem şöyle yaptığı için, babam böyle yaptığı için, başıma şu kötü olaylar geldiği için…. Mutlaka bir sebep vardır. Bahane üretmek yerine kendisini tanısa ve çözüm bulsa yılların alışkanlıklarını yıkması gerekecek. O kadar uzun yıllar kendi vicdanını kullanarak yaşamamış ki iş başa düştüğünde sahip olduğu minicik, cılız, zayıf, güçsüz vicdanı ona doğru kararlar alması için yardımcı olmuyor. Yine kendisine güya iyilik yapmış olan ebeveynlerine ihtiyaç duyuyor. Karşısına bir sorun çıktığında apışıp kalıyor. Kendi kararlarını o kadar uzun yıllar kendisi vermemiş ki iş başa düştüğünde neye sarılıyor, sarılmak istiyor, hazır cevaplara.
Her ramazan imamlara sorulan sorulara bakın. Komik ama gerçek, şunu yapsam günah olur mu, bunu yapsam yanlış olur mu? Yada çevrenizdeki insanlara bakın ne kadar basit şeyleri çözemediklerini görünce şaşırıyor musunuz? Sanki karşınızda bir yetişkin değil de bir çocuk varmış gibi. Bir türlü karar veremeyen insanlarla dolu değil mi çevreniz? Neyin doğru neyin yanlış olduğunu kimseye danışmadan kendi iç sesini dinleyerek alabilen kaç insan tanıyorsunuz? Zaten bazı insanlar toplum içinden sıyrılıyorlar, lider ruhlu, tuttuğunu koparan, soğukkanlılığını kaybetmeyen…. (bir kaç yazı önceki uzun tablonun olumlu tarafındakileri hatırlayın) bu insanların ortak özellikleri güçlü bir vicdana sahip olmaları. Akıllarını, duygularını, düşüncelerini kimseye, hiç bir kuruma emanet etmemiş olanlar. Organize işler filmindeki tabut taşıma işini organize edenler kısacası.
Bu yazıyı ikiye bölmeye karar verdim. Diğer türlü çok uzun oluyor ve insan kopuyor. Gerçi yazıyı bölünce bu sefer de diğer yazı dan kopulduğu için adapte olması zor oluyor ama ben yoruldum. Bu yazıya sonra devam edeceğim.
Comentarios