top of page

İnsan, Ne Kadar Akıllı? Toplumların Sağlıksız Uyumu ve İrrasyonel Davranışlar

Okunduğu Gibi

Güncelleme tarihi: 3 Oca

Yedinci Yazı

Adaptasyon Optimal mi, Katlanılabilir mi?

Maladaptasyon adlı 3. bölümün ikinci alt başlığındayız. İlki Tazmanyalılar adını taşıyordu. Tazmanyalıları kullanarak bir topluma ne tür sağlıksız uyumluluklar yaşanabileceğini göstermişti Edgerton. 

Maladaptasyon - Adaptasyon Optimal mi, Katlanılabilir mi? başlığında geçen önemli İfadeler:

Adaptasyon (Adaptation): Adaptasyon, bir toplumun veya bireyin çevresel ve sosyal koşullara uyum sağlama süreci olarak tanımlanır. Bu süreç, kaynakları etkili bir şekilde kullanma, sosyal düzeni sürdürme ve hayatta kalma becerilerini içerir. Adaptasyon, toplumların inançları, uygulamaları ve teknolojileri aracılığıyla gerçekleşir. Adaptasyon her zaman optimal olmayabilir ve bazen topluluklar, hayatta kalma mücadelesinde yeterince iyi adapte olmamış olabilirler. İnsanlar, çevreleriyle başa çıkma ihtiyaçlarına uyum sağlayabildiklerinde başarılı bir adaptasyon geliştirilebilir. Ancak, adaptasyonun göreli başarısını değerlendirmek için dikkatli bir inceleme gereklidir.

Maladaptasyon (Maladaptation): Maladaptasyon, bir toplumun veya bireyin çevresine uyum sağlama yeteneğinin yetersiz veya zararlı olduğu durumları ifade eder. Bu, inançların veya uygulamaların toplumun sağlığını, mutluluğunu veya hayatta kalmasını olumsuz etkilemesi anlamına gelir. Maladaptif inançlar veya uygulamalar, bir kişinin fiziksel veya zihinsel sağlığını tehlikeye atabilir. Örneğin, bazı geleneksel uygulamalar (kadın sünneti, insan kurban etme, yetersiz beslenme alışkanlıkları) toplumun refahına zarar verebilir. Maladaptasyon, toplumların yok olmasına kadar gidebilecek ciddi sonuçlar doğurabilir. Maladaptasyon, gerçekleşebileceği birden fazla düzeye sahip olduğu için tanımlanması zor bir kavramdır. İnsanların yaşam koşullarından veya kültürlerinden duydukları memnuniyetsizlik de bir maladaptasyon biçimidir.

Grup Arkosisi (Group Archosis): Grup arkosisi, eski ve yaygın olmasına rağmen yanlış ya da zararlı olan inançları tanımlayan bir kavramdır. Bu tür inançlar, toplum içinde uzun süre devam edebilir ve insanlar bu inançlara sıkı sıkıya bağlı kalabilirler. Örneğin, başkalarının beyinlerini yemenin yaşam enerjisini artıracağı inancı, grup arkosisi örneğidir. Bu tür yanlış inanışlar, toplumların maladaptif davranışlar sergilemesine neden olabilir. İnsanların rasyonel olmayan veya verimsiz uygulamalara uzun süre devam edebileceğini gösterir.

Etnosantrizm (Ethnocentrism): Etnosantrizm, bir bireyin veya toplumun kendi kültürünü diğer kültürlerden üstün görme eğilimidir. Etnosantrik bakış açısı, diğer kültürlerin inançlarını, uygulamalarını ve değerlerini kendi kültürel normlarına göre değerlendirme ve yargılama anlamına gelir. Bu yaklaşım, diğer kültürleri anlamayı zorlaştırabilir ve hatta bazı durumlarda ayrımcılığa yol açabilir. Etnosentrik değerlendirmeler, kültürel göreceliliğin tam tersidir ve farklı kültürleri anlamak yerine onları kendi değer yargılarımıza göre değerlendirme hatasına düşmemize neden olabilir. Örneğin, 19. yüzyıl antropologlarının bazı toplumları "ilkel" olarak nitelendirmesi etnosentrik bir yaklaşımdı.

Katlanılır (Tolerable): Katlanılır, bir inanç veya uygulamanın, toplum tarafından sürdürülebilir olduğu, ancak mutlaka adaptif veya faydalı olmadığı anlamına gelir. Bir toplumun bir uygulamayı sürdürmesi, o uygulamanın mutlaka uyumlu olduğu anlamına gelmez; sadece "tolere edilebilir" olduğu anlamına gelir. Bu durum, bazı uygulamaların çok uzun süre boyunca var olmasına rağmen bireysel veya toplumsal ihtiyaçlara kötü bir şekilde hizmet ettiğini vurgular. Örneğin, bazı geleneksel uygulamaların, toplum için zararlı olmasına rağmen sadece alışkanlık veya gelenek nedeniyle devam ettirilmesi katlanılabilir bir duruma örnektir.

Sapulimansi (Scapulimancy): Sapulimansi, hayvanların kürek kemiklerini kullanarak geleceği tahmin etme veya kehanette bulunma uygulamasıdır. Genellikle kemiklerin üzerindeki çatlakları ve desenleri yorumlayarak geleceğe dair bilgi edinilmeye çalışılır. Bu uygulama, birçok geleneksel toplumda görülür ve genellikle avlanma, savaş veya diğer önemli olaylarla ilgili kararlar almak için kullanılır. Sapulimansi, kehanetin bir biçimidir ve bazen adaptif bir rol oynayabilir, özellikle belirli bir zamanda faydalı olabilir, ancak daha etkili teknolojilerin gelişmesiyle önemini kaybedebilir. Ancak bu tür kehanet yöntemlerinin yanlış ve zararlı olabileceğini gösteren örnekler de mevcuttur.

