top of page
Okunduğu Gibi

Kendini Savunan İnsan, Hümanist Etik Sorunları, 6. Alt Başlık 21. Yazı

6. Mutlak’a karşı Göreceli, Evrensel’e karşı Sosyal Olarak İçkin Etik


Son alt başlığı da geldik. Bu kısımla kitabın 4. Bölümünü yani sondan bir önceki bölümü bitirmiş oluyoruz. Mutlak etik, göreceli etik, evrensel etik, topluma mal olmuş etik konularını gözden geçiriyoruz. İnsanın toplumsal bir canlı olmasının getirdiği zorunluluklar ve sıkıntılar ve insanların toplum içinde yaşamak zorunda kalan bireysel bir canlı olmasının çelişkisini göreceğiz.


Page 238-239: “The first meaning in which "absolute" ethics is used holds that ethical propositions are unquestionably and eternally true and neither permit nor warrant revision. This concept of absolute ethics is to be found in authoritarian systems, and it follows logically from the premise that the criterion of validity is the unquestionable superior and omniscient power of the authority. It is the very essence of this claim to superiority that the authority can not err and that its commands and prohibitions are eternally true. …… The history of science is a history of inadequate and incomplete statements, and every new insight makes possible the recognition of the inadequacies of previous propositions and offers a springboard for creating a more adequate formulation. The history of thought is the history of an ever-increasing approximation to the truth. Scientific knowledge is not absolute but "optimal"; it contains the optimum of truth attainable in a given historical period. Variou~ cultures have emphasized various aspects of the truth, and the more mankind becomes united culturally, the more will these various aspects become integrated into a total picture.”


Sayfa 249-250: “"Mutlak" etiğin kullanıldığı ilk anlam, etik önermelerin sorgulanamaz ve ebediyen doğru olduğunu ve ne revizyona izin verdiğini ne de bunu gerektirdiğini savunur. Bu mutlak etik kavramı otoriter sistemlerde bulunur ve mantıksal olarak geçerlilik kriterinin otoritenin sorgulanamaz üstün ve her şeyi bilen gücü olduğu önermesinden kaynaklanır. Otoritenin hata yapamayacağı ve emir ve yasaklarının ebediyen doğru olduğu bu üstünlük iddiasının özüdür…… Bilim tarihi, yetersiz ve eksik ifadelerin tarihidir ve her yeni kavrayış, önceki önermelerin yetersizliklerinin tanınmasını mümkün kılar ve daha yeterli bir formülasyon oluşturmak için bir sıçrama tahtası sunar. Düşünce tarihi, gerçeğe sürekli artan bir şekilde yaklaşmanın tarihidir. Bilimsel bilgi mutlak değil "optimum "dur; belirli bir tarihsel dönemde ulaşılabilecek optimum hakikati içerir. Farklı kültürler gerçeğin çeşitli yönlerini vurgulamıştır ve insanlık kültürel olarak ne kadar çok birleşirse, bu çeşitli yönler de o kadar çok bütünsel bir resim haline gelecektir.”


Kutsal kitapların sorunlu olmasının sebebi de bu. Çünkü sorgulanamıyor. Çünkü Allah’ın sözü olduğu iddia edildiği için orada geçen bir yanlışlığı gösterdiğinde aslında Allah’ın bir yanlışlık yaptığını söylemiş oluyorsun bu da Tanrı inancının mantığına aykırı. Bir zamanlar, bir coğrafi bölgede, o yörenin kültürüne göre doğru olarak kabul edilen şeylerin dünyanın her yerinde, her zaman, her kültür için doğru kabul edilmesi isteniyor. Bu ne akla ne de mantığa sığar. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını biraz sağduyulu düşünebilen kişi rahatlıkla görür. Geçtim tüm insanlığı, bireysel olarak bizler bile bir değişim içindeyiz. Dün bize doğru gelen şey bugün gelmeyebiliyor. Bu sayede daha iyiye ve doğruya gidiyoruz.


