Bir önceki yazıda kendimi durduramadım. Bazı konular o kadar hayati ki ne yazsam yetmiyor gibi hissediyorum. Her ne kadar insana karşı güvenimi kaybetmiş olsam da acaba bir umut birileri değişir mi diye çaba harcamaktan da kendimi alamıyorum. Gerçeği görüp de diğer insanların hala hayal aleminde yaşıyor olduklarını bilip de çığlık atmak isteğinin doğmaması mümkün değil. Avazın çıktığı kadar bağırmak istiyorsun, uyanın diye bağırmak istiyorsun. İşte bir önceki yazıda öyle bir bağırıştı. Ne yapayım hiç bir işe yaramasa da en azından deşarj olmuş oluyorum.
Neyse kaldığım yerden devam ediyorum. Haz Türleri’ni anlatıyordu Erich Fromm açlık, iştah, bolluk, kıtlık, mutluluk… Mutluluk ve varoluş amacı arasında kurduğu ilişki çok önemli idi. Mutsuz insanların nasıl kendi içsel kısır döngülerine takılı kaldıklarını, yeteneklerini keşfedemeklerini anlatmıştı. Şimdi devam edelim.
Page 190: “We have dealt so far with the types of pleasure experience most relevant to ethical theory: satisfaction, irrational pleasure, joy, and happiness. It remains to consider briefly two other less complex types of pleasure. One is the pleasure which accompanies the accomplishment of any kind of task one has set out to do. I propose to call this kind of pleasure "gratification." Having achieved something which one wanted to accomplish is gratifying although the activity is not necessarily productive; but it is a proof of one's power and ability to cope successfully with the outside world. Gratification does not depend very much on a specific activity; a man may find as much gratification in a good game of tennis as in success in business; what matters is that there is some difficulty in the task he has set out to accomplish and that he has achieved a satisfactory result.
The other type of pleasure which is left for discussion is not based on effort but on its opposite, on relaxation; it accompanies effortless but pleasant activities. The important biological function of relaxation is that of regulating the rhythm of the organism, which cannot be always active. The word "pleasure," without qualification, seems to be most appropriate to denote the kind of good feeling that results from relaxation.”
Sayfa 207-208: “Buraya kadar, etik teoriyle en ilgili olan haz deneyimi türlerini ele aldık: tatmin, irrasyonel haz, neşe ve mutluluk. Geriye, daha az karmaşık olan diğer iki haz türünü kısaca ele almak kalıyor. Biri, yapmak üzere yola çıktığı her türlü görevin tamamlanmasına eşlik eden hazdır. Bu tür bir hazza "tatmin" demeyi öneriyorum. Birinin başarmak istediği bir şeyi başarması, faaliyetin mutlaka üretken olmamasına rağmen memnuniyet vericidir; ama kişinin dış dünyayla başarılı bir şekilde başa çıkma gücünün ve yeteneğinin bir kanıtıdır. Tatmin, belirli bir faaliyete çok fazla bağlı değildir; bir erkek, iş hayatındaki başarı kadar iyi bir tenis oyununda da doyum bulabilir; önemli olan, başarmak için yola çıktığı görevde bazı güçlüklerin olması ve tatmin edici bir sonuç elde etmesidir.
Tartışmaya bırakılan diğer haz türü ise çabaya değil, tam tersi olan gevşemeye dayanır; zahmetsiz ama keyifli faaliyetlere eşlik eder. Gevşemenin önemli biyolojik işlevi, her zaman aktif olamayan organizmanın ritmini düzenlemektir. "Haz" sözcüğü, herhangi bir niteleme yapılmaksızın, gevşemeden kaynaklanan iyi duyguyu ifade etmek için en uygun sözcük gibi görünmektedir.”
Page 191-192: “We started out with the discussion of the problematic character of hedonistic ethics, which claims that the aim of life is pleasure and that therefore pleasure is good in itself As a result of our analysis of the various kinds of pleasure we are now in a position to formulate our view on the ethical relevance of pleasure. Satisfaction as relief from physiologically conditioned tension is neither good nor bad; as far as ethical evaluation is concerned it is ethically neutral, as are gratification and pleasure. Irrational pleasure and happiness (joy) are experiences of ethical significance. Irrational pleasure is the indication of greed, of the failure to solve the problem of human existence. Happiness (joy), on the contrary, is proof of partial or total success in the "art of living." Happiness is man's greatest achievement; it is the response of his total personality to a productive orientation toward himself and the world outside."
Sayfa 208: “Yaşamın amacının haz olduğunu ve dolayısıyla hazzın kendi içinde iyi olduğunu iddia eden hazcı etiğin sorunlu karakterini tartışarak başladık. Çeşitli haz türlerine ilişkin analizimizin bir sonucu olarak, artık hazzın etik açıdan uygunluğuna ilişkin görüşümüzü formüle edebilecek bir konumdayız. Fizyolojik olarak koşullanmış gerilimden kurtulma olarak tatmin ne iyi ne de kötüdür; etik değerlendirme söz konusu olduğunda, haz ve zevk gibi etik açıdan nötrdür. Akıldışı (irrasyonel) haz ve mutluluk (neşe) etik öneme sahip deneyimlerdir. Akıldışı haz, açgözlülüğün, insanın varoluş sorununu çözmedeki başarısızlığın göstergesidir. Mutluluk (neşe) ise, tam tersine, "yaşama sanatı "ndaki kısmi ya da tam başarının kanıtıdır. Mutluluk insanın en büyük başarısıdır; tüm kişiliğinin kendisine ve dış dünyaya yönelik üretken bir yönelime verdiği yanıttır."
Üç “haz” halini birbirinden ayırıyor. Fizyolojik ihtiyaçları gidermek için olan ne iyi ne kötü, akıldışı olan hazlar olumsuz ve üretken olan hazlar ise yaşama sanatını başardığımız anlamına geliyor.