İlkel Savaş (Primitive Warfare): İlkel savaş, küçük ölçekli veya geleneksel topluluklar arasında meydana gelen çatışmaları ifade eder. Bu savaşlar genellikle kaynak kıtlığı, intikam, onur, toprak anlaşmazlıkları veya kültürel farklılıklar gibi nedenlerle ortaya çıkar. İlkel savaşlar, bazen şiddetli ve yıkıcı olabilirken, bazen de ritüelistik veya sembolik bir nitelik taşıyabilir. Bazı antropologlar, bu savaşların adaptif bir işlevi olduğunu savunurken, diğerleri bunların toplumlar için zararlı olduğunu belirtir. Metne göre, ilkel savaşlar, insanlık tarihinin erken dönemlerinden beri var olan bir olgudur. Toplumlar arası ilişkilerde düşmanlık, gözdağı, aldatma ve saldırganlık gibi davranışlar sıkça görülebilir. Bu tür çatışmalar, bazen sosyal yapının ve liderlik rollerinin pekişmesine yardımcı olsa da, genellikle toplumların refahını olumsuz etkileyebilir. İlkel savaşların adaptif değeri tartışmalıdır ve her zaman toplumların hayatta kalmasına katkı sağlamayabilir.

Kehanet (Divination): Kehanet, doğaüstü veya mistik yollarla geleceği tahmin etme veya bilinmeyen durumları çözme yöntemidir. Farklı toplumlarda, hastalıkların nedenini bulmak, savaş zamanlamasını belirlemek, avlanma veya tarım için en uygun zamanı seçmek gibi amaçlarla çeşitli falcılık uygulamaları yapılmıştır. Kehanet yöntemleri arasında kemiklerin (sapulimansi), rüyaların, falların, kehanetlerin ve diğer doğaüstü olayların yorumlanması yer alır. Kehanet, bazen belirli bir zamanda faydalı olabilse de, daha etkili teknolojilerin gelişmesiyle önemini kaybetmiştir. Kehanet yöntemleri, toplumların önemli kararlar almasına yardımcı olabilir, ancak bu yöntemlerin her zaman doğru ve etkili olmadığı unutulmamalıdır. İnsanlar rasyonel kararlar almaya çalıştıklarında bile, genellikle başarısız olurlar ve bu nedenle kehanet gibi doğaüstü olaylara başvururlar.

Evrensel Uyum (Universal Adaptation): İnsanların çevresel, biyolojik ve kültürel koşullara uyum sağlama kapasitesini ifade eder. Bu kavram, insanın hayatta kalma ve gelişme stratejilerini anlamada kritik öneme sahiptir. Biyolojik uyum, örneğin, yüksek irtifada oksijen taşıma kapasitesinin artması gibi fizyolojik değişikliklerdir. Kültürel uyum, teknolojilerin ve yaşam biçimlerinin çevreye göre şekillenmesini içerir; soğuk iklimlerde yalıtımlı barınaklar gibi. Davranışsal uyum, bireylerin çevreye uygun davranış geliştirmesini kapsar. Ayrıca, dil, sanat, inanç gibi kültürel evrensellikler, insanlığın her toplumda uyum mekanizmalarının ortak yanlarını gösterir. Evrensel uyum, insanın karmaşık çevresel zorluklara adaptasyon gücünü anlamaya yardımcı olur. Metin, insan adaptasyonunun her zaman evrensel veya ideal olmadığını vurgulamaktadır. Her toplumun kendine özgü uyum stratejileri geliştirdiği ve bu stratejilerin her zaman optimal olmadığı belirtilmiştir. Evrensel bir uyarlama yerine, her toplumun çevresi ve koşullarıyla başa çıkmak için farklı yollar izlediği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, insan adaptasyonu, çeşitlilik ve esneklik gösterir. Toplumlar, hem başarılı hem de başarısız adaptasyon örnekleri sergiler.

Biyolojik Eğilimler (Biological Dispositions): Biyolojik eğilimler, insanların genetik olarak sahip olduğu davranışsal ve fiziksel yatkınlıkları ifade eder. Bu eğilimler, evrimsel süreçte şekillenmiş ve insanların hayatta kalmasına yardımcı olmuştur. Örneğin, yağ, tuz ve şeker gibi maddelere olan aşerme, Pleistosen döneminde faydalı olmuştur, ancak günümüzde sağlıksız hale gelebilir. Biyolojik eğilimler, insanların davranışlarını etkilerken, kültürel ve sosyal faktörlerle de etkileşim halindedir. Bu etkileşim, bazı durumlarda maladaptif sonuçlar doğurabilir. İnsanların psikobiyolojik mirası, onları zor ve bencil kılabilir, bu nedenle toplumların sosyal ve kültürel mekanizmalarla bu eğilimleri kontrol etmeleri gerekir. Biyolojik eğilimler, insan davranışlarının anlaşılmasında önemli bir rol oynar.