Deve sidiğinin 1400 yıl önce faydalı olduğunu düşünülmesi zamanının şartlarına göre doğru olduğu için (her halde o zamanlarda bile bunun yanlış olduğunu düşünenler vardı) bir şey diyemeyiz. Ama günümüzde hala deve sidiğinin işe yaradığını iddia etmek için gerçekten aklını bir yerlerde unutmuş olman gerekiyor. Bizler de ailelerimizden, mahallemizden, çevremizden yüzlerce yanlış ahlaki, sosyal, kültürel şeylerle zehirlenerek büyüyoruz. Eğer bütün bu cahilce, düşüncesizce şeyleri sorgulamadan kabul edersek bir adım ilerleyemeyiz. Asıl önemli olan bu bir yaşama bakış biçimi. Bir hurafeyi sorgulamadan kabul ettiğin an gerçeklikten vazgeçmişsin demektir.


Bu kadar üniversite mezunu insanın bile bilimsel gerçekler yerine örf, gelenek, adetlerimiz öyle diyor diye sorgulamadan kendilerine verileni kabul etmeleri çok yazık. Hani okumamış birisinden çok fazla analitik düşünce becerisi beklemiyorsun ama bir noktaya gelmiş insanlarda bu gelişmemişliği görmek çok üzücü.


Page 240-241: “The last and the most important meaning in which the terms "absolute" and "relative" ethics are used is one which is more adequately expressed as the difference between universal and socially immanent ethics. By "universal" ethics I mean norms of conduct the aim of which is the growth and unfolding of man; by "socially immanent" ethics I mean such norms as are necessary for the functioning and survival of a specific kind of society and of the people living in it. An example of the concept of universal ethics may be found in such norms as "Love thy neighbor as thyself" or "Thou shalt not kill."


By "socially immanent" ethics I refer to those norms in any culture which contain prohibitions and commands that are necessary only for the functioning and survival of that particular society. It is necessary for the survival of any society that its members submit to the rules which are essential to its·particular mode of production and mode of life. The group must tend to mold the character structure of its members in such a way that they want to do what they have to do under the existing circumstances. Thus, for instance, courage and initiative become imperative virtues for a warrior society, patience and helpfulness become virtues for a society in which agricultural cooperation is dominant. In modern society, industry has been elevated to the position of one of the highest virtues because the modern industrial system needed the drive to work as one of its most important productive forces. The qualities which rank highly in the operation of a particular society become part of its ethical system. Any society has a vital interest in having its rules obeyed and its "virtues" adhered to because its survival depends on this adherence."


Sayfa 251-252: “"Mutlak" ve "göreli" etik terimlerinin kullanıldığı son ve en önemli anlam, evrensel ve toplumsal olarak içkin etik arasındaki fark olarak daha uygun bir şekilde ifade edilen anlamdır. "Evrensel" etikle, amacı insanın büyümesi ve gelişmesi olan davranış normlarını kastediyorum; "toplumsal olarak içkin" etikle ise belirli türden bir toplumun ve bu toplumda yaşayan insanların işleyişi ve hayatta kalması için gerekli olan normları kastediyorum. Evrensel etik kavramının bir örneği "Komşunu kendin gibi sev" ya da "Öldürmeyeceksin" gibi normlarda bulunabilir.


"Toplumsal olarak içkin" etik derken, herhangi bir kültürde yalnızca o toplumun işleyişi ve hayatta kalması için gerekli olan yasakları ve emirleri içeren normları kastediyorum. Herhangi bir toplumun hayatta kalabilmesi için üyelerinin o topluma özgü üretim tarzı ve yaşam biçimi için gerekli olan kurallara boyun eğmesi gerekir. Grup, üyelerinin karakter yapısını, mevcut koşullar altında yapmaları gerekeni yapmak isteyecekleri şekilde şekillendirme eğiliminde olmalıdır. Böylece, örneğin, cesaret ve inisiyatif savaşçı bir toplum için zorunlu erdemler haline gelirken, sabır ve yardımseverlik tarımsal işbirliğinin baskın olduğu bir toplum için erdemler haline gelir. Modern toplumda sanayi en yüksek erdemlerden biri konumuna yükseltilmiştir çünkü modern sanayi sistemi en önemli üretici güçlerinden biri olarak çalışma dürtüsüne ihtiyaç duymuştur. Belirli bir toplumun işleyişinde üst sıralarda yer alan nitelikler, o toplumun etik sisteminin bir parçası haline gelir. Her toplumun kurallarına uyulmasında ve "erdemlerine" bağlı kalınmasında hayati bir çıkarı vardır çünkü hayatta kalması bu bağlılığa bağlıdır."