Page 191: “Hedonistic thinking failed to analyze the nature of pleasure sufficiently; it thus made it appear as if that which is easiest in life-to have some kind of pleasure-were at the same time that which is most valuable. But nothing valuable is easy; thus the hedonistic error made it easier to argue against freedom and happiness and to maintain that the very denial of pleasure was a proof of goodness. Humanistic ethics may very well postulate happiness and joy as its chief virtues, but in doing so it does not demand the easiest but the most difficult task of man, the full development of his productiveness."
Sayfa 208-209: “Hazcı düşünce, hazzın doğasını yeterince analiz etmekte başarısız oldu; böylece hayatta en kolay olanın -bir tür zevke sahip olmanın- aynı zamanda en değerli olan şeymiş gibi görünmesini sağladı. Ancak değerli olan hiçbir şey kolay değildir; dolayısıyla hedonistik hata özgürlük ve mutluluğa karşı çıkmayı ve hazzın inkârının iyiliğin bir kanıtı olduğunu savunmayı kolaylaştırmıştır. Hümanist etik pekala mutluluk ve neşeyi başlıca erdemler olarak öne sürebilir, ancak bunu yaparken insanın en kolay değil en zor görevini, üretkenliğinin tam olarak geliştirilmesini talep eder."
Üretmeden yaşamayı hayal edenler çok büyük bir hata içindeler. İçinde üretim, yaratım olmayan bir hayat boşa geçmiş olduğu gibi mutluluğa da kavuşulamayacak bir hayat. İnsan olarak doğru olanla kolay olan arasında kaldığımızda kolay olanı seçme eğilimdeyiz. Bunun aslında içgüdüsel olarak yanlış olduğunu biliriz ama kendimizi kolayı olanı seçmekten alıkoyamayız. Daha çocukluktan başlıyor bu alışkanlık. Aslında kolay olanı seçmek çok zekice olmasına rağmen uzun vadede insana çok zarar veriyor. Bu bir alışkanlık haline geliyor. Eğer önümde iki seçenek varsa ve birisi beni yormayacaksa düşünmeden yormayacak olanı seçiyorum bunda ne var ki denilebilir ama yanlış. Bir şeylere sahip olmak, alışverişe gitmek, makyaj yapmak, takım elbise giymek, lüks araba sahibi olmak, son çıkan telefon edinmek, seks yapmak, erkeklerin dikkatini çekecek kıyafetler giymek, kadınların ilgisini çekecek işe sahip olmak…. saymakla bitmeyecek sanal zevkler var. Kısa vadede çok mutlu olduğumuz ama kendi başımıza kaldığımızda boşluğa düşmemize sebep olan zevkler.
Haz türleri bitti. şimdi “Araçlar ve Amaçlar Sorunu” bölümüne geçiyoruz.
C. ARAÇLAR VE AMAÇLAR SORUNU
Page 191: “The problem of the pleasure in ends as against the pleasure in means is of particular significance for contemporary society, in which the ends have often been forgotten in an obsessive concern with the means.”
Sayfa 209: “Araçlardan alınan hazza karşı amaçlardan alınan haz sorunu, araçlarla ilgili saplantılı bir endişe içinde amaçların sıklıkla unutulduğu çağdaş toplum için özel bir önem taşımaktadır.”
Bu bölümde araçtan alınan haz ve amaçtan alınan haz konusu değerlendirilecek. Ne demek araçlardan alınan haz? Ne kastediliyor? Bir amacım var ve o amaca ulaşmak için bir şeyler kullanıyorum. Ulaşmak istediğim amaca ulaşırken kullandığım araçlardan zevk alıyorsam sonuçta ulaştığım amaç da doğal olarak bana mutluluk verecek denilebilir değil mi? Bir düşünün bunda ne sorun var? Diyelim bir amacım var ve oraya ulaşırsam mutlu olacağım ama bunun için beni pek de mutlu etmeyecek bir yoldan geçeceğim. Yani ulaştığım yer iyi ama gideceğim yol çok da keyifli değil. Bu durumda araçlar zevksiz olduğu için ulaşacağım hedef ne kadar mutlu ederse etsin harekete geçmeyebilirim. Daha fazla devam etmiyorum. Beyin Jimnastiğini yaptık kitaba dönelim.
Page 192: “In order to achieve a desired end we do many unpleasant things only because our reason tells us that we have to do them. At best, it can be said that the unpleasantness may be more or less diminished by the anticipation of the pleasure in the result; the anticipation of the end-pleasure may even outweigh completely the discomfort connected with the means.
Sayfa 209-210: “Arzuladığımız bir sonuca ulaşmak için pek çok tatsız şey yaparız, çünkü aklımız bize bunları yapmamız gerektiğini söyler. En iyi ihtimalle, sonuçtaki hazzın beklentisiyle tatsızlığın az ya da çok azaldığı söylenebilir; nihai zevkin beklentisi, araçlarla bağlantılı rahatsızlıktan tamamen daha ağır basabilir.
Page 194: “ One of the most outstanding psychological features of modern life is the fact that activities which are means to ends have more and more usurped the position of ends, while the ends themselves have a shadowy and unreal existence. People work in order to make money; they make money in order to do enjoyable things with it. The work is the means, the enjoyment, the end. But what happens actually? People work in order to make more money; they use this money in order to make still more money, and the end-the enjoyment of life-is lost sight of. …….. We have become enmeshed in a net of means and have lost sight of ends.”