Yan Etkiler (Side Effects): Yan etkiler, bir uygulamanın veya inancın amaçlanan sonuçlarının yanı sıra ortaya çıkan istenmeyen veya beklenmedik sonuçlarıdır. Örneğin, bazı kültürel uygulamaların (savaş, dini ritüeller gibi) toplum içinde olumlu sonuçları olabileceği gibi, aynı zamanda olumsuz yan etkileri de olabilir. Büyücülük inançları, talihsizliği açıklamak, düşmanlıkları yansıtmak ve sosyal kontrol sağlamak için sosyal olarak yararlı araçlar olabilirken, aynı zamanda korku ve öldürme iklimi de yaratabilirler. Benzer şekilde, bazı geleneksel tedavi yöntemlerinin faydalı olduğu düşünülse de, bazıları ise zehirlenmeye yol açarak ciddi sağlık sorunlarına neden olabilir. Yan etkiler, uygulamaların veya inançların tam olarak anlaşılması için dikkatle incelenmelidir

Sayfa 52:

“Some years ago, primatologist Hans Kummer criticized what he saw as a tendency on the part of behavioral scientists to interpret every existing social practice as adaptive because, as he put it, "all we can say with certainty is that it must be tolerable, since it did not lead to extinction. "21 Because few populations die out, everything a population does or believes must, by this definition, be considered adaptive.”

“Birkaç yıl önce, primatolog Hans Kummer, davranış bilimcilerin mevcut her sosyal uygulamayı uyarlanabilir olarak yorumlama eğilimini eleştirmiştir çünkü kendi ifadesiyle, “kesin olarak söyleyebileceğimiz tek şey, yok olmaya yol açmadığı için katlanılır olduğudur.”21 Çok az sayıda popülasyon yok olduğu için, bir popülasyonun yaptığı ya da inandığı her şey bu tanıma göre uyarlanabilir olarak kabul edilmelidir.”

Sosyobiyolojik açıdan bakıldığında, bir kültürel pratik veya inancın bir toplumu uzun süre boyunca ayakta tuttuğu sürece “adaptif” olduğu düşünülüyor. Ancak, Edgerton bu bakış açısının sorunlu yanlarını ele alıyor ve birçok pratiğin gerçekten "adaptif" olup olmadığını sorguluyor. Hans Kummer, Weston LaBarre ve Dan Sperber’in görüşlerini öğreniyoruz. Katlanılabilirlik, grup arkosis ve yan etkiler gibi kavramsallaştırmalarla bu konu irdelenmiş. Edgerton, bir inanç veya pratiğin uzun süre yaşaması, onun faydalı veya gerekli olduğunu kanıtlamaz diyor. Çoğu zaman, bu tür pratikler rastlantısal, tarihsel bir yanılgıya dayanabilir ya da basitçe toplumda kalıcı hale gelmiş bir yanlış bilgi olabilir.

Edgerton bir kaç paragraf boyunca “kehanet” konusunu ele almış. Edgerton, kehanet gibi eski pratiklerin bazen adaptif olduklarına dair yorumlar yapılsa da, aslında bu tür teorilerin çoğu zaman dayanaksız olduğunu gösteriyor. Edgerton, kehanetin tarih boyunca yaygın bir uygulama olduğunu ve hastalıkların nedenini anlamak, avlanacak yerleri belirlemek, savaşa ne zaman gidileceğine karar vermek gibi birçok önemli konuda toplumlara "güvence" sağladığını ifade ediyor.

Ren geyiğinin kürek kemiği ile yapılan kehanet işlerinin adaptif olduğuna dair teoriler var.Bu tür uygulamalara adaptif işlevler atfedilmesi, çoğunlukla hatalı yorumlardan kaynaklandığını bildiriyor. Edgerton bu noktada, bir inanç veya pratiğin varlığını uzun süre sürdürüyor olmasının onun gerçekten faydalı veya işlevsel olduğunu kanıtlamadığını vurguluyor.

Edgerton, bazı temel insan inanç ve davranışlarının, ilkel savaş, etnosentrizm, düşmanlık ve ritüel uygulamalar gibi, uzun süre varlığını sürdürmüş olmasına rağmen gerçekten faydalı olup olmadıklarını sorguluyor. Edgerton, bu inanç ve davranışların adaptif olup olmadığına dair şüpheler öne sürerek, insan davranışlarının çoğu zaman irrasyonel ve verimsiz olduğunu savunuyor.

Sayfa 55:

“As British anthropologist Roy Ellen has suggested, another reason why early human beliefs and practices were not highly adaptive is that humans are not consistently rational. He wrote, "Cultural adaptations are seldom the best of all possible solutions and never entirely rational. "34 Although Ellen did not use this example, we might note that one reason for this is that people tend to make faulty causal inferences.”

“İngiliz antropolog Roy Ellen'ın öne sürdüğü gibi, erken dönem insan inanç ve uygulamalarının yüksek düzeyde uyarlanabilir olmamasının bir başka nedeni de insanların sürekli olarak rasyonel olmamalarıdır. Ellen şöyle yazmıştır: “Kültürel uyarlamalar nadiren mümkün olan tüm çözümlerin en iyisidir ve asla tamamen rasyonel değildir.34 Ellen bu örneği kullanmamış olsa da, bunun bir nedeninin insanların hatalı nedensel çıkarımlar yapma eğiliminde olmaları olduğunu belirtebiliriz.”

Edgerton, İnsanların uzun süre boyunca uyguladığı bazı inanç ve pratiklerin adaptif bir değere sahip olmadığı vurgulamış. Bu inanç ve uygulamların  daha çok irrasyonel veya verimsiz olduğunu söylüyor. Edgerton, bu tür irrasyonel davranışların kökeninde insan zihninin temel özelliklerinin, yani korku, güvensizlik ve yanlış çıkarım yapma eğilimlerinin yattığını belirterek, daha rasyonel ve işlevsel çözümler geliştirilmesi gerektiğine dikkat çekiyor.