Bizim toplumuma içkin olan, yani bizim toplumumuzun özünde var olan yasaklar, emirler, normlar neler? Bu normlar, bu etik sistemi sizce doğru mu? Tamam, bizim kültürümüz bu, bizim kendimize ait normlarımız var ama bunlar doğru şeyler mi? Ben doğru olmadığını düşünüyorum. Son 600 yılımızı bir gözden geçirsek, bizim batımızda olan toplumlar ile bizim toplumumuzu karşılıklı olarak bir incelemeye tabi tutsak ne görürüz. 1500’lü yıllarda bizim toplumumuzun normları, doğruları, yanlışları, etik anlayışı ne idi, batının ne idi? Onlarda bir dönüşüm olmaya başlamıştı değil mi? Reformlar, rönesans, aydınlanma… Bir şeyler değişiyordu orada. Bizler ne yapıyorduk? Kanuni’den sonra gelenler neler yaptılar? Bizim odak noktamız ne idi, batının odak noktası ne idi? Burada amacım biz kötüydük onlar iyi gibi sığ bir şeye kanıtlayacak şeyler söylemek değil. Tarihi olarak ne oldu onu görmek. Yani o toplumlar Bacon, Hobbes, Hume, Rousseau, Newton, Galileo, Shakespeare, DaVinci’yi çıkarırken bizler kimleri çıkardık. Onlarda bizden farklı olan neydi ki o sanatçılar, felsefeciler, bilim insanları orda çıktı? Çok basit bir soru soruyorum. Bizim neyimiz farklı idi ki bizler bilim, sanat, felsefe, düşünce üretemedik? Durum ortada. İster gerçeği görürüz ister bahaneler üretir bizim de İbni Sina’mız, İbni Rüşd’ümüz, İbni Haldun'umuz, Gazali’miz vardı diyerek kendimizi avuturuz.


Bizim toplumumuza içkin olan, bizim özümüzde olan etik sistem, norm doğrularımız, yanlışlarımız bizi geri bırakıyor. Diyebilirsiniz ki biz niye geri olalım, batı neden ileri? Çok basit, çünkü orada insanlar rahatça düşüncelerini aktarabiliyor, orada konserler iptal edilmiyor, orada devleti bir zenginleşme aracı olarak görmüyorlar, orada trafik keşmekeş değil, orada kadınlar öldürülmüyor, orada cinsel saldırılar bu kadar yaygın değil, orada hakimlerin rüşvet yiyeceğine dair bir güvensizlik yok, orada torpille işe girilmiyor, orada densizlik bir tutukluluk sebebi değil, orada mezhebinden dolayı insanlar aşağılanmıyor, orada etnik kimliğinden dolayı kimse dışlanmıyor…. saymakla bitmez. Bu saydıklarımın her birinin bir örneğini batıda da görebiliriz. Orayı mükemmelleştirmek değil amacım. Mesele şu bu saydıklarım yaygın bir norm değil. Eğer bir devlet yöneticisi yolsuzluk yaparsa (ki yapar neticede insan) hemen toplumsal baskı ona geri adım attırıyor, orada da çocuğa ve kadına tecavüz olayları oluyor ama kesinlikle üstü kapatılmaya çalışılmıyor. Yani iğneyi kendimize batırmak zorundayız.