Sayfa 211-212: “ Modern yaşamın en göze çarpan psikolojik özelliklerinden biri, amaçlar için araç olan faaliyetlerin giderek daha fazla amaç konumunu gasp etmesi, amaçların kendilerinin ise gölgeli ve gerçek dışı bir varoluşa sahip olmasıdır. İnsanlar para kazanmak için çalışırlar; para kazanmakda amaç onunla keyifli şeyler yapmaktır. İş araçtır, keyif ise amaç. Ama gerçekte ne olur? İnsanlar daha fazla para kazanmak için çalışırlar; bu parayı daha da fazla para kazanmak için kullanırlar ve amaç - hayattan alınan keyif - gözden kaybolur. ……...... . Araçlardan oluşan bir ağın içine girdik ve amaçları gözden kaçırdık.
Sebep sonuç ilişkisini çok kolay kaybedebiliyoruz. Çok komik ve aynı zamanda acıklı bir anekdot anlatacağım. Geçen yıl pandemi sırasında entübe olayları çok artmıştı. Çünkü insanlar artık kendileri nefes alamadığında hekimler son çare olarak insanlar cihaza bağlıyorlardı. Yani ölmesinler diye cihaza bağlanıyorlardı ama bazıları üstünde bu son çare bile fayda etmiyor hastalar ölüyorlardı. Yaşanan olay bu. Bu halk arasında nasıl algılandı peki? (tabi ki bir kısım halk demek lazım, neyse ki herkes böyle değil) İnsanları entübasyon işlemi öldürüyor. Bir tanıdığım şunu anlattı. Bir akrabasını hekimler entübe edeceklerini söylemişler, aile şiddetle karşı çıkmış. Aman ha sakın entübe etmeyin, entübe edilen hastalar ölüyorlar. Ne kadar acı aslında. Çok basit bir olayın bile sebep sonucunu birbirine karıştırabiliyouz. Aslında gerçekten insanı gözümüzde büyütüyoruz. Çok büyük bir kısmımız gerçekten yaşadığımız hayatı anlayamıyorlar. Belki de onlara kızmamamız gerek çünkü yaşadığımız hayat çoğu insanın boyunu aşıyor.
Şimdi, hepimiz neden çalışıyoruz, neden para kazanmak zorundayız? Amacımız ne? Para kazanmak amaç mı? Dikkat ettiniz mi çok parası olan bazı insanlar paralarını nasıl harcıyorlar. Hayattan keyif almanın bin çeşit yolu var onlar hangisini seçiyorlar? Asıl önemli olan para kazanmak mı yoksa bunu nerede harcayacağını bilmek mi?
Bu bölüm Erich Fromm’un Spencer’ın amaç araç sorununa yaklaşımını eleştirmekle geçiyor. Sonraki bölüme geçiyorum.
4- Bir Karakter Özelliği Olarak İnanç
Page 197: “Faith is not one of the concepts that fits into the intellectual climate of the present-day world. One usually associates faith with God and with religious doctrines, in contradistinction to rational and scientific thinking. The latter is assumed to refer to the realm of tacts, distinguished from a realm transcending facts where scientific thinking has no place, and only faith rules. To many, this division is untenable. If faith can not be reconciled with rational thinking, it has to be eliminated as an anachronistic remnant of earlier stages of culture and replaced by science dealing with facts and theories which are intelligible and can be validated.
The modern attitude toward faith was reached after a long drawn-out struggle against the authority of the church and its claim to control any kind of thinking. Thus skepticism with regard to faith is bound up with the very advance of reason. This constructive side of modern skepticism, however, has a reverse side which has been neglected.”
Sayfa 214: “İnanç, günümüz dünyasının entelektüel iklimine uyan kavramlardan biri değildir. Genellikle inanç, rasyonel ve bilimsel düşüncenin aksine Tanrı ve dini doktrinlerle ilişkilendirilir. İkincisinin, bilimsel düşüncenin yerinin olmadığı ve sadece inancın hüküm sürdüğü gerçekleri aşan bir alandan farklı olarak, gerçekler alemine atıfta bulunduğu varsayılır. Birçokları için bu ayrım (bölünme) savunulamazdır. Eğer inanç rasyonel düşünceyle uzlaştırılamıyorsa, kültürün daha önceki aşamalarının anakronik bir kalıntısı olarak ortadan kaldırılmalı ve yerine anlaşılabilir ve doğrulanabilir olgu ve teorilerle ilgilenen bilim getirilmelidir.
İnanca yönelik modern tutuma, kilisenin otoritesine ve her türlü düşünceyi kontrol etme iddiasına karşı uzun bir mücadeleden sonra ulaşıldı. Dolayısıyla inançla ilgili şüphecilik, aklın ilerlemesiyle bağlantılıdır. Ancak modern şüpheciliğin bu yapıcı yanı, ihmal edilmiş bir ters yanı vardır.”
Bir sonraki alıntıya geçmeden önce bu alıntıdaki bilgilerle ilgili ülkemiz açısından bir şeyler söylemek istiyorum. İnanç konusu bizde çok büyük bir problem. Batının 300-400 yıl önceki halinden bile daha geriyiz bu konuda. Ne diyor: “İnanç, günümüz dünyasının entelektüel iklimine uyan kavramlardan biri değildir.” Ne yazık ki aynı şeyi bizler söyleyemiyoruz. En okumuşlarımızda bile müthiş bir taassup var. Gerçekleri görmeye karşı müthiş bir direniş var. Elle tutulur, gözle görülür olmayana inanmak gibi binlerce yıl öncesinin bilgiden yoksun insanından bir farkı yok günümüz insanının. Yani ne yazık ki yıldırım çarptığında buna öfkelenen tanrıların sebep olduğunu düşünen ilk insanlardan günümüz insanının hiç farkı yok. Günümüzde bile depremin insanların ahlakının bozulmasına bağlayabilen cahil cühelalar var. Ne diyor: “her türlü düşünceyi kontrol etme iddiasına karşı uzun bir mücadeleden sonra ulaşıldı” Maalesef bizim ülkemizde bu da olmadı. Ne insanımız bilimsel bilgilere ulaşmaya çalıştı ne de dinin safsataları ile mücadele eden insanlarımız oldu. Çok sınırlı sayıda insan bir şeyler yapsa da batının aydınlanmasını yaşayamadık. Hala düşüncelerimizi kontrol eden otoritelerin mahkumuyuz. Yani az önce yaptığım alıntılar maalesef bizim için geçerli değil. Sadece bir temenni olarak okuyoruz bunları.