Edgerton, insanların ve toplumların her zaman rasyonel veya çevresine uyum sağlayıcı (adaptif) davranmadıklarını ve bazı inanç ve pratiklerin sadece katlanma sınırları içinde kaldıkları için devam ettiğini anlatıyor. Yazar, Papua Yeni Gine’deki Bena Bena toplumundan örnekler vererek, bazı inanç ve davranışların açıkça mantıksız veya zararlı olabileceğini öne sürüyor.

Bena Bena halkı, protein eksikliği çekmelerine rağmen, tavuk ve yumurta gibi protein kaynaklarını tüketmiyor çünkü tavukların dışkı yediğine inanıyorlar. Ancak ilginç bir şekilde, yine dışkı yiyen domuzlar onların en sevdiği yiyecek kaynaklarından biri.

Sayfa 56:

“It must be noted, of course, that the Bena Bena are not uniquely nonrational. As Melford Spiro among others has pointed out, other populations, including our own, cling to beliefs and practices that are equally nonrational. 36 ”

“Elbette, Bena Bena'ların tek başına akılcı olmadıklarını belirtmek gerekir. Diğerlerinin yanı sıra Melford Spiro'nun da işaret ettiği gibi, bizimkiler de dahil olmak üzere diğer toplumlar da aynı derecede rasyonel olmayan inanç ve uygulamalara bağlı kalmaktadır.36

Herhangi bir hayali varlığın varlığına inanan herkes rasyonel olmayan şeylere inanıyor demektir. Bunun anlamı ne farkında mısınız. Dünyada herhangi bir dine inanan oranı nedir? Neredeyse şu an dünya üzerinde yaşayan insanların %90’ı (belki de daha fazlası) bir dine inandığını söylüyor. İnsanlık tarihi boyunca tüm yaşamış olan insanları dikkate alırsak sanırım herhangi bir dine inanmamış olan insanın oranı milyarda birden bile küçük olacaktır. Samimi bir şekilde itiraf edelim insan hiç de rasyonel bir canlı değildir. 

Edgerton ısrarla insanlığın irrasyonelliği üstünde durmuş. Erkeklerin kadınlar için birbirini öldürmesi, saçma sapan nedenler çıkan kan davaları gibi bir çok irrasyonel örnek veriyor. İşin ilginç yanı tüm bunlara rağmen soyumuzu tüketmeden yaşamayı başarmışız. Bunda bizim diğer canlılardan üstün olmamız mı etkili yada sahip olduğumuz zeka irrasyonel de olsa bize çok büyük bir avantaj mı sağlıyor tartışmak gerek. Şu soru bence yanıtlanmalı insanlık bu kadar irrasyonelliğe rağmen nasıl bugüne gelebildi.

Bu alt başlık çok kısa kaldığı için diğer altbaşlığa da geçiyorum.

Sağlıksız Uyumun (Maladaptasyonun) Kalıcılığı

Bir önceki alt başlıkta bazı zararlı inançların ve uygulamaların uzun süre var olabileceğini, irrasyonel kararların kötü sonuçlara yol açabileceğini gördük. Asıl kritik nokta ise birçok insan davranışının adaptif olmadığını, bazen adaptif olmamasına rağmen sadece alışkanlık veya gelenekler nedeniyle sürdüğünü gösterdi.  Edgerton, insanların bir çok zararlı inanç ve uygulamaya katlanmak zorunda kaldıklarını anlattı.

Bu alt başlıkta ise sağlıksız uyumlu (maladaptif) uygulamalarının neden uzun süre devam ettiğini ve değişime neden direnç gösterdiğini inceliyor. Dış faktörler olmadığında yenilik yapma veya uyum sağlama gereği hissedilmediğini belirtiyor. İnsanların evrimsel olarak muhafazakâr bir yapıya sahip olduğunu öne sürüyor. Dikkat çekici bir tespit şu, insanlara neyi neden yaptıkları sorulduğunda , "atalarımız böyle yapmış" gibi gerekçelerle sürdüğünü aktarıyor. Doğaüstü inançları nedeniyle bazı halkların mantıksız kararlar alması, insanların her zaman rasyonel olmadığını gösteriyor. 

Sağlıksız Uyumun (Maladaptasyonun) Kalıcılığı başlığında geçen önemli İfadeler:


Katı Seçici Güçler (Rigorous Selective Forces): Katı seçici güçler, toplumları değişime zorlayan ve uyum sağlayamayanları ortadan kaldıran güçlü çevresel veya sosyal baskıları ifade eder. Bu güçler, doğal afetler, salgın hastalıklar, savaşlar veya kaynak kıtlığı gibi olaylar olabilir. Katı seçici güçler, toplumların hayatta kalabilmek için inançlarını, uygulamalarını ve sosyal yapılarını değiştirmelerini gerektirebilir. Bu tür güçler, toplumları daha iyi adapte olmaya veya yok olmaya zorlayabilir. Rekabetin yüksek olduğu durumlarda katı seçici güçler, toplumların daha etkili stratejiler geliştirmesine neden olurken, zayıf adaptasyonları olan toplumlar ise yok olabilirler. Katı seçici güçler, toplumların uzun vadeli varlığı üzerinde büyük bir etkiye sahip olabilir.

