top of page
Okunduğu Gibi

İktidar, Sömürü ve İnsanlık: Tarihten Günümüze Sosyal Eşitsizlik ve Despotizm

Güncelleme tarihi: 3 gün önce

Onüçüncü Yazı

Siyasi Sömürü

Bu başlık altında ne görüyoruz, insanlık tarihi boyunca siyasetin nasıl kötüye kullanıldığını ve güçlülerin, zayıf çoğunluk üzerindeki tahakkümünün nasıl süreklilik kazandığını görüyoruz. Edgerton, tarih boyunca çeşitli topluluklarda elit kesimlerin kendi çıkarlarını koruma ve bu süreçte çoğunluğa zarar verme eğiliminde olduğunu anlatmış. Özellikle despotizm, devlet terörü ve sosyal eşitsizlikler ele almış.

Şimdi sözlüğü hazırlayıp kitaba geçebiliriz.

Önce Kadınlar ve Çocuklar - Siyasi Sömürü  başlığında geçen önemli İfadeler:

Despotizm: Despotizm, bir toplumda yönetimin bir kişinin veya küçük bir grubun elinde toplandığı, genellikle baskı ve korku yoluyla sürdürülen otoriter bir yönetim biçimidir. Despot liderler, genellikle sınırsız yetkilerle donatılmış olup, yasaları keyfi olarak uygulayabilir ve muhalefeti bastırmak için zor kullanabilir. Bu rejimlerde, halkın özgürlükleri kısıtlanır, ifade ve katılım hakları sınırlanır. Tarih boyunca despotizm, hem küçük kabile toplumlarında hem de büyük imparatorluklarda görülebilmiştir. Örneğin, Antik Roma'daki bazı imparatorlar, Orta Çağ'daki mutlak monarşiler ve modern zamanlardaki bazı diktatörlükler despotizmin farklı örnekleridir. Bu sistem, genellikle eşitsizlik, adaletsizlik ve insan hakları ihlalleriyle ilişkilendirilir.

Siyasal İstismar: Siyasal istismar, bir kişinin, grubun veya partinin, siyasi gücünü veya konumunu kişisel çıkarları için kötüye kullanmasıdır. Bu durum, genellikle halkın güvenini, kamu kaynaklarını veya devlet mekanizmalarını haksız şekilde yönlendirmeyi içerir. Siyasal istismar, rüşvet, yolsuzluk, nepotizm (akraba kayırma) ve adaletsiz karar alma gibi uygulamalarla kendini gösterebilir. Ayrıca, dini, etnik veya toplumsal hassasiyetlerin oy toplama veya güç kazanma amacıyla kullanılması da siyasal istismar örneğidir. Bu tür davranışlar, demokrasiye ve hukuk devletine zarar verir, toplumsal güveni zedeler ve eşitsizliği artırır. Siyasal istismarın önlenmesi, şeffaflık, hesap verebilirlik ve güçlü denetim mekanizmalarıyla mümkündür..

Kültürel Adaptasyon: Kültürel adaptasyon, toplulukların çevrelerine uyum sağlamak için geliştirdikleri davranış ve inanış sistemleridir. Metinde, potlatch gibi ritüellerin yiyecek kıtlığı dönemlerinde eşitsizlikleri dengelemek yerine, elitlerin zenginliğini artırmak için nasıl kullanıldığı açıklanır. Bu durum, kültürel uyarlamaların her zaman topluma fayda sağlamadığını, bazı durumlarda elitlerin çıkarlarını destekleyebileceğini gösterir. Sosyal yapıların ve kültürel normların, bireysel ve toplu hayatta kalma stratejilerini nasıl etkilediği antropoloji ve sosyolojinin temel sorularından biridir.