Page 198: “Insight into the character structure of modern man and the contemporary social scene leads to the realization that the current widespread lack of faith no longer has the progressive aspect it had generations ago. Then the fight against faith was a fight for emancipation from spiritual shackles; it was a :fight against irrational belief, the expression of faith in man's reason and his ability to establish a social order governed by the principles of freedom, equality, and brotherliness. Today the lack of faith is the expression of profound confusion and despair. Once skepticism and rationalism were progressive forces for the development of thought; now they have become rationalizations for relativism and uncertainty. The belief that the gathering of more and more facts will inevitably result in knowing the truth has become a superstition. Truth itself is looked upon, in certain quarters, as a metaphysical concept, and science as restricted to the task of gathering information. Behind a front of alleged rational certainty, there is a profound uncertainty which makes people ready to accept or to compromise with any philosophy impressed upon them.
Sayfa 214-215: “Modern insanın karakter yapısına ve çağdaş toplumsal manzaraya dair içgörü, günümüzdeki yaygın inanç eksikliğinin artık nesiller önce sahip olduğu ilerici yöne sahip olmadığının farkına varılmasına yol açmaktadır. O zamanlar inanca karşı mücadele manevi prangalardan kurtulma mücadelesiydi; akıldışı inanca karşı bir mücadeleydi, insanın aklına ve özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleriyle yönetilen bir toplumsal düzen kurma yeteneğine olan inancın ifadesiydi. Bugün inanç eksikliği derin bir kafa karışıklığı ve umutsuzluğun ifadesidir. Bir zamanlar şüphecilik ve rasyonalizm düşüncenin gelişimi için ilerici güçlerdi; şimdi ise görecelilik ve belirsizliğin rasyonalizasyonu haline gelmişlerdir. Giderek daha fazla olgunun bir araya getirilmesinin kaçınılmaz olarak gerçeği bilmekle sonuçlanacağı inancı bir batıl inanç haline gelmiştir. Bazı çevrelerde gerçeğin kendisi metafizik bir kavram, bilim ise bilgi toplama göreviyle sınırlı olarak görülüyor. Sözde rasyonel kesinliğin arkasında, insanları kendilerine empoze edilen herhangi bir felsefeyi kabul etmeye ya da onunla uzlaşmaya hazır hale getiren derin bir belirsizlik vardır.”
İnancın yerine bir şey koymadığında nihilizmin kucağına düşmen kaçınılmaz. Ben neden yaşıyorum sorusuna bir cevap olan inanç ne olursa olsun bir işe yarıyor. Bir inanç sahibi olmadığını söyleyen kişinin onun yerine bir şey koyması gerekiyor.
Page 198: “Can man live without faith? ……… Indeed, without faith man becomes sterile, hopeless, and afraid to the very core of his being.
Was, then, the fight against faith idle, and were the achievements of reason ineffectual? Must we return to religion or resign ourselves to live without faith? Is faith necessarily a matter of belief in God or in religious doctrines? Is it linked so closely with religion as to have to share its destiny? Is faith by necessity in contrast to, or divorced from, rational thinking? I shall attempt to show that these questions can be answered by considering faith to be a basic attitude of a person, a character trait which pervades all his experiences, which enables a man to face reality without illusions and yet to live by his faith.”
Sayfa 215: “İnsan inançsız yaşayabilir mi? ........ Gerçekten de, inanç olmadan insan kısırlaşır, umutsuzlaşır ve varlığının özüne kadar korkar.
O halde, inanca karşı mücadele boş muydu ve aklın başarıları etkisiz miydi? Dine geri mi dönmeliyiz yoksa kendimizi inançsız yaşamaya mı teslim etmeliyiz? İnanç mutlaka Tanrı'ya ya da dini doktrinlere inanma meselesi midir? Kaderini paylaşmak zorunda kalacak kadar dinle yakından bağlantılı mıdır? İman zorunlu olarak rasyonel düşünceyle çelişir mi yoksa ondan ayrılır mı? Bu sorulara, imanı bir insanın temel bir tutumu, tüm deneyimlerine nüfuz eden, bir insanın yanılsamalara kapılmadan gerçekle yüzleşmesini ve yine de inancına göre yaşamasını sağlayan bir karakter özelliği olarak ele alarak cevap verilebileceğini göstermeye çalışacağım.”
Page 199: “For the understanding of this problem it may be helpful to approach it by first discussing the problem of doubt. Doubt, too, is usually understood as doubt or perplexity concerning this or that assumption, idea, or person, but it can also be described as an attitude which permeates one's personality, so that the particular object on which one fastens one's doubt is of but secondary importance. In order to understand the phenomenon of doubt, one must differentiate between rational and irrational doubt. I shall presently make this same discrimination with regard to the phenomenon of faith.
Irrational doubt is not the intellectual reaction to an improper or plainly mistaken assumption, but rather the doubt which colors a person's life emotionally and intellectually. To him, there is no experience in any sphere of life which has the quality of certainty; everything is doubtful, nothing is certain.”
