Bu yeni bölüme geçmeden önce bir önceki bölümün sonundaki tablolardan esinlenerek “mükemmel” insanı bulmak istiyorum. Erich Fromm’un tablosundaki olumlu özelliklerin hepsini sıralarsak ortaya nasıl bir insan çıkar.
Deneyelim: kabullenici, duyarlı, sadık, mütevazı, büyüleyici, uyarlanabilir, sosyal olarak ayarlanmış, idealist, hassas, kibar, iyimser, güvenen, sevecen, duyarlı, aktif, inisiyatif alabilen, iddialarda bulunabilen, gururlu, dürtüsel, kendine güvenen, büyüleyici, pratik, ekonomik, dikkatli, ayrılmış (içine kapalı), sabırlı, temkinli, kararlı, vazgeçmeyen, Ağır Başlı, Soğuk Kanlı, stres altında sakin, düzenli, metodik, sadık, amaçlı, değişebilir, genç, diri, ileriye dönük, açık fikirli , sosyal, deneyci, dogmatik olmayan, verimli , meraklı, zeki , uyarlanabilir, hoşgörülü, Esprili, cömert.
Bu özelliklere nasıl sahip olunur? Daha önce mizaç konusunu yazmıştık. Eğer benim mizacımda yoksa ne yapacağım. Mizacım utangaçsa, içine kapanıksa, ağır kanlıysa… Belki mizacımız bize sosyalleşme konusunda çok destek vermiyor olabilir. Ama bu doğru şeyleri yapmamızı engellememeli. Kendi işini kendin yapacaksın, mecbur kalmadığın sürece kimseden yardım almayacaksın, yani öyle yetiştireceksin ki kendini kimseye muhtaç olmadan ayaklarının üstünde duracaksın. Ne kimseyi kullanacaksın, ne de kimseye kendini kullandırtacaksın. Neyi yapıp neyi yapamayacağını bileceksin, haddini bileceksin. Gerektiğinde geride kalmayı bileceksin ama yeri geldiğinde de ön plana çıkmaktan çekinmeyeceksin.
Her kim olsa böyle bir insana aşık olurdu değil mi? Düşünsenize çevremizdeki herkes kendimizde dahil böyle insanlarız. Çevremizde bir tane bile basiretsiz insan yok. Herkes işini biliyor ve ahlaklı bir şekilde yaşıyor. Fark ettiniz mi, tüm bu sıralanan şeyler ne kadar ahlaki değil mi? Neyi, nerede, ne zaman yapacağını bilen insanlarla dolu bir dünya. Kimse kompleksleri ile yaşamıyor. Herkes gerçekliği olduğu gibi algılıyor. Kimsenin aptalca kaprisleri ile boğuşmuyoruz. Kimsenin yapması gereken işi yapmıyoruz. Herkes yaptığı işi hakkıyla yapıyor. Kimse kimsenin tavuğuna kış demiyor. Herkes ne zaman ne yapması gerektiğini bildiği için boşa geçmiyor zamanımız. Boş konuşmalarla zaman kaybetmiyoruz. Böyle bir ütopik dünya nasıl olurdu?
Neyse gerçek dünyaya dönelim. Bu kadar hayal iyi geldi. Bir an için, acaba olur mu, dedim. Sonra kafamı klavyeden kaldırdım ve hoooppp gerçekliğin ortasına düşüverdim. Dünya üzerinde farklı insan türleri olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız. Taa Platon’dan, Aristo’dan beri yapılan tespit acı bir gerçeği vuruyor yüzümüze. İnsanlar her ne kadar kabul etmek istemesek de kendi menzilleri içinde hareket ediyorlar. Yani birileri birilerinin pis işlerini yaptılar, yapıyorlar ve yapacaklar. Sanki bu gerçeklik yanlışmış gibi yaşamaya devam ediyoruz. Kendimizi kandırıyoruz ama durum bu. Bu durumu gören sosyalistler, komünistler bu gerçekliği kabul etmeyerek değiştirmeye çalıştılar ama olmadı.
Bu sınıf farkları, kastlar boşuna oluşmadı. Acı gerçeği kabul edelim bizler yeteneklerimize, mizacımıza, kapasitemize, zekamıza göre bir menzil içinde hareket edebiliyoruz. Acı olan şu ki içine doğmuş katman bizim de sınırımızı belirliyor. Yani aslında senin kişisel olarak sahip olduğun özellikler daha farklı bir yerde olmanı gerektirirken sen içine doğduğun ailenin sınırlarına mahkum oluyorsun.
Farklı yeteneklere, zekaya, mizaca, kapasiteye sahip insanlar birbirinden üstün mü peki? Yani bir ast üst ilişkisi olmak zorunda mı? Yerleri silen yada çöpçülük işi ile uğraşan kişi bir laboratuvarda genetikle uğraşan kişiden daha aşağıda mıdır? Sanırım düzeltmemiz gereken yanlış algı bu. Her birey kendine has özelliklerle bu dünyada yaşıyor ama bizler sanki herkes birbiri ile aynı potansiyele sahipmişiz gibi yanlış bir algıya sahibiz. Merhametli, empatik, şefkatli insan kafası birisinin diğerinden daha az yetenekli, zeki, potansiyelsiz olduğunu kabul etmek yada görmek istemiyor. Halbuki durumu olduğu gibi görsek çok daha gerçekci bir hayat yaşayacağız. Nietsche’nin übermensch kavramı aslında bir yanlış anlama. Bu dünyada "übermensch" de olabilirsin, genel kitlenin bir üyesi de. Yani üst insan olmak bir marifet değil çünkü ulaşılacak bir şey değil. Öyle doğuyorsun, dünyaya öyle geliyorsun (yeter ki potansiyelini ortaya koyabileceğin sosyal, kültürel, ekonomik, coğrafi bir dünyaya doğmuş ol). Öyle dünyaya geldin diye de diğerlerinden üstün değilsin. Çaba harcayarak ulaştığın bir nokta değil.
Bu kitabın ana noktası da burada devreye giriyor. Eğer üstün bir insan olma potansiyelin varken olamıyorsan yazık sana. Boşa gitmiş bir hayat yaşamış oluyorsun. Diğer türlü genel kitlenin bir üyesi isen zaten bu kitabın konusu olan dertlere de sahip olmuyorsun. Benim oyumla çobanın oyu bir mi konusuna kadar gidiyor bu konu. İster kabul edelim ister etmeyelim insanlar arasında farklar var. Sorun eşitsizliği bir gerçek olarak kabul edememek. Gerçek ile ideal olan arasında bir çelişki var. Bizler ideal olana erişebilmek için gerçeği çarpıtıyoruz. Bu bakış açısı çok mu acımasız? Gerçekçi olacağım derken aslında manüpile edilmiş bir algı ile mi hareket ediyorum? Aslında bana öğretilmiş şeyleri gerçek gibi mi algılıyorum? Aslında bambaşka bir toplumsal düzen, eşitsizliğin olmadığı bir düzen yaratabilirdik ama yaratamadık mı?
İşbirliği yapan canlılarız hatta bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerimizden birisi de bu. Peki ama nasıl işbirliğ yapıyoruz? İşbirliği yapmak için nasıl bir organizasyon gerekir? Bir grup insanın tamamı eşit bir şekilde fikir üretirse sağlıklı bir işbirliği organizasyonu oluşturabilir miyiz? Diyelim tüm insanlar eşit yani kimse kimseden üstün değil ve herkes o işi yapma konusunda eşit güce, inisiyatife, yeteneğe sahip. Yani tamamen ideal bir dünyadayız. İşbirliği yaparak bir işi başarmak istiyoruz. Nasıl bir organizasyon olurdu? Çok fazla uzatmayacağım bu konuyu. Uzatmadan söyleyeyim. Bizler işbirliğini bir yöneten yönetilen ilişkisi ile yapıyoruz. Öncelikle kimse aynı yeteneğe sahip değil, kimse benzer yeteneklere sahip değil. Birisinin kafası az çalışıyor ama fiziken güçlü, birisi analitik düşünüyor ve işin en kısa yoldan yapılması için fikir üretiyor, bir diğer ise diğerlerini komuta etmek konusunda çok iyi. Bu da öğrenilmiş bir şey değil. Bazılarımız, uysalız, bazılarımız kavgacı, bazılarımız pratik fikirliyiz, bazılarımız yavaş düşünüyoruz. Ve sonuçta bir iş yapılacağı zaman en hızlı, verimli, ekonomik, karlı şekilde yapmak için eninde sonunda bir yol buluyoruz.