Seçici Baskı (Selective Pressure): Seçici baskı, belirli özelliklere sahip bireylerin veya grupların, çevrelerindeki koşullar nedeniyle daha avantajlı hale gelmesini ifade eder. Bu baskı, evrimsel süreçte belirli genlerin veya davranışların daha sık görülmesine yol açabilir. Seçici baskılar, doğal çevreden, sosyal etkileşimlerden veya kültürel uygulamalardan kaynaklanabilir. Örneğin, kaynak kıtlığı, toplumları daha etkili avlanma teknikleri geliştirmeye zorlayabilir. Seçici baskılar, toplumların adaptasyon süreçlerini yönlendirir ve bu süreçte bazı inanç ve uygulamalar güçlenirken, diğerleri ortadan kalkabilir. Ancak, seçici baskı her zaman optimal adaptasyona yol açmayabilir.

Küçük Geleneksel Toplumlar (Small Traditional Societies): Küçük geleneksel toplumlar, genellikle az nüfuslu, basit teknolojiye sahip ve modernleşmemiş topluluklardır. Bu toplumlarda, gelenekler, ritüeller ve inançlar sosyal düzeni sağlamada önemli bir rol oynar. Küçük geleneksel toplumlar genellikle kırsal alanlarda yaşar ve tarım, avcılık veya toplayıcılık gibi temel ekonomik faaliyetlerle geçinirler. Bu topluluklar, kendi içlerinde genellikle homojen bir yapıya sahip olsalar da, sınıf farklılıkları veya sosyal eşitsizlikler görülebilir. Küçük geleneksel toplumlar, kültürel değişimlere karşı dirençli olabilir ve uzun süre boyunca aynı inanç ve uygulamaları sürdürebilirler. Ancak, modernleşme, salgın hastalıklar veya çevresel değişiklikler gibi dış faktörler, bu toplumların varlığını tehdit edebilir. Metne göre, bu toplumların her zaman "uyumlu" olmadıkları ve çeşitli maladaptif davranışlar sergileyebilecekleri görülmüştür..

İnovasyon Direnci (Resistance to Innovation): İnovasyon direnci, yeni fikirlerin, teknolojilerin veya uygulamaların kabul edilmesine karşı gösterilen tepki veya isteksizliktir. Bu direnç, geleneklere bağlılık, belirsizlik korkusu, risk alma isteksizliği veya çıkar çatışmaları gibi nedenlerden kaynaklanabilir. İnovasyon direnci, toplumların değişen koşullara uyum sağlamasını zorlaştırabilir ve bazen maladaptif uygulamaların devam etmesine neden olabilir. Özellikle küçük geleneksel toplumlarda, atalardan kalma geleneklere olan bağlılık inovasyonun önünde bir engel teşkil edebilir. İnsanlar, alışılmış düzeni sorgulamaktan veya yeni yöntemler denemekten kaçınabilirler, bu da toplumsal gelişmeyi yavaşlatabilir. Ancak, bazen katı seçici güçler inovasyonu zorunlu kılabilir.

Biyolojik Muhafazakarlık (Biological Conservatism): Biyolojik muhafazakarlık, insanların evrimsel olarak muhafazakâr ve uyumlu olmaya eğilimli oldukları fikrini ifade eder. Bu muhafazakarlık, geleneksel uygulamaları ve liderleri takip etme eğilimi, yeni durumlara uyum sağlama konusunda isteksizlik ve riskten kaçınma davranışı olarak kendini gösterir. Biyolojik muhafazakarlık, insanların alışkanlıklarına bağlı kalmalarına ve yeniliklere direnç göstermelerine neden olabilir. Bu durum, bazen maladaptif uygulamaların uzun süre devam etmesine yol açabilir. Bu eğilim, genetik yatkınlıklar ve evrimsel süreçlerle açıklanabilir. İnsanların değişen koşullara uyum sağlama yeteneği olmasına rağmen, biyolojik muhafazakarlık adaptasyon süreçlerini yavaşlatabilir

Toplumsal Konformizm (Social Conformism): Toplumsal konformizm, bireylerin, içinde bulundukları toplumun normlarına, değerlerine ve beklentilerine uyma eğilimidir. Bu eğilim, sosyal uyumu sağlamak ve grup içinde kabul görmek amacıyla ortaya çıkar. Toplumsal konformizm, insanların davranışlarını, inançlarını ve hatta düşüncelerini etkileyebilir. Bireyler, toplumun genel kabul gördüğü davranışları benimserken, aykırı davranışlardan kaçınırlar. Konformizm, toplumların istikrarını korumaya yardımcı olabilir, ancak bazen bireysel özgürlükleri kısıtlayabilir ve maladaptif uygulamaların devam etmesine neden olabilir1. Kaynaklarda, insanların "atalarımız böyle yapmış" veya "biz hep böyle yaptık" gibi gerekçelerle konformizme dayalı geleneksel uygulamalara bağlı kaldıkları belirtilmiştir.

Fonksiyonel Olmayan Pratikler (Nonfunctional Practices): Fonksiyonel olmayan pratikler, bir toplum içinde var olan ancak toplumun veya bireylerin refahına herhangi bir katkısı olmayan, hatta zararlı olabilen uygulamaları ifade eder. Bu pratikler, geleneksel alışkanlıklar, batıl inançlar veya yanlış bilgilere dayanabilir. Fonksiyonel olmayan pratikler, toplumların kaynaklarını boşa harcamasına, sağlık sorunlarına yol açmasına veya sosyal çatışmaları artırmasına neden olabilir. Metinde, bu tür pratiklere örnek olarak, bazı toplumlardaki kolostrumun reddedilmesi, ya da kadın sünneti3 gibi zararlı gelenekler gösterilmiştir. Bu tür uygulamaların devam etmesi, toplumların adaptasyon yeteneğini olumsuz etkileyebilir.