Sayfa 215-216: “Bu sorunun anlaşılması için öncelikle şüphe sorununu ele almak yararlı olabilir. Şüphe de genellikle şu ya da bu varsayıma, fikre ya da kişiye ilişkin şüphe ya da şaşkınlık olarak anlaşılır, ancak kişinin kişiliğine nüfuz eden bir tutum olarak da tanımlanabilir, öyle ki kişinin şüphesini bağladığı belirli bir nesne ikincil öneme sahiptir. Şüphe olgusunu anlamak için rasyonel ve irrasyonel şüphe arasında ayrım yapmak gerekir. İleride aynı ayrımı inanç olgusuyla ilgili olarak da yapacağım.
Mantıksız (irrasyonel) şüphe, uygunsuz ya da açıkça yanlış bir varsayıma verilen entelektüel tepki değil, daha ziyade bir kişinin hayatını duygusal ve entelektüel olarak renklendiren şüphedir. Ona göre yaşamın hiçbir alanında kesinlik niteliği taşıyan bir deneyim yoktur; her şey şüphelidir, hiçbir şey kesin değildir.”
Page 200: “The psychoanalytic inquiry into the mechanism of compulsive doubts shows that they are the rationalized expression of unconscious emotional conflicts, resulting from a lack of integration of the total personality and from an intense fe-eling of powerlessness and helplessness. Only by recognizing the roots of the doubt can one overcome the paralysis of will which springs from the inner experience of powerlessness. When such insight has not been attained, substitute solutions are found which, while unsatisfactory, at least do away with the tormenting manifest doubts. One of these substitutes is compulsive activity in which the person is able to find temporary relief. Another is the acceptance of some "faith" in which a person, as it were, submerges himself and his doubts."
Sayfa 216: “Kompulsif şüphelerin mekanizmasına ilişkin psikanalitik araştırma, bunların bilinçdışı duygusal çatışmaların rasyonelleştirilmiş bir ifadesi olduğunu, tüm kişiliğin entegrasyon eksikliğinden ve yoğun bir güçsüzlük ve çaresizlik hissinden kaynaklandığını göstermektedir. Kişi ancak şüphenin köklerini tanıyarak, içsel güçsüzlük deneyiminden kaynaklanan irade felcinin üstesinden gelebilir. Böyle bir kavrayışa ulaşılmadığında, tatmin edici olmasa da en azından ıstırap verici açık şüpheleri ortadan kaldıran ikame çözümler bulunur. Bu ikamelerden biri, kişinin geçici bir rahatlama bulabildiği zorlayıcı aktivitedir. Bir diğeri ise, bir kişinin kendini ve şüphelerini olduğu gibi içine soktuğu bir "inanç" ın kabulüdür.”
Bilinçdışı duygusal çatışmaların varsa, kişiliğinin bütünseliği bozulmuşsa, kendini güçsüz ve çaresiz hissediyorsan inanç senin için en kolay kaçış yolu. Bizde de mesela alkoliklere dine dönmeleri tavsiye edilir yada aslında kişi depresyona girmiştir yada başka psikolojik sorunları vardır onları hacılara, hocalara yönlendirirler.
Page 201: “In contrast to irrational doubt, rational doubt questions assumptions the validity of which depends on belief in an authority and not on one's own experience. This doubt has an important function in personality development.The child at first accepts all ideas on the unquestioned authority of his parents. In the process of emancipating himself from their authority, in developing his own self, he becomes critical. In the process of growing up, the child starts to doubt the legends he previously accepted without question, and the increase of his critical capacities is directly proportionate to his becoming independent of parental authority and to his becoming an adult.
Historically, rational doubt is one of the mainsprings of modern thought, and through it modern philosophy, as well as science, received their most fruitful impulses. Here too, as in personal development, the rise of rational doubt was linked with the growing emancipation from authority, that of the church and the state.
Sayfa 217: “Mantıksız (irrasyonel) şüphenin aksine, akılcı (rasyonel) şüphe, geçerliliği kişinin kendi deneyimlerine değil, bir otoriteye olan inanca bağlı olan varsayımları sorgular. Bu şüphe, kişilik gelişiminde önemli bir işleve sahiptir. Çocuk ilk başta, ebeveynlerinin sorgusuz sualsiz otoritesi hakkındaki tüm fikirleri kabul eder. Kendini onların otoritesinden kurtarma sürecinde, kendi benliğini geliştirirken eleştirel hale gelir. Büyüme sürecinde çocuk daha önce sorgusuz sualsiz kabul ettiği efsanelerden şüphe duymaya başlar ve eleştirel kapasitesinin artması ebeveyn otoritesinden bağımsızlaşması ve yetişkin olmasıyla doğru orantılıdır.
Tarihsel olarak, rasyonel şüphe modern düşüncenin ana kaynaklarından biridir ve bu sayede modern felsefe ve bilim en verimli uyarıcılarını almıştır. Kişisel gelişimde olduğu gibi burada da rasyonel şüphenin yükselişi, kilise ve devlet otoritesinden giderek özgürleşmeyle bağlantılıdır.”
Sorgulamadan kabul etmemek gerekiyor. Bizde belki de en çok eksikliğini çektiğimiz şey bu. Bizler sorgulamıyoruz. Sorgulamaktan korkuyoruz. Daha çocukluktan başlayarak öğretilen şey itaat etmek. Çünkü söylediklerine karşı çıkan çocuk ahlaksız, edepsiz, terbiyesiz olarak algılanıyor. Sen nasıl olur da benim otoritemi sorgularsın. Ben senin annenim, ben senin babanım, ben senin devletinim. Aslında tüm dertleri kendilerine biat eden koyunlara sahip olmak. Herkes kendini tatmin peşinde. Sorgulayan insanlara hep kötü gözle bakılıyor. Haşa ya hatalı olduğumuz ortaya çıkarsa. Ya aslında doğru bildiğimiz şeyin yanlış olduğu ortaya çıkarsa. Sırf aptal durumuna düşmemek için gerçeğin ne olduğunu sorgulayanı elimizden geldiği kadar iğdiş etmeye çalışıyoruz. Yeter ki saygınlığımız (!) bozulmasın.