Nereden geldim bu konuya, sanırım biraz fazla açıldım. Bir önceki yazıda ele alınan olumlu özellikleri peş peşe sıralamış ve tüm insanlar bu özelliklere hayatına devam etse ne kadar güzel olacağını söylemiştim. Sonra doğuştan getirdiğimiz özelliklerin bizim ne şekilde bir hayatı yaşayacağımıza yol açtığına gelmiştim. Her insanın aynı potansiyelle doğmadığını, insanlar arasında alt üst şeklinde olmasa da bir farklılık olduğunu söylemiştim. Nietsche’nin konuyu yanlış yerden ele aldığını, iyi özelliklerle dünyaya gelmiş olmanın ve potansiyelini tam olarak yansıtabilmenin övünülecek bir şey olmadığını söylemiştim. Potansiyelin büyükse ve yeteneklerini keşfederek yaşayabiliyorsan senden iyisi yok. Maalesef insanların çok büyük bir kısmının az potansiyeli var ve yine çok büyük bir kısmı da yeteneklerinden bihaber yaşıyorlar.
Geçen yıl bu kitabı okuduktan sonra şu kararı almıştım. Kendimi kaybettiğim zamanlar ne iş yapıyorum. Yani ne yaparken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Kitabın sonunda söyleyeceğimi şimdi söylemiş oldum. Evet kendimi iyice bir tarttım. Ben ne yaparken zaman duruyor? Ve şu an yaptığım şeyin benim için en zevkli şey olduğunu gördüm. Zaten biliyordum ama enteresan bir şekilde bunu yaparak hayatımı geçirebileceğimi hiç görememiştim. Öğrenmek, öğrendiğini paylaşmak, bilmek, bildiğini aktarmak…. bu kadar basit. Her şey böyle başladı işte.
Şimdi hayatımı etkileyen kitaplardan birisi hakkında yazıyorum. Öyleyse devam.
BÖLÜM IV Hümanist Etik Sorunları
Page 118: "The most obvious argument against the principle of humanistic ethics - that virtue is the same as the pursuit of man's obligations toward himself, and vice the same as selfmutilation - is that we make egotism or selfishness the norm of human conduct when actually the aim of ethics should be its defeat, and, further, that we overlook man's innate evilness which can be curbed only by his fear of sanctions and awe of authorities. Or, if man is not innately bad, the argument may run, is he not constantly seeking for pleasure, and is not pleasure itself against, or at least indifferent to, the principles of ethics? Is not conscience the only effective agent in man causing him to act virtuously, and has not conscience lost its place in humanistic ethics? There seems to be no place for faith either; yet is not faith a necessary basis of ethical behavior?
These questions imply certain assumptions about human nature and become a challenge to any psychologist who is concerned with the achievement of man's happiness and growth, and consequently with moral norms conducive to this aim. In this chapter I shall attempt to deal with these problems in the light of the psychoanalytic data the theoretical foundation for which was laid in the chapter entitled Human Nature and Character.”
Sayfa 143: “İnsancıl etik ilkesine - erdemin insanın kendisine karşı yükümlülüklerini yerine getirmesiyle aynı şey olduğu ve ahlaksızlığın da kendine zarar vermekle aynı şey olduğu - karşı en belirgin argüman, aslında etiğin amacının bencilliği yenmek olması gerekirken, bencilliği ya da egoizmi insan davranışının normu haline getirdiğimiz ve ayrıca, insanın doğuştan gelen ve yalnızca yaptırım korkusu ve otoritelere duyduğu huşu (korku) ile dizginlenebilen kötülüğünü görmezden geldiğimizdir. Ya da, eğer insan doğuştan kötü değilse, sürekli olarak haz peşinde koşmuyor mu ve hazzın kendisi etik ilkelere karşı değil mi ya da en azından kayıtsız değil mi? Vicdan insanın erdemli davranmasını sağlayan tek etkin unsur değil midir ve vicdan hümanist etikteki yerini kaybetmemiş midir? İnanca da yer yok gibi görünmektedir; yine de inanç etik davranışın gerekli bir temeli değil midir?
Bu sorular insan doğası hakkında belirli varsayımları ima etmekte ve insanın mutluluğu ve gelişimiyle ve dolayısıyla bu amaca hizmet eden ahlaki normlarla ilgilenen her psikolog için bir meydan okuma haline gelmektedir. Bu bölümde, İnsan Doğası ve Karakter başlıklı bölümde kuramsal temelleri atılan psikanalitik veriler ışığında bu sorunları ele almaya çalışacağım."
Bu konunun tartışılmasının aslında ana sebebini kıvırmadan söyleyelim, “dinsiz insan ahlaklı olur mu?” sorusu. İnsan iyidir yada kötüdür gibi tespitler sanki insan birisi tarafından öyle yaratılıyormuş izlenimi doğuruyor. Halbuki biliyoruz ki evrime göre, en uygun özellikte olanlar hayatta kalıyor. Eğer geçmişte yaşayan insanların hayatta kalanları hangi özelliklere sahiplerse bizler de bugün o özelliklerle hayatımıza devam ediyoruz.
İnsan doğuştan iyidir, yada kötüdür tartışmasını siz nasıl buluyorsunuz bilemiyorum ama ben anlamsız buluyorum. Bu bölüme başlamadan önce küçük bir tespitimi paylaşmak istiyorum.
Psikopat babası yüzünden, doğduğu günden sonra hiç insan içine çıkarılmayan bir kızın hikayesini okumuştum. Bir tavan arasında, yanlış hatırlamıyorsam, ilkokul çağına gelene kadar kapalı tutulmuş, hiç bir insanla iletişim kurmasına izin verilmemişti. Bir şekilde özgürlüğüne kavuştuğunda normale döndürülmeye çalışılmış ama çok temel şeyler dışında yaşının olması gereken zeka seviyesine ulaşamamıştı. Bu kızın iyi veya kötü olduğunu söyleyebilir miyiz? Birçok anlamda bildiğimiz şekilde insan bile değil, halbuki doğru bir hayatı olabilseydi senin, benim gibi bir kişi olacaktı. Bazen iyilik, bazen kötülük yaparak hayatına devam edecekti. Bu yaşanmış olaydan başka bir de sanırım Hindistan'da bir ormanda kaybolan ve kurtlar tarafından büyütülen bir çocuğun hikayesini duymuştum. O da normal insanlar gibi yaşama kabiliyetini yitirmişti.
İnsan dediğimiz canlı türüne belli özellikler atfediyoruz ama bu ne kadar doğru. İnsan şöyledir, insan böyledir diyoruz ama eğer insanı tek başına ele alırsak gerçekten sahip olduğunu düşündüğümüz şeylere sahip olabilir mi? Bizler yetiştirilen canlılarız, büyütülen canlılarız, eğitilen canlılarız. Yani eğer bizi doğru şartlarda büyütürsen bir şey oluyoruz büyütmezsen başka bir şey. Aynı çocuğu rezil de edebilirsin vezir de. O çocuğun kendine has bir mizacı illa ki vardır. Fakat bu mizaç sanki herkes için aynıymış gibi yorum yapmak çok yanlış. Aynı insan doğuştan iyi veya kötüdür demek kesinlikle doğru bir yaklaşım değil. Eğer uygun şartlar altında yetiştirmezsen ortaya çıkan şey bildiğin anlamda insan bile olmayabilir.
Bu konu ile ilgili Hobbes, Rousseau, Locke'un Toplum Sözleşmesi ile ilgili görüşlerini okurken kafa yormaya başlamıştım. İnsan doğuştan kötüdür bunun için bir devlet çatısı altında bir antlaşma yapılarak, savaşmadan bir arada yaşayabiliriz görüşü ile aslında insan doğuştan iyidir ama hayat bizi kötü olmaya zorlar bir arada huzur içinde yaşayabilmemiz için bir sözleşmeye gerek vardır görüşü veya insan “tabula rasa”dır yani boş bir levhadır sen ona ne yazarsan insan o olur görüşü. İnsanın doğası hakkında kafa yoran felsefeci, siyasetçilerin bu konu hakkındaki görüşlerini okumak faydalı. İnsanın ne olduğuna dair kafa yormak da sorun yok ama bu konulara önyargılarla girmemek gerekiyor.
Ahlak nedir, iyilik nedir, kötülük nedir, insan nasıl ve neden iyi olur yada kötü olur, sana göre iyi olanla bana göre iyi olan aynı mı, her toplum için iyi ve kötü dediğimiz şeyle var mı? Bu soruların sayısını çoğaltmak mümkün. Ben insanı bir adada yalnız kaldığında yaptığı şeylerle tanımlamak taraftarıyım. Bir adada tek başınayken yaptığınız şeyleri hangilerine ahlaklı derdiniz, hangi davranışınız yanlış olurdu? Bu konuyu bu şekilde ele aldığımızda hangi ahlak normlarının aslında gerekli hangisini uydurulmuş ve abartılmış olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Bir türlü yeni bölüme başlayamadım. Meğer ne kadar çok söylemek istediğim şey varmış.