Çevresel Sınırlamalar (Environmental Constraints): Çevresel sınırlamalar, bir toplumun kaynaklara erişimini, yaşam biçimini ve gelişme potansiyelini kısıtlayan doğal koşulları ifade eder. Bu sınırlamalar, iklim, coğrafya, su kaynakları, toprak verimliliği veya doğal afetler gibi faktörlerden kaynaklanabilir. Çevresel sınırlamalar, toplumları uygun adaptasyon stratejileri geliştirmeye zorlayabilir ve bazen inovasyonu teşvik edebilir. Ancak, sınırlayıcı çevresel koşullar, toplumların hayatta kalmasını zorlaştırabilir ve bazen ekolojik yıkıma yol açabilir. Metinde, Tasmanya Aborjinleri gibi, çevresel kısıtlamalar nedeniyle teknolojik ve sosyal ilerleme kaydedememiş toplumlardan bahsedilmektedir.

Ekolojik Yıkım (Ecological Degradation): Ekolojik yıkım, çevrenin doğal kaynaklarının aşırı kullanımı veya kirletilmesi sonucu oluşan tahribatı ifade eder. Bu yıkım, ormanların yok edilmesi, toprak erozyonu, su kaynaklarının kirlenmesi, türlerin yok olması ve iklim değişikliği gibi sorunlara yol açabilir. Ekolojik yıkım, toplumların geçim kaynaklarını tehlikeye atabilir, sağlık sorunlarına neden olabilir ve sosyal dengesizlikleri artırabilir. Metinde, Norse yerleşimcilerinin ve Mayaların, ekolojik yıkıma yol açan uygulamaları nedeniyle toplumlarının çöktüğü örnekler verilmektedir. Ekolojik yıkım, toplumların uzun vadeli hayatta kalmasını tehdit eder.

Kültürel Kalıcılık (Cultural Persistence): Kültürel kalıcılık, bir toplumun geleneklerinin, inançlarının ve uygulamalarının uzun süre boyunca devam etmesi ve değişime direnç göstermesi durumunu ifade eder. Bu kalıcılık, kültürel değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılması ve toplumsal hafızanın korunması ile sağlanır. Kültürel kalıcılık, toplumların kimliklerini korumalarına ve sosyal bağlarını güçlendirmelerine yardımcı olabilir. Ancak bazen maladaptif uygulamaların devam etmesine de neden olabilir. Metinde, bazı toplumların, uzun süre boyunca zararlı uygulamaları sürdürdükleri ve değişime direnç gösterdikleri belirtilmiştir. Kültürel kalıcılık, her zaman toplumların uyumu ve refahı için faydalı olmayabilir.

Doğal Afetler ve Çevresel Yıkımlarla İlişki (Human-Environment Interactions): Doğal afetler ve çevresel yıkımlarla ilişki, insan toplumlarının çevreleriyle olan etkileşiminin bir yönüdür ve bu etkileşim, doğal olayların (deprem, sel, kuraklık gibi) ve insanların çevreye verdiği zararın (ormanların yok edilmesi, toprak erozyonu gibi) karşılıklı etkilerini içerir. Toplumlar, doğal afetlere karşı savunmasız olabilirler ve bu olaylar, sosyal yapıları, ekonomik sistemleri ve hatta kültürel inançları derinden etkileyebilir. Aynı zamanda, insanların çevresel kaynakları aşırı kullanması ekolojik yıkıma yol açarak, doğal afetlerin etkilerini daha da kötüleştirebilir. Bu dinamik ilişki, toplumların çevreye uyum sağlama ve sürdürülebilirlik çabalarını gerektirir. İnsanların çevreyle etkileşimi, uzun vadeli hayatta kalma ve refahları için kritik bir öneme sahiptir.

Sosyal Problemler (Social Problems): Sosyal problemler, bir toplumun işleyişini ve bireylerin refahını olumsuz etkileyen sorunlardır. Bu problemler, eşitsizlik, yoksulluk, şiddet, suç, ayrımcılık, adaletsizlik ve sosyal dışlanma gibi çok çeşitli konuları kapsar. Sosyal problemler, toplumsal gerilimleri artırabilir, sosyal bağları zayıflatabilir ve toplumun genel istikrarını tehlikeye atabilir. Metinde, bazı toplumlardaki kadın kaçırma, şiddet ve kan davaları gibi sosyal sorunlar, maladaptif (uyumsuz) davranışlar olarak değerlendirilmiştir. Sosyal problemler, toplumların sağlıklı bir şekilde gelişmesini engeller ve çözülmesi için toplumsal katılım ve adil çözümler gerektirir.