Page 201: “In regard to faith, I wish to make the same differentiation which was made with regard to doubt: that between irrational and rational faith. By irrational faith I understand the belief in a person, idea, or symbol which does not result from one's own experience of thought or feeling, but which is based on one's emotional submission to irrational authority.
………. There is ample evidence that a person who has given up his inner independence and submitted to an authority tends to substitute the authority's experience for his own.”
Sayfa 217: “İnanç konusunda, şüphe konusunda yapılan ayrımın aynısını yapmak istiyorum: irrasyonel ve rasyonel inanç arasında. Akılcı olmayan inançtan, kişinin kendi düşünce veya duygu deneyiminden kaynaklanmayan, ancak kişinin akılcı olmayan otoriteye duygusal olarak boyun eğmesine dayanan bir kişiye, fikre veya sembole olan inancı anlıyorum.
……. İç bağımsızlığından vazgeçip bir otoriteye boyun eğmiş bir kişinin, otoritenin deneyimini kendisininkiyle değiştirme eğiliminde olduğuna dair çok sayıda kanıt vardır.”
Page 202: “The reaction of people to a leader equipped with a strong power of suggestion is an example of a semihypnotic situation. Here too the unqualified acceptance of his ideas is not rooted in the listeners' conviction based upon their own thinking or their critical appraisal of the ideas presented to them, but instead in their emotional submission to the speaker. People in this situation have the illusion that they agree, that they rationally approve of the ideas the speaker suggested. They feel that they accept him because they agree with his ideas. In reality the sequence is the opposite: they accept his ideas because they have submitted to his authority in a semihypnotic fashion.
Sayfa 218: “İnsanların güçlü bir telkin gücüne sahip bir lidere verdikleri tepki yarı hipnotik duruma bir örnektir. Burada da liderin fikirlerinin kayıtsız şartsız kabul edilmesi, dinleyicilerin kendi düşüncelerine dayanan inançlarından ya da kendilerine sunulan fikirleri eleştirel bir gözle değerlendirmelerinden değil, konuşmacıya duygusal olarak boyun eğmelerinden kaynaklanır. Bu durumdaki insanlar, konuşmacının öne sürdüğü fikirlere katıldıkları, rasyonel olarak onayladıkları yanılsamasına kapılırlar. Fikirlerine katıldıkları için onu kabul ettiklerini hissederler. Gerçekte ise durum tam tersidir: konuşmacının fikirlerini kabul ederler çünkü yarı hipnotik bir şekilde onun otoritesine boyun eğmişlerdir.
Çok söze gerek yok son yıllarda bunu birebir yaşıyoruz. Toplumun büyük bir kısmının irrasyonel inanç sahibi olduklarının en somut ve gerçek göstergesi budur sanırım.
Page 204: “Irrational faith is a fanatic conviction in somebody or something, rooted in submission to a personal or impersonal irrational authority. Rational faith, in contrast, is a firm conviction based on productive intellectual and emotional activity. In rational thinking, in which faith is supposed to have no place, rational faith is an important component. How does the scientist, for instance, arrive at a new discovery?
Sayfa 220: “İrrasyonel inanç, kişisel veya kişisel olmayan irrasyonel bir otoriteye boyun eğmekten kaynaklanan birine veya bir şeye bağnaz (fanatik) bir inançtır. Rasyonel inanç, aksine, üretken entelektüel ve duygusal aktiviteye dayanan sağlam bir inançtır. İnancın yer almadığı düşünülen rasyonel düşüncede, rasyonel inanç önemli bir bileşendir. Örneğin bilim insanı yeni bir keşfe nasıl ulaşır?
Page 205-206: “Thought and judgment are not the only realm of experience in which rational faith is manifested. In the sphere of human relations, faith is an indispensable quality of any significant friendship or love. "Having faith" in another person means to be certain of the reliability and unchangeability of his fundamental attitudes, of the core of his personality. By this I do not mean that a person may not change his opinions but that his basic motivations remain the same; that, for instance, his capacity or respect for human dignity is part of his self, not subject to change.
In the same sense we have faith in ourselves. We are aware of the existence of a self, of a core in our personality which is unchangeable and which persists throughout our life in spite of varying circumstances and regardless of certain changes in opinions and feelings. It is this core which is the reality behind the word "I" and on which our conviction of our own identity is based. Unless we have faith in the persistence of our self, our feeling of identity is threatened and we become dependent on other people whose approval then becomes the basis for our feeling of identity with ourselves. Only the person who has faith in himself is able to be faithful to others because only he can be sure that he will be the same at a future time as he is today and,therefore, to feel and to act as he now expects to. Faith in oneself is a condition of our ability to promise something, and since, as Nietzsche pointed out, man can be defined by his capacity to promise, that is one of the conditions of human existence."
Sayfa 221: “Düşünce ve yargı, rasyonel inancın tezahür ettiği tek deneyim alanı değildir. İnsan ilişkileri alanında inanç, anlamlı bir dostluğun ya da sevginin vazgeçilmez bir niteliğidir. Başka bir kişiye "iman etmek", onun temel tutumlarının, kişiliğinin özünün güvenilirliğinden ve değişmezliğinden emin olmak demektir. Bununla, bir kişinin fikirlerini değiştirmeyebileceğini değil, temel motivasyonlarının aynı kaldığını; örneğin, insan onuruna yönelik kapasitesinin veya saygısının benliğinin bir parçası olduğunu ve değişime tabi olmadığını kastediyorum.