1. Bencillik, Öz-Sevgi (Kendini Sevme) ve Kişisel Çıkar
Page 119: “Modern culture is pervaded by a tabu on selfishness. We are taught that to be selfish is sinful and that to love others is virtuous. To be sure, this doctrine is in flagrant contradiction to the practice of modern society, which holds the doctrine that the most powerful and legitimate drive in man is selfishness and that by following this imperative drive the individual makes his best contribution to the common good. But the doctrine which declares selfishness to be the arch evil and love for others to be the greatest virtue is still powerful. Selfishness is used here almost synonymously with self-love. The alternative is to love others, which is a virtue, or to love oneself, which is a sin.”
Sayfa 145: “Modern kültür bencillik üzerine bir tabu ile doludur. Bize bencil olmanın günah, başkalarını sevmenin ise erdemli olduğu öğretilir. Elbette bu öğreti, insanın içindeki en güçlü ve meşru dürtünün bencillik olduğu ve bireyin bu zorunlu dürtüyü takip ederek ortak iyiye en iyi katkıyı yaptığı doktrinine sahip olan modern toplumun pratiğiyle açık bir çelişki içindedir. Ancak bencilliği en büyük kötülük ve başkalarına duyulan sevgiyi en büyük erdem olarak ilan eden doktrin hala güçlüdür. Bencillik burada neredeyse öz-sevgi ile eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Alternatif, bir erdem olan başkalarını sevmek ya da bir günah olan kendini sevmektir.”
Hristiyan kültürü ile İslam kültürünün bu konuyu merkeze alınarak bir değerlendirmesi yapılabilir. Bu benim boyumu aşan bir konu olur. Çünkü bu konu ile ilgili birikimim yok. Ama kişisel deneyim ve gözlemlerime dayanarak bir kaç şey söyleyebilirim.
İslam'ın barış ve sevgi dini olduğuna dair bir söylem olsa da ben aynı fikirde değilim. İslamın rüştünü ispatlama çabası içinde olduğunu, son din olmasına rağmen iddia ettiği kadar başarılı olmadığını görüyorum. Yani kendinden öncekileri son ve gerçek din olduğuna inandıramamış gözüküyor. Hristiyanların İslamı bir safsata olarak görmeleri onlar için çok büyük bir hezimet.
İslam bencillik, kendini sevme, özsevgi, çıkarını düşünme konularında ne söylüyor, ne iddia ediyor? Müslüman kanaat önderlerinin dini sohbetlerde yada cuma vaazlarında bu konular hakkında bir şeyler dediğini duydunuz mu hiç? Pek bu konulara değinmezler değil mi Daha çok cemaat olmanın, komşusuna yardım etmenin, zekat vermenin, sadaka vermenin faziletlerinden bahsedilir ama kendinizi sevin, kendinize ilgi gösterin denmez. Hatta bundan uzak durulması, bu konuların çok da gündeme gelmemesi istenir. Hristiyanlarla, müslümanlar arasında bu anlamda bir benzerlik var sanırım. Başkasını sevmek değil de başkası muhtaç durumdaysa yardım etmek anlamında. Yoksa bize bir yanağına tokat atıldıysa diğer yanağını uzat düşüncesi çok yabancı.
Kitaba dönersek, bir kaç paragraf boyunca Erich Fromm hristiyan teolojisinin sevgiye bakışını anlatmış, sonra Kant’tan örnekler vermiş, Stirner ve Nietzsche ile devam etmiş. Sevmek, bencillik, kendini sevmek konuları hakkında uzun uzun yazmış. Bu kısımları atlayıp bu bölümün 13. paragrafına geliyorum.
Page 126-127: “The doctrine that selfishness is the arch-evil and that to love oneself excludes loving others is by no means restricted to theology and philosophy, but it became one of the stock ideas promulgated in home, school, motion pictures, books; indeed in all instruments of social suggestion as well. "Don't be selfish" is a sentence which has been impressed upon millions of children, generation after generation. Its meaning is somewhat vague. Most people would say that it means not to be egotistical, inconsiderate, without any concern for others. Actually, it generally means more than that. Not to be selfish implies not to do what one wishes, to give up one's own wishes for the sake of those in authority. "Don't be selfish," in the last analysis, has the same ambiguity that it has in Calvinism. Aside from its obvious implication, it means, "don't love yourself," "don't be yourself," but submit yourself to something more important than yourself, to an outside power or its internalization, "duty." "Don't be selfish" becomes one of the most powerful ideological tools in suppressing spontaneity and the free development of personality. Under the pressure of this slogan one is asked for every sacrifice and for complete submission: only those acts are "unselfish" which do not serve the individual but somebody or something outside himself."
Sayfa 152: “Bencilliğin en büyük kötülük olduğu ve kendini sevmenin başkalarını sevmeyi dışladığı doktrini sadece teoloji ve felsefeyle sınırlı kalmamış, evde, okulda, sinema filmlerinde, kitaplarda ve hatta tüm sosyal telkin araçlarında yaygınlaştırılan temel fikirlerden biri haline gelmiştir. "Bencil olma", nesilden nesile milyonlarca çocuğa empoze edilmiş bir cümledir. Anlamı biraz muğlaktır. Çoğu insan bunun bencil olmamak, düşüncesiz olmamak, başkalarını umursamamak anlamına geldiğini söyleyebilir. Aslında, genellikle bundan daha fazlasını ifade eder. Bencil olmamak, kişinin dilediğini yapmaması, otorite sahiplerinin iyiliği için kendi isteklerinden vazgeçmesi anlamına gelir. "Bencil olmamak" son tahlilde Kalvinizm'de olduğu gibi aynı belirsizliğe sahiptir. Açık anlamı bir yana, "kendini sevme/don't love yourself", "kendin olma/don't be yourself", ama kendini kendinden daha önemli bir şeye, dışarıdan bir güce ya da onun içselleştirilmiş hali olan "göreve" teslim et anlamına gelir. "Bencil olma", kendiliğindenliği ve kişiliğin özgür gelişimini bastırmada en güçlü ideolojik araçlardan biri haline gelir. Bu sloganın baskısı altında kişiden her türlü fedakârlık ve tam bir teslimiyet istenir: yalnızca bireye değil, kendisi dışında birine ya da bir şeye hizmet eden eylemler "bencil olmayan" eylemlerdir.”
Açıkcası yukarıdaki tespitler Türkiye için ne kadar geçerli bilemiyorum. Bizim kültürümüzde hem var hem yok. Kanaatkar olmak özendirilir, hep kendinden kötü durumda olanlar göze sokulur, şükretmek insanların sürekli ağzındadır. Bir yandan komşusu açken tok yatmaktan bahsedilir, bir yandan fitre ve zekat çok önemlidir, yardımlaşma yaygındır. Bizim toplumumuzda kendini daha büyük bir güç uğruna feda etme var mıdır? Vardır. Var olanla yetinmek, fakirliğinden dolayı baş kaldırmamak toplumda yaygındır. Şunu çok net söyleyebiliriz. Toplumumuzda anne babalar kendin ol, kendini sev, kendinle barışık ol gibi bir söyleme sahip değil. Bu çok net. Belki son yıllarda okuyan insanlar arasında yeni yeni bu dediklerim yaygınlaşıyor olsa da toplumun çok büyük bir kesiminin mevzusu değil bu konular.
Din ve dini söylemler o kadar yaygın ki her şeyimizi belirleyen de bu kültür oluyor. En basit sorunumuzu bile bir dini “büyüğe” sormaktan çekinmiyoruz. Batıla o kadar hevesliyiz ki, bir yandan hurafeler, bir yandan, evliyalar, şeyhler, bir yandan astrolojiye güvenenler. Hayatla baş edemeyenler bir bilene sormak zorunda kalıyorlar. Yaşamayı kendileri beceremeyince bir başkasının yol göstericiliğine ihtiyaç duyuyorlar. Acı gerçeklerle yüzleşip çözüm bulmak zor, o yüzden kolay olanı seçip safsatalar içinde uyutuyorlar kendilerini. Yani aynı yere geliyoruz, doğru olanla kolay olan arasındaki seçimi her zaman olduğu gibi kolay olan kazanıyor. Doğru olanı arayıp bulmak ve kabul etmek hem emek istiyor hem de cesaret.
Bizim gibi otoriter kültürün hat safhada olduğu bir toplumda “otorite sahiplerinin iyiliği için kendi isteklerinden vazgeçmesi” durumu da doğal olarak aşırı derecede var. Yani bizde de sakın kendini düşünme öğretisi hakim diyebiliriz. Bu da özgür bireylerin yokluğunu, insanın kendisi gibi olmasını engelleyen kültürün bizde de baskın olduğunu çok rahat görmemizi sağlıyor.