Sosyal Kurumlar: Sosyal kurumlar, toplumun temel ihtiyaçlarını karşılamak, düzeni sağlamak ve sosyal yaşamı organize etmek amacıyla oluşturulmuş yapı ve sistemlerdir. Aile, eğitim, din, ekonomi ve siyaset, başlıca sosyal kurumlar arasında yer alır. Her sosyal kurum, kendine özgü normlar, değerler ve kurallar çerçevesinde faaliyet gösterir. Örneğin, aile bireylerin sosyalizasyonunu sağlarken, eğitim bilgi ve beceri kazandırmayı amaçlar. Din, ahlaki ve manevi değerler sunarken, ekonomi üretim ve dağıtımı düzenler, siyaset ise toplumun yönetim ve karar alma süreçlerini organize eder. Sosyal kurumlar, toplumun işleyişini sürdürülebilir kılmak için birbirleriyle etkileşim içindedir.

Devlet terörü: Devlet terörü, bir devletin kendi vatandaşlarına veya başka ülkelere yönelik olarak uyguladığı sistematik şiddet, baskı ve korkutma politikalarını ifade eder. Bu durum, genellikle hükümetin otoritesini sürdürmek, muhalefeti bastırmak veya toplumu kontrol altında tutmak amacıyla gerçekleştirilir. Devlet terörü, fiziksel şiddetten psikolojik baskıya, zorla kaybetmelere, işkenceye ve hukukun ihlaline kadar farklı yöntemlerle uygulanabilir. Çoğu zaman demokratik hakların, özgürlüklerin ve insan haklarının ihlaliyle ilişkilidir. Tarihte otoriter ve totaliter rejimler, devlet terörünü halk üzerinde bir korku aracı olarak kullanmış, bu durum toplumsal travmalara ve derin ayrılıklara yol açmıştır.

Sosyal Hiyerarşi: Sosyal hiyerarşi, bireylerin veya grupların toplumda belirli bir statüye, role veya güce göre sıralandığı düzeni ifade eder. Bu yapı, genellikle ekonomik, siyasi, kültürel veya sosyal faktörlere dayanır. Sosyal hiyerarşi, toplumsal işleyişin bir parçası olarak bireyler arasında işbölümünü ve sorumluluk dağılımını organize eder. Ancak, bu sıralama eşitsizlikleri de beraberinde getirebilir; üst kademelerde yer alanlar daha fazla ayrıcalığa ve güce sahipken, alt kademelerde yer alanlar daha sınırlı kaynaklara erişim sağlar. Tarih boyunca kast sistemleri, sınıf yapıları ve liderlik hiyerarşileri sosyal hiyerarşinin örnekleridir. Modern toplumlarda ise sosyal hareketlilik bu yapıyı dönüştürebilir.

Hortikültür (Horticulture): Hortikültür, tarımın bir alt dalı olarak, bitkilerin küçük ölçekli ve genellikle ilkel yöntemlerle yetiştirilmesini ifade eder. Toplumlar, hortikültür ile genellikle yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için bahçecilik benzeri yöntemler kullanır. Bu uygulamada, büyük ölçekli çiftçilik yerine el aletleriyle çalışılır ve suni sulama ya da makineleşme gibi ileri teknolojilere nadiren başvurulur. Hortikültür, avcı-toplayıcı yaşam tarzından tarıma geçişin ilk adımlarından biridir. Ekilen ürünler genellikle sebze, meyve ve bazı tahıllardır. Dönüşümlü tarım uygulamaları ve araziyi nadasa bırakma gibi sürdürülebilir yöntemler sıklıkla görülür. Genelde tropikal bölgelerde uygulanır ve hiyerarşik olmayan, eşitlikçi sosyal yapılarla ilişkilendirilir.

Şeflik Sistemi (Chiefdom): Şeflik sistemi, bir grup insanın bir lider ya da şef tarafından yönetildiği toplumsal ve siyasal bir organizasyon biçimidir. Genellikle tarım veya hortikültürle geçinen toplumlarda görülür. Şef, soy bağına dayalı olarak lider seçilir ve karar alma süreçlerinde otorite sahibidir. Ekonomik faaliyetlerin düzenlenmesi, toprak dağılımı ve dini ritüellerin yönetimi şefin sorumlulukları arasındadır. Şeflik sistemi, eşitlikçi topluluklarla hiyerarşik devletler arasında bir geçiş aşamasını temsil eder. Bu sistemde sosyal tabakalaşma oluşmaya başlar, ancak genellikle akrabalık bağlarına dayanır. Şefin itibarı, cömertlik, savaşçılık ve karizmatik liderlik gibi özelliklerle pekiştirilir.