Aynı anlamda kendimize de inancımız vardır. Kişiliğimizde değişmez olan ve değişen koşullara rağmen ve fikir ve duygulardaki bazı değişikliklerden bağımsız olarak yaşamımız boyunca devam eden bir benliğin, bir çekirdeğin varlığının farkındayız. "Ben" kelimesinin ardındaki gerçeklik olan ve kendi kimliğimize olan inancımızın dayandığı bu özdür. Benliğimizin sürekliliğine inanmadığımız sürece, kimlik duygumuz tehdit altında kalır ve onayları kendimizle özdeşleşme duygumuzun temeli haline gelen diğer insanlara bağımlı hale geliriz. Yalnızca kendine inancı olan kişi başkalarına karşı sadık olabilir çünkü yalnızca o, gelecekteki bir zamanda da bugün olduğu gibi olacağından ve dolayısıyla şu anda beklediği gibi hissedip davranacağından emin olabilir. Kişinin kendine olan inancı, bir şey vaat etme yeteneğimizin bir koşuludur ve Nietzsche'nin işaret ettiği gibi, insan vaat etme kapasitesiyle tanımlanabileceğinden, bu insan varoluşunun koşullarından biridir.”
İkili ilişkilerde özellikle evliliklerde yaşanılan en büyük problem bu. Kendimizi karşıdakine beğendirmek için aslında olduğumuz gibi değil de olmamız gerektiği gibi davranıyoruz. Fakat bu kendi özümüz olmadığı için bir süre sonra gevşemeye başlıyoruz. Taktığımız maske düşüyor ve karşımızdaki kişi benim sevdiğim kişi bu değildi, bu nereden çıktı diyor. Asıl amaç kendimizi başkasına beğendirmek olduğunda tam bir sahtekarlığın içine düşmüş oluyoruz. Çok kalitesiz bir tiyatro oyununun bilinçsiz oyuncuları haline geliyoruz. Halbuki kimse için değil kendimiz için yaşasak durum böyle olmaz. Burada bir çıkmaz ortaya çıkıyor kendimiz iyi miyiz? Sen kendini sevmiyorsun ki diğeri seni niye sevsin. Komplekslerinden arınamamış, ham, sığ, gelişmemiş, iki yüzlü, sahtekar, çıkarcı, tembel, yalancı, düzenbaz, kıskanç, hoşgörüsüz, bilinçsiz, cahil kişiyi karşıdaki nasıl sevebilir. Ancak bunları maskelemeyi öğrenirsen sorunu geçici de olsa çözersin. Halbuki enerjini bunları maskelemeye harcayacağına çözmeye harcarsan gerçekten sevilebilir bir insan olacaksın. Ne kadar acı.
Page 206-207: “Another meaning of having faith in a person refers to the faith we have in the potentialities of others, of ourselves, and of mankind. The most rudimentary form in which this faith exists is the faith which the mother has toward her newborn baby: that it will live, grow, walk, and talk. However, the development of the child in this respect occurs with such regularity that the expectation of it does not seem to require faith. It is different with those potentialities which can fail to develop: the child's potentialities to love, to be happy, to use his rea11on, and more specific potentialities like artistic gifts. They are the seeds which grow and become manifest if the proper conditions for their development are given, and they can be stifled if they are absent. One of the most important of these conditions is that the significant persons in a child's life have faith in these potentialities. The presence of this faith makes the difference between education and manipulation. Education is identical with helping the child realize his potentialities. The opposite of education is manipulation, which is based on the absence of faith in the growth of potentialities and on the conviction that a child will be right only if the adults put into him what is desirable and cut off what seems to be undesirable. There is no need of faith in the robot since there is no life in it either."
Sayfa 222: “Bir kişiye inanmanın bir başka anlamı da başkalarının, kendimizin ve insanlığın potansiyellerine duyduğumuz inançtır. Bu inancın var olduğu en ilkel biçim, annenin yeni doğan bebeğine duyduğu inançtır: onun yaşayacağına, büyüyeceğine, yürüyeceğine ve konuşacağına. Ancak çocuğun bu yöndeki gelişimi öylesine düzenli bir şekilde gerçekleşir ki, bu yöndeki beklenti inanç gerektirmiyor gibi görünür. Gelişmekte başarısız olabilecek potansiyellerde durum farklıdır: çocuğun sevme, mutlu olma, aklını kullanma ve sanatsal yetenekler gibi daha özel potansiyeller. Bunlar, gelişmeleri için uygun koşullar sağlandığında büyüyen ve ortaya çıkan tohumlardır ve yoklukları halinde boğulabilirler. Bu koşulların en önemlilerinden biri, çocuğun hayatındaki önemli kişilerin bu potansiyellere inanmasıdır. Bu inancın varlığı eğitim ile manipülasyon arasındaki farkı yaratır. Eğitim, çocuğun potansiyellerini gerçekleştirmesine yardımcı olmakla özdeştir. Eğitimin zıttı olan manipülasyon ise, potansiyellerin gelişimine olan inancın yokluğuna ve bir çocuğun ancak yetişkinler ona arzu edileni koyar ve istenmeyen gibi görüneni kesip atarsa doğru olacağı inancına dayanır. İçinde yaşam olmadığı için robota inanmaya da gerek yoktur.”
Tüm kitap boyunca tekrarlayıp durduğum şey buydu işte. Çocuğu manipüle etmekle eğitmek arasındaki fark.
Page 208: “While irrational faith is rooted in the submission to a power which is felt to be overwhelmingly strong, omniscient, and omnipotent, in the abdication of one's own power and strength, rational faith is based upon the opposite experience. We have this faith in a thought because it is a result of our own observation and thinking. We have faith in the potentialities of others, of ourselves, and of mankind because, and only to the degree to which, we have experienced the growth of our own potentialities, the reality of growth in ourselves, the strength of our own power of reason and of love. The basis of rational faith is productiveness; to live by our faith means to live productively and to have the only certainty which exists: the certainty growing from productive activity and from the experience that each one of us is the active subject of whom these activities are predicated. It follows that the belief in power (in the sense of domination) and the use of power are the reverse of faith. To believe in power that exists is identical with disbelief in the growth of potentialities which are as yet unrealized. It is a prediction of the future based solely on the manifest present; but it turns out to be a grave miscalculation, profoundly irrational in its oversight of human potentialities and human growth. There is no rational faith in power. There is submission to it or, on the part of those who have it, the wish to keep it. While to many power seems to be the most real of all things, the history of man has proved it to be the most unstable of all human achievements."