Page 127: “This picture, we must repeat, is in a certain sense onesided. For besides the doctrine that one should not be selfish, the opposite is also propagandized in modern society: keep your own advantage in mind, act according to what is best for you; by so doing you will also be acting for the greatest advantage of all others. As a matter of fact, the idea that egotism is the basis of the general welfare is the principle on which competitive society has been built. It is puzzling that two such seemingly contradictory principles could be taught side by side in one culture; of the fact, however, there is no doubt. One result of this contradiction is confusion in the individual. Torn between the two doctrines, he is seriously blocked in the process of integrating his personality. This confusion is one of the most significant sources of the bewilderment and helplessness of modern man.”
Sayfa 152-153: “Tekrar etmeliyiz ki bu tablo bir anlamda tek taraflıdır. Çünkü modern toplumda bencil olmamak gerektiği doktrininin yanı sıra, bunun tam tersi de propaganda edilmektedir: kendi çıkarınızı göz önünde bulundurun, kendiniz için en iyi olana göre hareket edin; böyle yaparak aynı zamanda diğerlerinin de en büyük çıkarı için hareket etmiş olursunuz. Nitekim bencilliğin genel refahın temeli olduğu fikri, rekabetçi toplumun üzerine inşa edildiği ilkedir. Görünüşte birbiriyle çelişen bu iki ilkenin bir kültürde yan yana öğretilebilmesi şaşırtıcıdır; ancak gerçekte bu konuda hiçbir şüphe yoktur. Bu çelişkinin bir sonucu da bireydeki kafa karışıklığıdır. İki doktrin arasında kalan birey, kişiliğini bütünleştirme sürecinde ciddi bir engelle karşılaşır. Bu kafa karışıklığı, modern insanın şaşkınlığının ve çaresizliğinin en önemli kaynaklarından biridir.”
Liberalizmin temeli bu fikre dayanıyor. Her birey kendisini düşünür, kendi çıkarları için hareket ederse tüm toplum zenginleşir. Kendimi bildim bileli bunun çok da gerçekci olmadığını düşünmüşümdür. Herkesin benzer sosyal, ekonomik, kültürel, beşeri sermayeye sahip olmadığı bir toplumda haksız rekabetin hat safhada olduğu bir toplumda sanki tüm bireyler eşitmiş gibi hareket etmek çok ahmakça. Doğduğun anda milyonlarca kişinin önüne geçen bir kişiysen liberal ekonomi senin için harika ama toplumun çok büyük bir kısmı gibi çok az sermayesi olan bir çevrede dünyaya geldiysen daha baştan yarışı kaybediyorsun. Liberalizm bu durumda da yarışa geride başlayana bir umut ışığı veriyor. Diyor ki çalış çabala sen de kazananlar arasında katıl. İşte bu ihtimal insanların kendileri aleyhine olan bu düzeni desteklemelerine yol açıyor.
Şimdi, ben yarışa geriden başlamış olan bir kişi olarak yarışta öne geçebilmek için para kazandıran her ne ise onu mu yapayım, yoksa bu yarışı önemsemeden kendi yeteneklerim doğrultusunda bir hayat mı yaşayayım? İşte tüm çelişkimiz bu. Bu liberal düzen içinde ezilmemek için ne yapıyoruz? Kişisel özelliklerimize göre değil de piyasa ne istiyorsa onu yapıyoruz. Kaçınılmaz bir şekilde göz göre göre bir tuzağın içine çekiliyoruz. Çünkü deniyor ki eğer çabalarsan bu yarışı kazanırsın. Tüm sistem bunun üzerine kurulu.
Sadece kendimi değil de tüm toplumu yüceltsem daha güzel olmaz mı? Azıcık aklı başında olan herkes bunu söyler değil mi? Neden bu kadar açık bir gerçeği görmekten kaçıyoruz? İnsanın doğasından bahsedip duruyoruz ya işte eğer bir doğamız varsa bu evrimsel olarak getirdiğimiz “yabancıya güvenme” bilgisi olabilir. O kadar korkuyoruz ki bir başkasından.
Tam hatırlayamıyorum acaba Batman filminde miydi? İçi suçlularla dolu bir gemi var, bir de sıradan insanlarla dolu gemi. Her ikisine de diğer gemiyi patlatacak bir tetikleme mekanizması veriliyor. Eğer diğer gemidekiler sizi patlatmadan siz diğer gemiyi patlatırsanız hayatta kalacaksınız. O kadar güzel bir sosyal deney ki. Filmde kimse patlatmıyordu ama gerçek hayatta kendi çıkarımız için bir başkasının zarar görmesine ne kadar izin veriyoruz? Ben mi, diğerleri mi ikileminde bencil doğamız gereği hep kendimizi seçiyoruz. Asıl can sıkıcı olan diğerinin de kendisini seçeceğini biliyoruz. Yasal, kurumsal düzenleri bizimkinden çok gelişmiş Avrupa ülkeleri ile bizim ülkemiz arasındaki fark ne? Neden orada yolsuzluklar daha az, vergi kaçırma daha az, rüşvet daha az, sokağa çöp dökme daha az…. Oralar mükemmel demiyorum ama gördüğüm bir kaç Avrupa şehrinden sonra bizlerden çok daha gelişmiş olduklarını bizzat yaşayarak öğrendim. Ayrıca izlediğimiz okuduğumuz şeylerden de durumun bu olduğunu biliyoruz.
Bir toplumun düzenlilik oranı birbirlerine duydukları güvenle doğru orantılı. Yani eğer bir başkasının vergi kaçırmayacağını bilirsem ben de vergi kaçırmayı düşünmem, bir başkasının işlerini rüşvet vererek halledeceğini düşünmezsem ben de rüşvet vermem, bir başkası trafikte kurallara uyarsa ben de uyarım. Yani tüm mesele kendini aptal gibi hissetmemek, tüm mesele aldatılmayacağına olan güven. Bizim toplumumuzda neden güven eksikliği var? Asıl kafa yormamız ve çözmemiz gereken bu. Tüm ahlaksızlıkların arkasında olan bu.
Page 129: “We have come now to the basic psychological premises on which the conclusions of our argument are built. Generally, these premises are as follows: not only others, but we ourselves are the "object" of our feelings and attitudes; the attitudes toward others and toward ourselves, far from being contradictory, are basically conjunctive. With regard to the problem under discussion this means: Love of others and love of ourselves are not alternatives. On the contrary, an attitude of love toward themselves will be found in all those who are capable of loving others. Love, in principle, is indivisible as far as the connection between "objects" and one's own self is concerned. Genuine love is an expression of productiveness and implies care, respect, responsibility, and knowledge. It is not an "affect" in the sense of being affected by somebody, but an active striving for the growth and happiness of the loved person, rooted in one's own capacity to love."
Sayfa 154: “Şimdi, argümanımızın sonuçlarının üzerine inşa edildiği temel psikolojik öncüllere geldik. Genel olarak, bu öncüller şunlardır: sadece başkaları değil, biz de duygu ve tutumlarımızın "nesnesi"yiz; başkalarına ve kendimize karşı tutumlar, çelişkili olmaktan çok, temelde birleştiricidir. Tartışılan sorunla ilgili olarak bunun anlamı şudur: Başkalarını sevmek ve kendimizi sevmek birer alternatif değildir. Aksine, başkalarını sevebilen herkeste kendilerine karşı bir sevgi tutumu bulunacaktır. Sevgi, ilke olarak, "nesneler" ile kişinin kendi benliği arasındaki bağlantı söz konusu olduğu sürece bölünmezdir. Gerçek sevgi, üretkenliğin bir ifadesidir ve özen, saygı, sorumluluk ve bilgi anlamına gelir. Birinden etkilenme anlamında bir "duygu" değil, sevilen kişinin kendi sevme kapasitesine dayanan, büyümesi ve mutluluğu için aktif bir çabadır.”
Bu konuya geri döndük. Gerçek sevgi karşındaki büyümesi ve mutlu olması için çabalamaktır. Kendini seven insan da kendi mutluluğu ve büyümesi için uğraşır. Kendini tanımayan, yeteneklerini keşfetmemiş bir insanın bunu yapabilmesi imkansız. Kendisini tanımayan insan boş işlerle uğraşıp durur. Kendisini kandıracak işlerle uğraşır.
Başkasını sevmekle kendini sevmek arasında bir fark yok diyor. Eğer başkasını sevebiliyorsam kendimi de sevebilirim. Karşımdaki kişinin gelişmesi, büyümesi için ne kadar ilgi ve özen gösterirsem o kadar doğru şekilde seviyorum demektir. Tüm anne babaların beynine kazınması gereken bu. Karşımdaki insanın kendisini sevmesini sağlamam benim en önce ve ilk yapmam gereken şey. Kendi,sini sevmemesine yol açan her ne yapıyorsam bundan geri durmalıyım. Eğer karşımdakini yücelten, geliştiren, büyüten şeyler yapmıyorsan sadece lafta seviyorum anlamına gelir.