Potlaç (Potlatch): Potlaç, özellikle Kuzeybatı Amerika’nın yerli toplumlarında görülen, zenginliğin gösterilmesi ve dağıtılması amacıyla düzenlenen törensel bir etkinliktir. Ev sahibi, toplumdaki diğer bireylere hediye dağıtarak statüsünü güçlendirmeyi hedefler. Bu törenler sırasında yiyecek, giysi ve değerli eşyalar dağıtılır veya sembolik olarak yok edilir. Potlaç, sosyal bağları pekiştirme, hiyerarşiyi belirleme ve prestij elde etme gibi işlevlere sahiptir. Tören, ekonomik ve kültürel açıdan önemlidir. Zenginliğin paylaşımı, toplumsal dengeyi sağlar ve liderlerin cömertliğini sergiler. Potlaç, aynı zamanda ritüel ve dini uygulamalarla da ilişkilidir.

Sosyal Stratifikasyon (Social Stratification): Sosyal stratifikasyon, bir toplumun bireylerini statü, gelir, meslek veya güç gibi ölçütlere göre hiyerarşik olarak sınıflandırmasıdır. Bu yapı, toplumsal eşitsizliğin temelini oluşturur. Stratifikasyon genellikle ekonomik durum, eğitim seviyesi ve mesleki başarıya dayanır. Açık sistemlerde sınıflar arası geçiş mümkünken, kapalı sistemlerde (örneğin kast sistemi) bu mümkün değildir. Sosyal stratifikasyon, bireylerin kaynaklara erişimini, yaşam standartlarını ve toplumsal rollerini etkiler. Karl Marx ve Max Weber gibi teorisyenler, bu kavramı analiz ederek sınıfsal çatışma ve güç dağılımını açıklamışlardır. Stratifikasyon, toplumsal organizasyonu ve hiyerarşiyi anlamada kritik öneme sahiptir.

Kültürel Patoloji (Cultural Pathology): Kültürel patoloji, bir toplumun kültürel yapılarında veya değerlerinde ortaya çıkan bozulmaları ifade eder. Bu kavram, kültürel normların işlevsiz hale gelmesi, toplumsal çöküş veya uyumsuzluk durumlarında kullanılır. Örneğin, modernleşme ile birlikte gelen hızlı değişimlerin bireylerde yabancılaşma yaratması, kültürel patolojinin bir örneğidir. Robert B. Edgerton gibi antropologlar, kültürel patolojiyi "toplumların uyumsuz veya zararlı uygulamaları" olarak tanımlamışlardır. Bu durum, bireylerin topluma veya çevreye uyum sağlama yeteneğini olumsuz etkileyebilir. Kültürel patoloji, sosyal ve psikolojik sorunlarla doğrudan ilişkilidir ve genellikle dışsal müdahaleler gerektirir.

Big Man Sistemi (Big Man System): Big Man sistemi, liderliğin kişisel karizma ve yetenek üzerine kurulu olduğu, genellikle küçük ölçekli topluluklarda görülen bir sosyopolitik organizasyon türüdür. Big Man, diğer bireylerden üstün bir konuma sahip değildir, ancak topluluğun saygısını kazanır. Cömertlik, ikna kabiliyeti ve stratejik beceriler, bu liderlik biçiminin temelini oluşturur. Big Man, zenginliğini toplulukla paylaşarak statüsünü pekiştirir. Bu sistem, hiyerarşik şeflikten farklıdır çünkü liderlik, kalıtsal değil, kişisel başarıya dayanır. Pasifik adaları ve Papua Yeni Gine gibi bölgelerde yaygındır ve eşitlikçi yapıyı destekler.