Doğaüstü Varlıklar (Supernatural Entities): Doğaüstü varlıklar, insanların inanç sistemlerinde yer alan, doğal dünyanın ötesinde kabul edilen varlıklardır. Bu varlıklar, tanrılar, ruhlar, melekler, iblisler, hayaletler ve diğer mistik varlıklar olabilir. Doğaüstü varlıklara olan inançlar, toplumların ritüellerini, geleneklerini ve ahlaki değerlerini şekillendirir. İnsanlar, doğaüstü varlıklara dualar ederek, kurbanlar sunarak veya belirli ritüelleri uygulayarak onlarla iletişim kurmaya çalışır. Metinde, bazı toplumların doğaüstü varlıklara olan inançları nedeniyle korku içinde yaşadıkları, mantıksız kararlar aldıkları ve bazı verimli kaynaklardan uzak durdukları belirtilmiştir. Doğaüstü varlıklara olan inançlar, toplumların dünya görüşünü ve davranışlarını önemli ölçüde etkiler.

Rasyonalite Eksikliği (Lack of Rationality): Rasyonalite eksikliği, insanların mantıklı düşünme ve akılcı kararlar alma yeteneğindeki sınırlamaları ifade eder. Bu eksiklik, duygusal tepkiler, bilişsel önyargılar, eksik bilgi, batıl inançlar ve geleneksel uygulamalara bağlılık gibi nedenlerden kaynaklanabilir. İnsanlar, riskleri değerlendirme, sonuçları tahmin etme ve yeni sorunlara çözüm bulma konusunda zorluk yaşayabilirler. Rasyonalite eksikliği, yanlış kararlar alınmasına, maladaptif uygulamaların sürdürülmesine ve toplumsal ilerlemenin yavaşlamasına neden olabilir. Metinde, birçok toplumun önemli kararlarını kehanetlere, rüyalara ve doğaüstü olaylara dayandırdığı ve bu kararların genellikle verimsiz olduğu belirtilmiştir.

Sosyopolitik Esneklik (Sociopolitical Flexibility): Sosyopolitik esneklik, bir toplumun sosyal ve siyasi yapılarının değişen koşullara ve ihtiyaçlara uyum sağlama yeteneğini ifade eder. Bu esneklik, liderlik yapılarında, karar alma süreçlerinde, toplumsal normlarda ve kurumlarında değişiklik yapabilme kapasitesini içerir. Sosyopolitik esneklik, toplumların doğal afetlere, ekonomik krizlere veya kültürel değişimlere daha kolay adapte olmasını sağlar. Metinde, Tenetehara halkının değişime esneklik göstererek hayatta kaldığı, Tapirape halkının ise bu esnekliği gösteremediği için yok olduğu belirtilmiştir. Sosyopolitik esneklik, toplumların uzun vadeli başarısı ve istikrarı için önemlidir.

İkili Rekabet (Dual Competition): İkili rekabet, hem kendi içindeki bireyler veya gruplar arasında hem de diğer toplumlarla olan rekabeti ifade eder. Bu rekabet, kaynaklar, toprak, güç, prestij veya üreme gibi çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir. İç rekabet, toplumsal hiyerarşilerin oluşmasına, eşitsizliklerin ortaya çıkmasına veya sosyal çatışmalara yol açabilir. Dış rekabet ise, savaşlara, kültürel çatışmalara veya toplumların yok olmasına neden olabilir. Metinde, bazı toplumların askeri güçleri sayesinde genişlediği ve diğer toplumları fethettiği, bazı toplumların ise rekabete dayalı uygulamaları nedeniyle yok olduğu belirtilmiştir. İkili rekabet, toplumların evrimini ve adaptasyon süreçlerini önemli ölçüde etkiler.

İlk paragraf şöyle:

Sayfa 57:

“From time to time over the course of human history, rigorous selective forces have compelled societies to change, and those that could not were absorbed by other populations or, sometimes, became extinct. But more often there has not been enough competition among societies to bring about major social or cultural change. 42 In the absence of strong competition, there is little motivation for change. Just as people very often do not rationally calculate how each of their beliefs or customs might better serve their needs, neither do they very often rationally calculate how best to change their ways in order to survive whatever the future can reasonably be expected to bring. As the Tasmanians illustrated, people in small traditional societies are neither consistently rational maximizers of their well-being nor highly innovative. The history of small societies is one of little change even in the realm of technology, where so much as a minor improvement - feathered arrow, a hafted axe, a spear thrower, a weighted digging stick- is a rare occurrence. Even when innovations are proposed, the population may resist their adoption.”

“İnsanlık tarihi boyunca zaman zaman, katı seçici güçler toplumları değişime zorlamış, değişemeyenler ise diğer toplumlar tarafından yutulmuş ya da bazen yok olmuşlardır. Ancak çoğu zaman toplumlar arasında büyük sosyal veya kültürel değişimlere yol açacak kadar rekabet olmamıştır.42 Güçlü bir rekabetin yokluğunda, değişim için çok az motivasyon vardır. İnsanlar inançlarının ya da geleneklerinin her birinin ihtiyaçlarına nasıl daha iyi hizmet edebileceğini çoğu zaman rasyonel bir şekilde hesaplamadıkları gibi, geleceğin makul olarak getirmesi beklenebilecek her ne olursa olsun hayatta kalmak için yöntemlerini en iyi nasıl değiştireceklerini de çoğu zaman rasyonel bir şekilde hesaplamazlar. Tazmanyalıların da gösterdiği gibi, küçük geleneksel toplumlardaki insanlar ne refahlarını sürekli olarak rasyonel bir şekilde maksimize ederler ne de son derece yenilikçidirler. Küçük toplumların tarihi, teknoloji alanında bile çok az değişimin yaşandığı bir tarihtir; tüylü ok, saplı balta, mızrak fırlatıcı, ağırlıklı kazma sopası gibi küçük bir gelişme bile nadiren görülür. Yenilikler önerildiğinde bile, nüfus bunların benimsenmesine direnebilir.”