Page 130: “From this it follows that my own self, in principle, must be as much an object of my love as another person. The affirmation of one's own life, happiness, growth, freedom, is rooted in one's capacity to love, i.e., in care, respect, responsibility, and knowledge. If an individual is able to love productively, he loves himself too; if he can love only others, he can not love at all.
Granted that love for oneself and for others in principle is conjunctive, how do we explain selfishness, which obviously excludes any genuine concern for others? The selfish person is interested only in himself, wants everything for himself, feels no pleasure in giving, but only in taking. The world outside is looked at only from the standpoint of what he can get out of it; he lacks interest in the needs of others, and respect for their dignity and integrity. He can see nothing but himself; he judges everyone and everything from its usefulness to him; he is basically unable to love. Does not this prove that concern for others and concern for oneself are unavoidable alternatives? This would be so if selfishness and self-love were identical. But that assumption is the very fallacy which has led to so many mistaken conclusions concerning our problem. Selfishness and selflove, far from being identical, are actually opposites. …. It is true that selfish persons are incapable of loving others, but they are not capable of loving themselves either.
It is easier to understand selfishness by comparing it with greedy concern for others, as we find it, for instance, in an oversolicitous, dominating mother. While she consciously believes that she is particularly fond of her child, she has actually a deeply repressed hostility toward the object of her concern. She is overconcerned not because she loves the child too much, but because she has to compensate for her lack of capacity to love him at all.”
Sayfa 155: “Buradan, ilke olarak kendi benliğimin de en az bir başkası kadar sevgimin nesnesi olması gerektiği sonucu çıkar. Kişinin kendi yaşamının, mutluluğunun, büyümesinin, özgürlüğünün onaylanması (olumlanması), kişinin sevme kapasitesine, yani özen, saygı, sorumluluk ve bilgiye dayanır. Birey üretken bir şekilde sevebiliyorsa, kendisini de sever; yalnızca başkalarını sevebiliyorsa, hiç sevemez.
Kendine ve başkalarına yönelik sevginin ilke olarak konjonktürel olduğunu kabul edersek, başkalarına yönelik her türlü gerçek kaygıyı açıkça dışlayan bencilliği nasıl açıklarız? Bencil kişi yalnızca kendisiyle ilgilenir, her şeyi kendisi için ister, vermekten hiçbir zevk duymaz, yalnızca almaktan zevk duyar. Dış dünyaya yalnızca ondan ne elde edebileceği açısından bakar; başkalarının ihtiyaçlarına ilgi duymaz, onların onuruna ve bütünlüğüne saygı göstermez. Kendinden başka hiçbir şeyi göremez; herkesi ve her şeyi kendisine olan faydasına göre yargılar; temelde sevemez. Bu durum, başkaları için kaygılanmak ile kendisi için kaygılanmanın kaçınılmaz alternatifler olduğunu kanıtlamaz mı? Bencillik ve kendini sevmek özdeş olsaydı bu böyle olurdu. Ancak bu varsayım, sorunumuzla ilgili pek çok yanlış sonuca yol açan yanılgının ta kendisidir. Bencillik ve özsevgi, özdeş olmak bir yana, aslında birbirlerinin zıttıdır. …… Bencil insanların başkalarını sevemedikleri doğrudur, ama kendilerini de sevemezler.
Bencilliği, örneğin aşırı istekli, hükmedici bir annede gördüğümüz gibi, başkaları için açgözlü bir endişe ile karşılaştırarak anlamak daha kolaydır. Bilinçli olarak çocuğuna özellikle düşkün olduğuna inansa da, aslında ilgisinin nesnesine karşı derinden bastırılmış bir düşmanlığı vardır. Çocuğu çok sevdiği için değil, onu sevme kapasitesindeki eksikliği telafi etmek zorunda olduğu için aşırı ilgilidir.”
İlk olarak ben bencillik ile kendini sevme (öz-sevgi) arasında neden ilişki kuruluyor anlayamıyorum. Erich Fromm’un yaşadığı dönemde böyle bir tartışma olduğunu tahmin ediyorum. Yani kendini seven insanlara benci gözüyle bakılıyormuş ve bu da erdemsiz bir davranış olarak görülüyormuş diye anlıyorum. Halbuki günümüzde böyle bir algılama olduğunu sanmıyorum. Bir kişinin bile kendini sevmek yanlıştır diyeceğini düşünmüyorum.
Sevgi ile ilgili olarak sıradan insanın çok kafa yormadığını düşünüyorum. Günümüzde belki sevmek, severek evlenmek gibi konular çok yaygın olabilir ama bundan 30-40 yıl önce bu konuların toplumun sadece küçük bir grubunun konusu olduğunu düşünüyorum. Bizden önceki neslin nasıl evlendiklerini biliyoruz. Çoğunlukla görücü usulü, en iyi ihtimalle anne babaların onayladığı çiftlerin evliliği şeklinde oluyordu. Birbirini sevdiği söyleyen insanların da yukarıdaki tartışmayı yapmadıklarını tahmin etmek güç değil. Günümüzde bile severek evlendiğini söyleyen insanların bu tartışmayı yaptığını sanmıyorum.
Anne babalar çocuklarını neden severler? Bizim tipik ailelerimizde özellikle çok çocuklu ailelerde anne babalar gerçekten çocuklarını bizim anladığımız anlamda severler mi? Sevmediği bir adamla evli olan bir kadının çok da isteyerek sahip olmadığı bir çocuğu gerçekten sevmesi ne derece mümkündür? Ben insanların, özellikle ezbere yaşayan insanların çocuklarını bırakın sevmeyi bir ayakbağı olarak gördüklerini düşünüyorum.
Page 132: “The "unselfish” person "does not want anything for himself"; he "lives only for others," is proud that he does not consider himself important. He is puzzled to find that in spite of his unselfishness he is unhappy, and that his relationships to those closest to him are unsatisfactory. He wants to have what he considers are his symptoms removed -but not his unselfishness. Analytic work shows that his unselfishness is not something apart from his other symptoms but one of them; in fact often the most important one; that he is paralyzed in his capacity to love or to enjoy anything; that he is pervaded by hostility against life and that behind the fas;ade of unselfishness a subtle but not less intense self-centeredness is hidden."
Sayfa 156-157: “"Bencil olmayan" kişi "kendisi için hiçbir şey istemez"; "yalnızca başkaları için yaşar", kendisini önemli görmediği için gurur duyar. Bencil olmamasına rağmen mutsuz olduğunu ve kendisine en yakın olanlarla ilişkilerinin tatmin edici olmadığını görünce şaşırır. Belirtileri olduğunu düşündüğü şeylerin ortadan kaldırılmasını ister - ama bencilliğinin değil. Analitik çalışma gösteriyor ki Bencil olmamak onun diğer semptomlarından ayrı bir şey değil, onlardan biridir; hatta çoğu zaman en önemlisidir; herhangi bir şeyi sevme ya da ondan zevk alma kapasitesi felç olmuştur; hayata karşı düşmanlıkla doludur ve bencil olmama görüntüsünün ardında ince ama daha az yoğun olmayan bir benmerkezcilik gizlidir.”
Page 132-133: “The nature of unselfishness becomes particularly apparent in its effect on others and most frequently, in our culture, in the effect the "unselfish" mother has on her children. She believes that by her unselfishness her children will experience what it means to be loved and to learn, in turn, what it means to love. The effect of her unselfishness, however, does not at all correspond to her expectations. The children do not show the happiness of persons who are convinced that they are loved; they are anxious, tense, afraid of the mother's disapproval and anxious to live up to hei expectations. Usually, they are affected by their mother's hidden hostility against life, which they sense rather than recognize, and eventually become imbued with it them selves. Altogether, the effect of the "unselfish" mother is not too different from that of the selfish one; indeed, it is often worse because the mother's unselfishness prevents the children from criticizing her. They are put under the obligation not to disappoint her; they are taught, under the mask of virtue, dislike for life. If one has a chance to study the effect of a mother with genuine self-love, one can see that there is nothing more conducive to giving a child the experience of what love, joy, and happiness are than being loved by a mother who loves herself.”