Tamamen iyi yada kötü toplum yok. Bizim de iyi olan yanlarımız var ama acı gerçeği kabul etmek zorundayız. Biz de yanlış olan bir şeyler var. Türklük Sözleşmesi kitabını incelerken de benzer şeyler düşünmüştüm. Toplumsal olarak yanlış bir şeylerin içindeyiz. Sağlıklı bir yapımız yok. Bir çok birbirinden farklı grubun karışımıyız. Ortak bir hedefimiz yok. Bu yüzden de dikiş tutmuyoruz ve yakın zamanda da tutacak gibi durmuyoruz. Bir yanda aydınlanmacılar, laikler, batılılaşma taraftarları; bir tarafta dindarlar, muhafazakarlar, bilimden uzak yaşayanlar; bir tarafta milliyetçiliği ön plana çıkaran, kendisini diğer ülke insanlarından üstün görenler; bir tarafta ülkenin asli unsuru olarak görülmeyen, yıllarca asimile edilmeye çalışılan, seslerini duyuramadıkları için terörü çözüm olarak görenler… Daha mikro ve mezo düzeyde onlarca başka grup. Bu ülkenin insanlarının Fromm’un kastettiği gibi “Belirli bir toplumun işleyişinde üst sıralarda yer alan nitelikler, o toplumun etik sisteminin bir parçası haline gelir. Her toplumun kurallarına uyulmasında ve "erdemlerine" bağlı kalınmasında hayati bir çıkarı vardır çünkü hayatta kalması bu bağlılığa bağlıdır.” bu tespitler bizim için geçerli mi? Bir tarafta batıya yaklaşmak isteyen, bir tarafta Araplara yaklaşmak isteyen, bir tarafta Türki Cumhuriyetlere yaklaşmak isteyen, bir tarafta özerk bir devlet kurmak isteyen, bir tarafta şeriatla yönetilmek isteyen… bizim üst sıralarda yer alan niteliğimiz ne? Bizim erdemlerimiz diyeceğimiz şey tüm toplum tarafından kabul edilen şeyler mi? Güya bağımsız bir ülkeyiz ama son yıllarda net bir şekilde göründüğü şekilde 80 milyon insan kimler için yaşıyoruz. “Nefret ettiğimiz” batılıların en düşük maaşlısı bile bizim profesörlerimizden fazla kazanıyor. Onların mühendisi ile bizimkini, onların hekimi ile bizimkini, onların öğretmeni ile bizimkini kıyaslayamıyorum bile. Güya bağımsız bir devletiz değil mi? Resmen sadece hayatta kalabilmek için yaşıyoruz. Hayatta kalabilmek için ne ödünler verdiğimizin bile farkında değiliz.


Page 242-243: “The function of the ethical system in any given society is to sustain the life of that particular society. But such socially immanent ethics is also in the interest of the individual; since the society is structured in a certain way, which he as an individual cannot change, his individual self-interest is bomtd up with the society's. At the same time the society, however, may be organized in such a way that the norms necessary for its survival conflict with the universal norms necessary for the fullest development of its members. This is especially true in societies in which privileged groups dominate or exploit the rest of the members. The interests of the privileged group conflict with those of the majority, but inasmuch as the society functions on the basis of such a class structure, the norms imposed upon all by the members of the privileged group are necessary for the survival of everybody as long as the structure of the society is not fundamentally changed.


The ideologies prevalent in such a culture will tend to deny that there is any contradiction. They will claim, in the first place, that the ethical norms of that society are of equal value to all its members and will tend to emphasize that those norms which tend to uphold the existing social structure are universal norms resulting from the necessities of human existence. The prohibition against theft, for instance, is often made to appear as springing from the same ''human" necessity as does the prohibition against murder. Thus norms which are necessary only in the interest of the survival of a special kind of society are given the dignity of universal norms inherent in human existence and therefore universally applicable. As long as a certain type of social organization is historically indispensable, the individual has no choice but to accept the ethical norms as binding. But when a society retains a structure which operates against the interests of a majority, while the basis for a change is present, the awareness of the socially conditioned character of its norms will become an important element in furthering tendencies to change the social order. Such attempts are usually called· unethical by the representatives of the old order. One calls those who want happiness for themselves "selfish" and those who want to retain their privileges, "responsible!' Submission, on the other hand, is glorified as the virtue of "unselfishness" and "devotion."


Sayfa 253-254: “Herhangi bir toplumdaki etik sistemin işlevi, söz konusu toplumun yaşamını sürdürmektir. Ancak bu tür toplumsal olarak içkin etik aynı zamanda bireyin de çıkarınadır; toplum bir birey olarak kendisinin değiştiremeyeceği belirli bir şekilde yapılandırıldığından, bireysel çıkarı toplumunkiyle iç içe geçmiştir. Ancak aynı zamanda toplum, hayatta kalması için gerekli normların, üyelerinin tam anlamıyla gelişmesi için gerekli evrensel normlarla çatışacağı şekilde örgütlenmiş olabilir. Bu durum özellikle ayrıcalıklı grupların diğer üyelere hükmettiği ya da onları sömürdüğü toplumlar için geçerlidir. Ayrıcalıklı grubun çıkarları çoğunluğunkilerle çatışır, ancak toplum böyle bir sınıf yapısı temelinde işlediği sürece, ayrıcalıklı grubun üyeleri tarafından herkese dayatılan normlar, toplumun yapısı temelden değişmediği sürece herkesin hayatta kalması için gereklidir.