Sayfa 223: “Akılcı olmayan (irrasyonel) inanç, kişinin kendi gücünden ve kudretinden feragat ederek, ezici bir şekilde güçlü, her şeyi bilen ve her şeye kadir olduğu hissedilen bir güce boyun eğmesine dayanırken, akılcı inanç bunun tam tersi bir deneyime dayanır. Bir düşünceye karşı bu inanca sahibiz çünkü bu düşünce kendi gözlem ve düşüncelerimizin bir sonucudur. Başkalarının, kendimizin ve insanlığın potansiyellerine inancımız vardır çünkü ancak ve ancak kendi potansiyellerimizin büyümesini, kendi içimizdeki büyümenin gerçekliğini, kendi akıl ve sevgi gücümüzün gücünü deneyimlediğimiz ölçüde bu inanca sahip oluruz. Rasyonel inancın temeli üretkenliktir; inancımızla yaşamak, üretken bir şekilde yaşamak ve var olan tek kesinliğe sahip olmak demektir: üretken faaliyetten ve her birimizin bu faaliyetlerin dayandığı aktif özne olduğu deneyiminden doğan kesinlik. Buradan, güce (tahakküm anlamında) olan inancın ve güç kullanımının inancın tersi olduğu sonucu çıkar. Var olan güce inanmak, henüz gerçekleşmemiş olan potansiyellerin büyümesine inançsızlıkla özdeştir. Bu, yalnızca apaçık şimdiki zamana dayanan bir gelecek tahminidir; ancak insan potansiyellerini ve insan gelişimini göz ardı etmesiyle son derece irrasyonel, ciddi bir yanlış hesaplama olduğu ortaya çıkar. Güce karşı rasyonel bir inanç yoktur. Ona boyun eğme ya da ona sahip olanların onu ellerinde tutma arzusu vardır. Birçokları için güç her şeyin en gerçeği gibi görünse de, insanlık tarihi onun tüm insan başarılarının en istikrarsız olanı olduğunu kanıtlamıştır."
Page 209: “At the outset of this discussion I differentiated between faith as an attitude, as a character trait, and faith as the belief in certain ideas or people. So far we have only dealt with faith in the former sense, and the question poses itself now whether there is any connection between faith as a character trait and the objects in which one has faith. It follows from our analysis of rational as against irrational faith that such a connection exists. Since rational faith is based upon our own productive experience, nothing can be its object which transcends human experience. Furthermore it follows that we cannot speak of rational faith when a person believes in the ideas of love, reason, and justice not as a result of his own experience but only because he has been taught such belief."
Sayfa 224: “Bu tartışmanın başında bir tutum, bir karakter özelliği olarak inanç ile belirli fikirlere ya da kişilere duyulan inanç olarak inancı birbirinden ayırmıştım. Şimdiye kadar sadece ilk anlamda imanı ele aldık ve şimdi bir karakter özelliği olarak iman ile kişinin iman ettiği nesneler arasında herhangi bir bağlantı olup olmadığı sorusu ortaya çıkmaktadır. Akılcı imana karşı akılcı olmayan imana ilişkin analizimizden böyle bir bağlantının var olduğu sonucu çıkmaktadır. Rasyonel inanç kendi üretken deneyimimize dayandığından, insan deneyimini aşan hiçbir şey onun nesnesi olamaz. Dahası, bir kişi sevgi, akıl ve adalet fikirlerine kendi deneyiminin bir sonucu olarak değil de sadece kendisine böyle bir inanç öğretildiği için inanıyorsa, rasyonel imandan söz edemeyiz.
Felsefede bir tartışma vardır, gerçek iyilik nedir? Mesela fakir birisine yardım ediyorsunuz diyelim, bu iyiliği neden yaptınız? Sorun kendinize neden paraya ihtiyacı olan birisine yardım ediyorsunuz? İyi bir insan olayım bu sayede sevap işlemiş olurum ve cennete giderim diye mi düşünüyorsunuz? Kendi maddi refahınızın getirdiği bir suçluluk duygusu var da onu hafifletmek için mi? Neden hiç tanımadığınız birisine yardım edersiniz. Bugün ben ihtiyacı olan birisine yardım edeyim belki ilerde de benim ihtiyacım olduğunda da birisi bana yardım eder diye mi? Ya da sadece ve sadece o kişiye yardımcı olmak için mi? Bizim insanımızda en çok gördüğünüz şey şu değil mi? Kuran da öyle yazdığı için, sünnete uygun olduğu için, şöyle bir hadis olduğu için. Yaptığı şeye bir dayanak bulmaya çalışan ne çok insan var değil mi? Halbuki kendi kararı ile, sadece ahlaken doğru olduğunu düşündüğü için yapsa o zaman yaptığı her ne ise gerçekten yapmış olacak. Günah olduğu için değil yanlış olduğu için yapmayacak. Beynini kullanmaya kullanmaya bir süre sonra robota dönüşüyor insanlar. İnisiyatif almak yerine bir dayanak arıyor kendisine. Böylece yaptığı yanlışlıkların da sorumlusu olmamış oluyor.
Bu bölümü de bitirdim. O kadar çok yerin altını çizmişim ki. Yine çok uzun sürdü. Bir sonraki bölüm “İnsandaki Ahlaki Güçler”. İnsan iyi mi Kötü mü konusu ile başlayacağız.
Comments