Sayfa 157: “Bencilliğin doğası, özellikle başkaları üzerindeki etkisinde ve en sık olarak kültürümüzde "bencil olmayan" annenin çocukları üzerindeki etkisinde ortaya çıkar. Anne bencil olmayarak çocuklarının sevilmenin ne demek olduğunu deneyimleyeceklerine ve karşılığında sevmenin ne demek olduğunu öğreneceklerine inanır. Ancak bencil olmamasının etkisi hiç de onun beklentileriyle örtüşmez. Çocuklar sevildiklerine ikna olmuş kişilerin mutluluğunu göstermezler; endişeli, gergin, annenin onaylamamasından korkan ve onun beklentilerini karşılamaya çalışan kişilerdir. Genellikle, annelerinin hayata karşı gizli düşmanlığından etkilenirler, bunu fark etmekten ziyade hissederler ve sonunda kendileri de bu düşmanlığa kapılırlar. Genel olarak, "bencil olmayan" annenin etkisi bencil olanınkinden çok farklı değildir; hatta çoğu zaman daha da kötüdür çünkü annenin bencil olmaması çocukların onu eleştirmesini engeller. Onu hayal kırıklığına uğratmama yükümlülüğü altına sokulurlar; onlara erdem maskesi altında yaşamdan hoşlanmamaları öğretilir. Kendini gerçekten seven bir annenin etkisini inceleme şansına sahip olan biri, bir çocuğa sevginin, neşenin ve mutluluğun ne olduğunu deneyimletmek için kendini seven bir anne tarafından sevilmekten daha elverişli bir şey olmadığını görebilir.”
Kendini seven bir kişi ile sevmeyen kişinin en büyük ayırt edici özelliği nedir? Yani birisinin kendisini sevdiğini nereden anlarız? Çocuklar sandığımızdan daha güçlü sezgi kabiliyetine sahipler. Özellikle ilk yıllarda henüz daha 2-3 yaşındayken bile anne babanın ilgisi samimi mi yoksa sahte mi anlıyorlar. Tam olarak nereden seziyorlar bilemiyorum, ses tonundan mı, bakıştan mı ama birebir yaşayarak deneyimledim. Oğlumuz doğduğunda ilk kez çok yakından bir çocuğu gözlemleme fırsatım oldu. Ve onun bana ve annesine karşı yaklaşımını gördüm. Ben iyi gözlem yapan birisiyim bu sebeple ne yaşandığını o an çok anlam veremeden gördüğümde çok şaşırmıştım. Oğlum annesine kötü davranıyordu, bildiğin aksilik yapıyordu. Buna görünürde bir sebep yoktu ama annesinin onunla ilgilenirken samimi olmadığını hissetmişti anlaşılan. Yaşanan yıllar bize neyin ne olduğunu gösterdiğinde geçmişte yaşananların anlamını kavramamı da sağlamış oldu.
Saçımı sizin için süpürge ettim, sizin için katlanıyorum bu evliliğe, sizin için kendimi feda ediyorum vb. sözleri annesinden kaç kişi duymuştur? Güya bizim için kendisini feda ettiğini söyleyen annelerimiz aslında bize ne mesajı veriyorlar?
Page 133-134: “According to this view, the interest of man is to preserve his existence, which is the same as realizing his inherent potentialities. This concept of self-interest is objectivistic inasmuch as "interest" is not conceived in terms of the subjective feeling of what one's interest is but in terms of what the nature of man is, objectively. Man has only one real interest and that is the full development of his potentialities, of himself as a human being. Just as one has to know another person and his real needs in order to love him, one has to know one's own self in order to understand what the interests of this self are and how they can be served. It follows that man can deceive himself about his real self-interest if he is ignorant of his self and its real needs and that the science of man is the basis for determining what constitutes man's self-interest.”
Sayfa 158: “Bu görüşe göre, insanın çıkarı varlığını korumaktır ki bu da kendi içsel potansiyellerini gerçekleştirmekle aynı şeydir. Bu kişisel çıkar kavramı nesneldir, çünkü "çıkar" kişinin çıkarının ne olduğuna dair öznel duygusu açısından değil, nesnel olarak insanın doğasının ne olduğu açısından düşünülür. İnsanın tek bir gerçek çıkarı vardır, o da potansiyellerinin, bir insan olarak kendisinin tam gelişimidir. Nasıl ki bir insanı sevebilmek için başka bir insanı ve onun gerçek ihtiyaçlarını bilmek gerekiyorsa, bu benliğin çıkarlarının ne olduğunu ve bunlara nasıl hizmet edilebileceğini anlamak için de insanın kendi benliğini bilmesi gerekir. İnsanın kendi benliğinden ve onun gerçek ihtiyaçlarından habersiz olması halinde, gerçek kişisel çıkarları konusunda kendini kandırabileceği ve insan biliminin, insanın kişisel çıkarını neyin oluşturduğunu belirlemenin temeli olduğu sonucu çıkar.”
Bir müthiş ve çarpıcı paragraf daha. Varlığını korumak, potansiyelini gerçekleştirmek, insanın tam olarak gelişmesi, gerçek ihtiyaçlarının ne olduğunu bilmek, kişisel çıkarını gözetmek… Çok fazla söze gerek yok. Tek eleştirim daha önce de yazdığım gibi bizler bir yetişkine ihtiyaç duyan canlılarız. Yani kendi kendimize büyüyemiyoruz. Kişisel çıkarımızın ne olduğunu ve bunun korunması için yani potansiyelimizin tam anlamı ile ortaya çıkması için bizi gerçekten seven yetişkinlere ihtiyacımız var. Belki de bu bizim türümüzün en büyük handikapı.
Page 134: “In the last three hundred years the concept of selfinterest has increasingly been narrowed until it has assumed almost the opposite meaning which it has in Spinoza's thinking. It has become identical with selfishness, with interest in material gains, power, and success; and instead of its being synonymous with virtue, its conquest has become an ethical commandment.
This deterioration was made possible by the change from the objectivistic into the erroneously subjectivistic approach to self-interest. Self-interest was no longer to be determined by the nature of man and his needs; correspondingly, the notion that one could be mistaken about it was relinquished and replaced by the idea that what a person felt represented the interest of himself was necessarily his true self-interest.”
Sayfa 158-159: “Son üç yüz yılda kişisel çıkar kavramı, Spinoza'nın düşüncesinde sahip olduğu anlamın neredeyse tam tersini üstlenene kadar giderek daraltılmıştır. Bencillikle, maddi kazançlara, güce ve başarıya duyulan ilgi ile özdeş hale geldi; ve erdemle eşanlamlı olmak yerine, fethi etik bir Allahın 10 emri haline geldi.
Bu bozulma, kişisel çıkara nesnelci yaklaşımdan hatalı bir şekilde öznelci yaklaşıma geçişle mümkün olmuştur. Kişisel çıkar artık insanın doğası ve ihtiyaçları tarafından belirlenmeyecekti; buna bağlı olarak, kişinin bu konuda yanılabileceği düşüncesi terk edildi ve yerini, kişinin kendi çıkarını temsil ettiğini hissettiği şeyin mutlaka gerçek kişisel çıkarı olduğu düşüncesi aldı.”
Aslında günümüzde neyin önemli olduğu konusunda nasıl bir kafa karışıklığı var değil mi? Çoğu insan kısa yoldan köşeyi dönme derdinde. Ünlü olmak, tanınmak, çok para kazanmak, yurt dışında tatil yapmak, son model arabalara binmek… Esas çıkarımız maddi şeyler olunca geriye kalan şeyler “saf”, “aptal”, “iyimser” okumuşların, kendini geliştirmeye çalışanların elinde kalıyor. Makyaj yaparak, estetik yaptırarak, ince belli, koca kalçalı olarak daha mutlu olacağını zanneden zavallılara dönüşüyorlar. Bu şekilde mutlu olamazsın dediğinde de herkes kendi hauyatını yaşar, benim seçimim, benim tercihim vb laflarla haksızken haklı duruma geliyorlar. Evet doğru hayat senin hayatın, istediğin gibi kullanmakta tabi ki özgürsün ama bunlar seni mutlu etmediğinde çareyi astrolojide yada, namaz kılmakta yada, oruç tutmakta, alkolde, alışveriş çılgınlığında, anlamsız cinsel ilişkilerde arayarak kısır döngüyü devam ettiriyorsun.
Page 135: “The result is that modern man lives according to the principles of self-denial and thinks in terms of self-interest. He believes that he is acting in behalf of his interest when actually his paramount concern is money and success; he deceives himself about the fact that his most important human potentialities remain unfulfilled and that he loses himself in the process of seeking what is supposed to be best for him.”
Sayfa 160: “Sonuç, modern insanın kendini inkar etme ilkelerine göre yaşaması ve kendi çıkarına göre düşünmesidir. Asıl kaygısı para ve başarı iken, çıkarı adına hareket ettiğine inanır; en önemli insani potansiyellerinin yerine getirilmediği ve kendisi için en iyi olması gereken şeyi arama sürecinde kendini kaybettiği konusunda kendini kandırır.”