Bir çok bilim insanı medeniyetin neden Anadolu'da, Ege kıyılarında, Avrupa'da geliştiğini açıklarken bu rekabet durumunu dile getirirler. Bir topluluk rakip topluluklarla ne kadar çok etkileşim halinde ise o kadar kendisini diğerlerine göre üstün pozisyonda tutmak için yenilik üretme arayışı içine giriyor. Bunu tarihsel kayıtlardan çok net görebiliyoruz.

Sonraki paragraf bu başlığın ana fikrini bize sunuyor. Psikolog Donald Campbell ve sosyolog Joseph Lopreato'nun görüşleri aracılığıyla, insanların neden geleneksel inanç ve uygulamalarını değiştirmeye karşı direnç gösterdiği açıklıyor. Campbell, insanların muhafazakarlığa evrimsel bir eğilimi olduğunu ve bunun bir hayatta kalma mekanizması olarak geliştiğini öne sürüyor. Benzer şekilde, Lopreato, insanların kurallara uyma ve başkalarını da bu kurallara uymaya zorlamaya yönelik doğal bir eğilimi olduğuna inanıyor.

Bu eğilimlerin çoğu toplumda yeniliklere karşı direnç yarattığı belirtmiş. Geleneklerin sürdürülebilirliği ve değişim karşıtlığı, çoğunlukla "bu bizim geleneğimiz" ya da "her zaman böyle yaptık" gibi açıklamalarla savunulduğunu söylüyor. Açıkçası bu tespitlere itiraz etmek mümkün değil. Aklı başında olan ve içinde yaşadığı toplumu az da olsa sorgulayarak gözlemeyen herkes bunu tespit edecektir. İnsanların içine doğdukları kültür sorgulamama gibi bir eğilimi var. 

Nijerya'daki İjaw toplumunun ikiz çocuk doğumunda bebeklerden birisini neden öldürdükleri sorulduğunda atalarımızda böyle yapıyordu cevabı veriyorlarmış. İnsanın yuh artık diyesi geliyor. Gerçi bu kadar feci olmasa da Türkiye’de de saçma geleneklerimiz yok değil: kurşun dökmek, göbek kordonu gömmek, ağaca bez bağlamak vs. Bizimkilerin çok sorun olmamasının sebebi can acıtıcı olmaması sanırım.

Sayfa 58:

“Of course, humans can modify their beliefs or practices to accommodate to change, and they sometimes do so, 49 but more often they refuse to change or are unable to do so, and often they fail to understand the implications of changing conditions, believing that the lessons of the past will continue to serve them well in the future.”

“Elbette insanlar değişime uyum sağlamak için inançlarını veya uygulamalarını değiştirebilirler ve bazen bunu yaparlar,49 ancak çoğu zaman değişmeyi reddederler veya bunu yapamazlar ve çoğu zaman geçmişin derslerinin gelecekte de kendilerine iyi hizmet edeceğine inanarak değişen koşulların sonuçlarını anlamakta başarısız olurlar.”

Edgerton birçok kısa vadede faydalı olan şeyin uzun vadede zararlı olduğuna dair örnekler veriyor. Ağaçların kesilmesi, keçilerin beslenmesi, tarım arazisi için orman kesmek, endüstriyel büyüme vb. Edgerton tarihten örneklerle kendisine zarar veren toplumları göstermeye devam etmiş. 

Edgerton, bazı toplumların kültürel inanç ve uygulamalarının çevreye ve topluma zarar verdiğini ya da zararlı hale gelebildiğini vurguluyor. Örnek olarak, Vikinglerin İzlanda ve Grönland gibi kuzey adalarındaki yerleşimlerinde çevreye verdikleri zararı anlatmış. Vikingler, kısa vadeli çıkarlarını uzun vadeli yararların önüne koyarak aşırı hayvancılık, yakıt toplama ve inşaat etkinlikleri ile ciddi toprak erozyonuna neden olmuşlar. Benzer şekilde, Maya uygarlığının çöküşünün, yoğun odun kullanımı sonucu yaşanan çevresel sorunlardan kaynaklandığı düşünülmektedir diyor.

Ayrıca, İnuits gibi bazı toplumların teknik başarılarına rağmen irrasyonel korku ve inançlarla kendilerine zarar verdiklerine dikkat çekiyor. İnuits, hayali kötü varlıklardan korunmak için verimli avlanma ve kamp alanlarını kullanmaktan kaçınmış ve bu da zaman ve kaynak israfına yol açmış. Bu toplulukların doğaüstü varlıklarla ilgili güçlü inançları, rasyonel bir uyum sağlama stratejisinden ziyade, korku ve endişeyle dolu, verimsiz bir yaşam tarzına yol açmış. 

Bu başlıkta böylece bitti. Aslında özet şu. Neden bu akılsızca şeyleri yapıyoruz çünkü atalarımız da yapmışlar. Belki bir zamanlar ortaya çıkmış olmasının makul bir sebebi olabilir ama bu makul sebep ortadan kalktığı halde insanlar sırf ataları da öyle yaptığı için sorgulamadan saçma gelenekleri devam ettiriyorlar.

Bir sonraki başlık bu bölümün 3. başlığı “Biyolojik Yatkınlıklar ve Sağlıksız Uyum” bakalım neler olacak.



Bena Bena Halkının Tavuk ve yumurta yememesi
Bena Bena Halkının Tavuk ve yumurta yememesi

Comments


bottom of page