Böyle bir kültürde yaygın olan ideolojiler herhangi bir çelişki olduğunu inkar etme eğiliminde olacaktır. Öncelikle, bu toplumun etik normlarının tüm üyeleri için eşit değerde olduğunu iddia edecekler ve mevcut toplumsal yapıyı koruma eğiliminde olan normların insan varoluşunun gerekliliklerinden kaynaklanan evrensel normlar olduğunu vurgulama eğiliminde olacaklardır. Örneğin hırsızlığa karşı yasak, cinayete karşı yasakla aynı "insani" gereklilikten kaynaklanıyormuş gibi gösterilir. Böylece sadece özel bir toplum türünün hayatta kalması için gerekli olan normlara, insan varlığına içkin ve dolayısıyla evrensel olarak uygulanabilir evrensel normlar haysiyeti verilir. Belirli bir toplumsal örgütlenme türü tarihsel olarak vazgeçilmez olduğu sürece, bireyin etik normları bağlayıcı olarak kabul etmekten başka seçeneği yoktur. Ancak bir toplum, çoğunluğun çıkarlarına aykırı işleyen bir yapıyı muhafaza ettiğinde, değişim için temel mevcutken, normlarının sosyal olarak koşullandırılmış karakterinin farkındalığı, sosyal düzeni değiştirme eğilimlerini ilerletmede önemli bir unsur haline gelecektir. Bu tür girişimler genellikle eski düzenin temsilcileri tarafından etik dışı olarak adlandırılır. Kendileri için mutluluk isteyenlere "bencil", ayrıcalıklarını korumak isteyenlere ise "sorumlu!" denir. Teslimiyet ise "kendini düşünmeme" ve "bağlılık" erdemi olarak yüceltilir."


Son cümleden başlarsak, tek vatan, tek bayrak, tek millet diye diye, vatan elden gidiyor, beka sorunu, ezanlar susmayacak diye diye milleti soyup soğana çevirebiliyorlar. Birileri kendi çıkarını devam ettirebilmek için halkın “erdem”lerini kötüye kullanabiliyorlar. İşte son bir kaç paragrafta özetlenen bu. Başka koşullar altında çok sağlıklı gözükebilecek bu “erdem”ler tam tersi etki yaratıp, kandırılmanın aracı haline getiriliyor.


Batı ile bizim aramızdaki fark orada insanların manipüle edilemeyecek şekilde kendilerini yönlendirmiş olmaları. Bu “erdem”ler o kadar kolay benimsenebilir şeyler ki batı da bile kriz dönemlerinde politikacıların üstünde tepindiği kavramlar haline geliyor. Orada bile, milliyetçilik, din çok kolay manipülasyon aracı haline dönüşebiliyor.


İnsan olmanın asıl değerleri öyle kolay unutturulabiliyor ki. İnsanlar sorgulamadan kabul etmeye bir kere alışmayagörsün koyun sürüsünden bir farkı kalmaz hale geliyor.


Page 243-244: “While the conflict between socially immanent and universal ethics has decreased in the process of human evolution, there remains a conflict between the two types of ethics as long as humanity has not succeeded in building a society in which the interest of "society" has become identical with that of all its members. As long as this point has not been reached in human evolution, the historically conditioned social necessities clash with the universal existential necessities of the individual. If the individual lived five hundred or one thousand years. this clash might not exist or at least might be considerably reduced. He then might live and harvest with joy what he sowed in sorrow; the suffering of one historical period which will bear fruit in the next one could bear fruit for him too. But man lives sixty or seventy years and he may never live to see the harvest. Yet he is born as a unique being, having in himself all the potentialities which it is the task of mankind to realize. It is the obligation of the student of the science of man not to seek for "harmonious" solutions, glossing over this contradiction, but to see it sharply. It is the task of the ethical thinker to sustain and strengthen the voice of human conscience, to recognize what is good or what is bad for man, regardless of whether it is good or bad for society at a special period of its evolution. He may be the one who "crieth in the wilderness," but only if this voice remains alive and uncompromising will the wilderness change into fertile land. The contradiction between immanent social ethics and universal ethics will be reduced and tend to disappear to the same extent to which society becomes truly human, that is, takes care of the full human development of all its members."