Yani insanlar neyin doğru olduğuna bakmaksızın başarı diye onlara dayatılan şeylerin peşinden koşuyorlar. Günümüzde de öyle değil mi? Anne babalar çocuklarının güya mutlu, huzurlu olması için çok para kazanacakları işlere onları yönlendiriyorlar. Çünkü gemisini kurtaran kaptan, her koyun kendi bacağından asılır gibi atasözleri ve deyimlerle yetiştirildik. Kapitalist düzen ekmeği aslanın ağzına soktuğundan beri tek amacımız çok para kazanıp, zengin olup muhannete muhtaç olmadan yaşamak. Kendini tanımak, kendini sevmek, yeteneklerini keşfetmek… bunlar mevzuu bile değil. Saçma boş işler.
Page 135-136: “Since the beginning of the modern era, when man as an individual was faced with the task of experiencing himself as an independent entity, his own identity became a problem. In the eighteenth and nineteenth centuries the concept of self was narrowed down increasingly; the self was felt to be constituted by the property one had. The formula for this concept of self was no longer "I am what I think" but "I am what I have," "what I possess."
Sayfa 160: “Modern çağın başlangıcından bu yana, bir birey olarak insan kendini bağımsız bir varlık olarak deneyimleme göreviyle karşı karşıya kaldığında, kendi kimliği bir sorun haline geldi. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda benlik kavramı giderek daraltıldı; benliğin kişinin sahip olduğu mülklerden oluştuğu hissedildi. Bu benlik kavramının formülü artık "ben düşündüğüm şeyim" değil, "ben sahip olduğum şeyim", "elimde bulundurduğum şeyim" idi.”
Bu süreç bizde Avrupa'da olduğu gibi 1700, 1800 lerde değil de 1900’lerde oldu. Orada ulus devletlerin ortaya çıkması, insanların feodal düzenin, krallıkların kulları olmaları düzeninin yıkılması ve bir vatandaş haline dönüşmeleri, kendilerini tanımlama ihtiyacını doğurdu. Ben kimim diye sorduğunda mal mülk edinmek o kadar önemli noktaya taşındı ki ancak ne kadar şeye sahipsem o kadar değerliyim durumu söz konusu oldu. Yani benim bir birey olarak değerli olmam için bir şeylere sahip olmam gerekiyordu. Günümüzde de durum aynen böyle değil mi? Paran kadar adamsın sözünü bilmeyen var mı? Toplumda bir yer edinmek istiyorsan mal mülk sahibi olman gerekmiyor mu? Zengin olmak, yüksek gelire sahip olmak en önemli amacımız değil mi? Öyle bozuk bir düzen içindeyiz ki. Sabah 8 akşam 8 günümüzün 12 saatini nefret ettiğimiz işlerde geçiriyoruz. Adına yaşamak dediğimiz bu saçmalığın ortasına düşüyoruz. Ev sahibi olmaya, araba sahibi olmaya, evimizi eşyalarla donatmaya çalışıyoruz. Şart mı tüm bunlar? Hayat bizi sanki bunları yapmazsak boşa yaşamışız hissi ile donatıyor. Peşinden koştuğumuz şeyler gerçekten ihtiyacımız olan şeyler mi? Nasıl bir simülasyonun içine düşmüş durumdayız, farkında mıyız?
Acaba şu an dert edindiğimiz şeyleri kaçı gerçekten anlamlı dertler. 500-600 bin liralık arabalara, milyonluk evlere gerçekten ihtiyacımız var mı? Gerçekten bu kadar çok mobilyaya ihtiyacımız var mı? Gerçekten kablosuz kulaklığa ihtiyacımız var mı? Gerçekten hiç bir özelliğini kullanmadığımız telefonlara ihtiyacımız var mı? Sahip olduğumuz şeyleri kaçını gerçekten ihtiyacımız için alıyoruz. Bize dayatılan bu simülasyonun aslında başka türlü olabileceğinin farkında mıyız? Mutlu olmak için gerçekten o kendi kendine hareket eden süpürgeye mi ihtiyacımız var? Gerçekten nelere ihtiyacımız var?
Tüm bunlardan nasıl bir sonuç çıkıyor? Her birimiz içine doğduğumuz toplumdan soyutlanarak yaşayamıyoruz. Yani eninde sonunda neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilsek de bizler bu toplumun bir parçasıyız. Bu durumun çözümü var mı? Yani toplumun genel değerlerinin yanlış olduğunu görüyoruz ve maalesef bunu da değiştirebilecek durumda değiliz. Ne yapabiliriz? Kendimizi en az zarar görecek şekilde adapte etmekten başka çaremiz var mı? İşin en acı tarafı da şu: durumun böyle olduğunu bildiğimiz halde çocuklarımıza hangi değerleri aşılamalıyız?
Toplumun genelini boktanlığına göre hazırlamazsak çocuğumuza haksızlık ve kötülük etmiş olmaz mıyız? Oğlum ilkokula başladığında kendisine kötü davranan çocukları şikayete geldiğinde çok tehlikeli bir noktada olduğumuzu gördüm. Daha önce de sorun yaşıyordu, kreşte veya sokakta hoş olmayan durumlarla karşılaştığımızda bizler ebeveyni olarak veya kreş hocaları devreye girip konuyu çözüyorduk. Fakat ilkokul öyle değil. Zaten çocuğun karşılaştığı sorunları kendisinin çözmesi değil mi amaç. İkilem şu idi: Ya kimseye zarar vermemesini söylemeye devam etmeliydim yada kendisine şiddet uygulayan çocuğa aynı şiddetle karşılık vermesini… Fakat amacımız diğerlerine saygılı, kurallara uyan, barışçıl, empati yeteneği gelişmiş bir insan yetiştirmek değil miydi? Ama toplumda kendisine kötü davrananlar olduğunda nasıl bir yol izleyeceğini de öğrenmesi gerekiyordu. Şiddet uygulayan çocuk kendine güvenen, tuttuğunu koparan bir yetişkin olacak benim oğlum ise kendisine zorbalık yapanlardan korkan, sinik, çekingen bir insan olacaktı. Bu durumda ona vermeye çalıştığım değerde küçük bir modifikasyon yapmak zorunda kaldım. Şiddet yine kötüydü ama bir sınırı vardı. Sen kesinlikle sorunlarını şiddetle çözmüyorsun ama birisi sana vurduğunda sen de ona iki kat daha hızlı vuruyorsun. Ama baba hani başkasına zarar vermek yanlıştı. Evet oğlum yine yanlış ama birinci görevin kendini korumak. Eğer birisi sana zarar verirse sen de ona vereceksin. Korkma arkanda ben varım.
Az önce söylediğim gibi içine doğduğumuz toplumların kendine göre kuralları, normları, değerleri var. Belki bana kalsa çoğunu seçmeyeceğim ama maalesef durum bu. O zaman bir birey olarak ben, bir baba olarak oğlum bu bize uymasa da kabul etmek zorunda olduğumuz düzene ayak uydurmak zorundayız.Bir orta yol bulmadan bu toplumda ayakta kalmamız mümkün değil.
Page 139: “Not only do the authoritarian ideologies threaten the most precious achievement of Western culture, the respect for the uniqueness and dignity of the individual; they also tend to block the way to constructive criticism of modern society, and thereby to necessary changes. The failure of modern culture lies not in its principle of individualism, not in the idea that moral virtue is the same as the pursuit of self-interest, but in the deterioration of the meaning of self-interest; not in the fact that people are too much concerned with their self-interest, but that they are not concerned enough with the interest of their real self; not in the fact that they are too selfish, but that they do not love themselves.”
Sayfa 163: “Otoriter ideolojiler, Batı kültürünün en değerli kazanımı olan bireyin biricikliğine ve onuruna saygıyı tehdit etmekle kalmamakta, aynı zamanda modern topluma yönelik yapıcı eleştirilerin ve dolayısıyla gerekli değişikliklerin önünü tıkama eğilimindedirler. Modern kültürün başarısızlığı bireycilik ilkesinde değil, ahlaki erdemin kişisel çıkar peşinde koşmakla aynı şey olduğu fikrinde değil, kişisel çıkarın anlamının bozulmasında; insanların kişisel çıkarlarıyla çok fazla ilgilenmelerinde değil, gerçek benliklerinin çıkarlarıyla yeterince ilgilenmemelerinde; çok bencil olmalarında değil, kendilerini sevmemelerinde yatmaktadır.”
Kişisel çıkarım şudur dediğiniz ne var? Benliğinizin gerçekte neye ihtiyacı var? İnsan neden kendini sevmez? Eğer tüm çocukluğunuz boyunca sizi sevmesi gereken yada daha doğrusu sevdiğini sandığınız kişilerin sizi sevmemesi ne kadar acı. Anne babalarımızdan bahsediyorum. Bilerek yada bilmeyerek çocuklarına öyle büyük bir kötülük yapıyorlar ki. Kendi doğrularını çocuklarına dikte ederek, onları kafalarındaki çocuk yapmaya çalışarak öyle büyük eziyet ediyorlar ki. Ve bütün bunları iyi anne baba olduklarını düşünerek yapıyorlar. Yaptığım şey yanlış diye görmüyorlar. Bakın çok basit bir şey söylüyorum. Çocuklarınızı gerçekten seviyor musunuz? Gerçekten!!! Bu soruyu kendinize sorun. Eğer bu satırları okuyan ve kendini sevmeyen kişiler varsa onlara soruyorum, anne babanıza toz konduramayanlardan mısınız? Onlar ellerinden gelenin en iyisini mi yaptılar. Eğer böyle düşünüyorsanız bir an önce gerçekliğe dönün.
Çoğumuzun anne babası bizleri gerçekten sevmediler. Seviyormuş gibi yaptılar ama sevmediler. Çok büyük ihtimalle onlar da kendilerini sevmiyordu zaten. Çok büyük ihtimalle onlar da potansiyellerini keşfedememiş, yeteneklerini keşfedememiş insanlardı. Kendilerine dayatılan hayatları yaşadılar ve ezbere şekilde devam ettirdiler hayatlarını. Bu arada sizler hayatlarına girdiniz. Bu kişiler, ne nasıl iyi anne baba olunur diye kafa yordular ne daha iyi eş olunur diye kafa yordular. Sizleri gerçekten sevmediler. Sevdiklerini sandılar ama yapamadılar. Bütün bu sözlerim şu an kendisini sevmeyen, iç huzuru olmayan, kendisi ile barışık olmayanlarla ilgili.
Sevilmemenin etkisi, sevilmeden büyümenin etkisi kendini sevmemek oluyor. Kendini sevmediğinde başarılı olduğunu düşündüğün bir hayat da yaşayamıyorsun. Toplumumuzda, onursuzluk, haysiyetsizlik ne kadar yaygın. Neden? Neden insanların bir kısmı için para kazanmak her şeyin üstünde ve önünde? Neden doğru olanı yapıp mütevazi hayatlar yaşamak varken daha lüks bir hayat için kendisini satıyor birileri? Devleti yönetenlerin iğrenç taleplerini yerine getiriyor. Asıl acısı da toplumun büyük kısmı bütün bu yaşananları çok normal olarak algılıyor. İçten içe biliyor ki kendisi de en az o ahlaksızlığı yapan kadar ahlaksız. Eline fırsat geçtiğinde kendisi de onursuz bir hayatı seçecek. Bir diğeri kendisinin de içinde olduğu sistemde daha önde diye karşı çıkmanın alemi var mı? Bu yandaş kanallarda birilerinin yalakalığını yapan insanların, mahkemelerde birileri lehine karar veren insanların çokluğu ve bu kişilerin toplumdan dışlanmamaları hep bundan. Haklarında kasetler de çıksa, yolsuzluk yaptıkları ayan beyan ortaya da dökülse hiç biri kar etmiyor. Çünkü hayata önemli olanın güç olduğuna, para olduğuna, lüks olduğuna öyle inanışlar ki. Bir de bunu din kılıfı altında yapınca geniş halk kitlelerini oyalamak da kolay oluyor. İstediğin ahlaksızlığı yap ardından Allah, peygamber, şehadet, dava dedin mi akan sular duruyor.
Page 140: “There is an increasing number of people to whom everything they are doing seems futile. They are still under the spell of the slogans which preach faith in the secular paradise of success and glamour. But doubt, the fertile condition of all progress, has begun to beset them and has made them ready to ask what their real self-interest as human beings is.
This inner disillusionment and the readiness for a revaluation of self-interest could hardly become effective unless the economic conditions of our culture permitted it. I have pointed out that while the canalizing of all human energy into work and the striving for success was one of the indispensable conditions of the enormous achievement of modern capitalism, a stage has been reached where the problem of production has been virtually solved and where the problem of the organization of social life has become the paramount task of mankind. Man has created such sources of mechanical energy that he has freed himself from the task of putting all his human energy into work in order to produce the material conditions for living. He could spend a considerable part of his energy on the task of living itself.”
Sayfa 164: “Yaptıkları her şeyin kendilerine beyhude (boşuna) göründüğü insanların sayısı giderek artıyor. Onlar hala başarı ve ihtişamın seküler cennetine olan inancı vaaz eden sloganların büyüsü altındalar. Ancak tüm ilerlemelerin doğurgan koşulu olan şüphe onları kuşatmaya başlamış ve insan olarak gerçek çıkarlarının ne olduğunu sormaya hazır hale getirmiştir.
Bu içsel hayal kırıklığı ve kişisel çıkarların yeniden değerlendirilmesine hazır olma hali, kültürümüzün ekonomik koşulları buna izin vermediği sürece pek etkili olamazdı. Tüm insan enerjisinin işe kanalize edilmesi ve başarı için çabalanması modern kapitalizmin muazzam başarısının vazgeçilmez koşullarından biri iken, üretim sorununun neredeyse çözüldüğü ve toplumsal yaşamın örgütlenmesi sorununun insanlığın en önemli görevi haline geldiği bir aşamaya ulaşıldığına işaret etmiştim. İnsanoğlu öyle mekanik enerji kaynakları yaratmıştır ki, yaşamın maddi koşullarını üretmek için tüm insan enerjisini harcama görevinden kurtulmuştur. Enerjisinin önemli bir bölümünü yaşamın kendisi için harcayabilir.”
Bizim ülkemizde durum Amerika'dan farklı. Orada her şey bizden önce yaşandığı için bu kitabın yazıldığı 1940’lı yıllarda ülkemiz hala bir tarım toplumu idi. Hala da bir sanayi toplumu olamamamız, tarım toplumu olamayışımız, ithalata dayalı saçma sapan bir sistem içinde oluşumuz yüzünden oradaki gibi bir maddi refaha ulaşamadık. Hala bir geçiş süreci içindeyiz. Bu süreç içinde bazılarımız kültür olarak batı toplumları ayarında bir noktaya gelirken bazılarımız tipik bir doğu ülkesi kültüründe yaşıyor. Ülkemizin içinde aynı anda hem 1400 ler hem 2000 ler yaşanıyor. Bu kadar farklılık içinde bazılarımız bir şeylerin farkına varıyor ama içinde olduğumuz kültür iklimi bizleri boğuyor. Bazılarımız, kendimizi bu topluma ait hissedemiyoruz. Gidebilenler, ülkeden kaçabilenler kaçıyor. Bazılarımız da kaderimize razı bir şekilde ayakta kalmaya, tutunmaya çalışıyoruz. Tamam bir şeyleri düzeltmeye çalışıyoruz ama düzelttiğimizde içine daldığınız toplum sizi boğuyor.
Page 140-141: “Only if these two conditions, the subjective dissatisfaction with a culturally patterned aim and the socioeconomic basis for a change, are present, can an indispensable third factor, rational insight, become effective. This holds true as a principle of social and psychological change in general and of the change in the meaning of self-interest in particular. The time has come when the anesthetized striving for the pursuit of man's real interest is coming to life again. Once man knows what his self-interest is, the first, and the most difficult, step to its realization has been taken."
Sayfa 164: “Ancak bu iki koşul, yani kültürel olarak kalıplaşmış bir amaçtan duyulan öznel memnuniyetsizlik ve değişimin sosyoekonomik temeli mevcutsa, vazgeçilmez bir üçüncü faktör olan rasyonel içgörü etkili olabilir. Bu, genel olarak sosyal ve psikolojik değişimin, özel olarak da kişisel çıkarın anlamındaki değişimin bir ilkesi olarak geçerlidir. İnsanın gerçek çıkarının peşinde koşmak için uyuşturulmuş çabanın yeniden canlanacağı zaman gelmiştir. İnsan kendi çıkarının ne olduğunu bildiğinde, bunun gerçekleştirilmesi için ilk ve en zor adım atılmış demektir.”
İçinde bulunduğun kültürden memnun değilsin; ekonomik özgürlüğe de sahipsin;
Akılcı bir içgörü şart. Açıkcası benim için tam olarak bu aşamalar gerçekleşti. Gerçek çıkarımı gördüm ve adımımı attım. Artık bana dayatılanı değil kendi tercihimi yaşıyorum. Kendi çıkarının ne olduğu konusunda kafa yormayan insan yada daha doğru yanlış çıkarlar peşinde koşan insan iç huzura kavuşamaz, mutlu bir hayat yaşayamaz, ahlaklı bir hayat yaşayamaz. Savrulup gider.
Bencillik, Kendini Sevme ve Kişisel Çıkar bölümünü bitirdik. Vicdan, İnsanın Kendini Hatırlaması bölümüne geldik. Kendini Sevme bölümüne çok yorum yazdım. Çünkü çok önemli bir konu idi. Yine bu bölümde de çok yorum yazacağımı hissediyorum.
Comments