Sayfa 254:Toplumsal olarak içkin etik ile evrensel etik arasındaki çatışma insan evrimi sürecinde azalmış olsa da, insanlık "toplumun" çıkarının tüm üyelerinin çıkarıyla özdeşleştiği bir toplum inşa etmeyi başaramadığı sürece iki etik türü arasındaki çatışma devam etmektedir. İnsan evriminde bu noktaya ulaşılmadığı sürece, tarihsel olarak koşullanmış toplumsal gereklilikler bireyin evrensel varoluşsal gereklilikleriyle çatışır. Eğer birey beş yüz ya da bin yıl yaşasaydı, bu çatışma olmayabilir ya da en azından önemli ölçüde azalabilirdi. O zaman yaşayabilir ve kederle ektiğini sevinçle biçebilirdi; bir sonraki dönemde meyve verecek olan bir tarihsel dönemin acıları onun için de meyve verebilirdi. Ancak insan altmış ya da yetmiş yıl yaşar ve hasadı görecek kadar yaşayamayabilir. Yine de eşsiz bir varlık olarak doğar ve insanlığın gerçekleştirme görevi olan tüm potansiyelleri kendinde barındırır. İnsan bilimi öğrencisinin yükümlülüğü, bu çelişkiyi görmezden gelerek "uyumlu" çözümler aramak değil, onu keskin bir şekilde görmektir. Etik düşünürünün görevi, evriminin özel bir döneminde toplum için iyi ya da kötü olup olmadığına bakmaksızın, insan vicdanının sesini sürdürmek ve güçlendirmek, insan için neyin iyi neyin kötü olduğunun farkına varmaktır. O, "çölde feryat eden" kişi olabilir, ancak yalnızca bu ses canlı ve tavizsiz kalırsa çöl verimli topraklara dönüşecektir. İçkin toplumsal etik ile evrensel etik arasındaki çelişki, toplum gerçekten insani olduğu, yani tüm üyelerinin tam insani gelişimiyle ilgilendiği ölçüde azalacak ve ortadan kalkma eğilimi gösterecektir."


Coğrafya kaderdir diyor yani. Evrensel etik, yani hemen hemen herkes tarafından doğru olarak kabul edilen normlar ile içinde yaşadığımız, doğumla birlikte tesadüfen içine düştüğümüz toplumun uyumu mümkün mü? Hasbelkader Türkiye'de dünyaya gelmişiz, İsveç'te de gelebilirdik, İran'da da, Somali'de Yeni Zelanda da… Yani ne tür bir hayat yaşıyor olduğumuz çok tesadüfi. Feryat etmekle yetinmeden çabalamaya devam. Sadece bağırıp, çağırıp, şikayet ederek hiç bir şey daha iyiye gitmiyor.


Böylece 4. Bölüm de bitmiş oldu. Kitabın son bölümü yani “Günümüzün Ahlaki Sorunu” ile biteceğiz. Sadece 5 sayfalık bir bölüm ama hemen hemen her satırını çizdiğim bir bölüm. Bir yandan kitabı bitirdiğim için seviniyorum ama bir yandan da günlük rutinimin bir parçası olmuştu çok alışmıştım bu şekilde yazıp çizmeye. Bir boşluğa düşecekmişim gibi hissediyorum. Neyse ki bir sonraki kitabı seçtim. O kitaptan da çok şey öğrenmiştim. Okuyalı çok uzun zaman oldu ama o kitabın da kendimce tarihe not düşmek açısından kaydını tutmak istiyorum.


Şimdilik bu kadar.


Tek vatan, tek bayrak, tek millet diye diye, vatan elden gidiyor, beka sorunu, ezanlar susmayacak diye diye milleti soyup soğana çevirebiliyorlar.
Tek vatan, tek bayrak, tek millet diye diye, vatan elden gidiyor, beka sorunu, ezanlar susmayacak diye diye milleti soyup soğana çevirebiliyorlar.

Comments


bottom of page