Modernleşme (Modernization): Modernleşme, bir toplumun ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda geleneksel yapılarından uzaklaşarak modern yapıları benimsemesi sürecidir. Bu süreç genellikle sanayileşme, kentleşme, eğitim reformları ve bilimsel ilerlemelerle ilişkilidir. Modernleşme, toplumsal yapıları daha karmaşık ve işlevsel hale getirmeyi amaçlar. Ancak, hızlı modernleşme süreci, kültürel kimliklerin kaybına, sosyal çatışmalara ve çevresel sorunlara yol açabilir. Bu kavram, 20. yüzyılda sosyal bilimciler tarafından geniş bir şekilde incelenmiştir. Modernleşme, özellikle Batı toplumlarının gelişim modellerini referans alarak, diğer toplumların dönüşüm süreçlerini anlamada kullanılmıştır.

Toplumsal Normlar (Social Norms): Toplumsal normlar, bir toplumun üyelerinin belirli durumlarda nasıl davranması gerektiğini belirleyen kurallar veya beklentilerdir. Bu normlar yazılı olmayan sosyal anlaşmalardır ve toplumsal düzenin sağlanmasında kritik bir rol oynar. Normlar, aile, eğitim, din ve hukuk gibi kurumlar tarafından şekillendirilir. Uyulması durumunda onay, ihlal edilmesi durumunda ise yaptırımlarla karşılaşılır. Normlar, bireylerin toplum içinde kabul görmesini ve toplumsal düzenin devamlılığını sağlar. Örneğin, nezaket kuralları veya trafik kuralları, günlük yaşamda toplumsal normlara örnek teşkil eder. Normlar, kültürel bağlama göre değişkenlik gösterir.

Elitizm (Elitism): Elitizm, toplumsal, ekonomik veya entelektüel açıdan üstün bir grubun diğer bireylerden daha ayrıcalıklı veya etkili olması gerektiği inancıdır. Elitistler, toplumun yönetiminde veya önemli karar alma süreçlerinde bu seçkin grubun liderlik yapmasını savunur. Bu kavram, genellikle toplumsal eşitsizliği ve hiyerarşiyi destekler. Elitizmin savunucuları, üstün bireylerin toplumun gelişimine katkı sağladığını öne sürerken, eleştirmenler, elitizmin adaletsizliğe ve dışlamaya yol açtığını belirtir. Elitizm, politikadan sanata kadar pek çok alanda kendini gösterebilir ve toplumsal yapıyı derinden etkileyebilir.

Sosyal Kontrol (Social Control): Sosyal kontrol, toplumun üyelerini kurallara ve normlara uygun davranmaya teşvik eden mekanizmaları ifade eder. Bu mekanizmalar, resmi (hukuk, polis) ve gayriresmi (aile, sosyal baskı) olarak ikiye ayrılır. Sosyal kontrol, toplumsal düzenin korunmasını sağlar ve bireylerin topluma uyum göstermesine yardımcı olur. Örneğin, toplum içinde kabul görmeyen bir davranış sergileyen birey, sosyal dışlanma ile karşılaşabilir. Sosyal kontrol, aynı zamanda ideolojik araçlar (eğitim, medya) aracılığıyla da uygulanabilir. Bu kavram, toplumsal dayanışmayı pekiştirirken bireysel özgürlükleri sınırlayabilir.

Simgesel İktidar (Symbolic Power): Simgesel iktidar, bireylerin veya grupların toplumsal anlamlar ve semboller aracılığıyla diğerleri üzerinde etkili olma kapasitesidir. Bu kavram, Pierre Bourdieu tarafından geliştirilmiştir. Simgesel iktidar, dil, kültürel normlar veya değerler gibi araçlar kullanılarak uygulanır. Fiziksel zorlama yerine, bireylerin rızasını kazanmaya dayanır. Örneğin, eğitim sistemi, simgesel iktidarın bir aracı olabilir; toplumun kabul ettiği normlar ve değerler bireylere empoze edilir. Bu tür iktidar, genellikle fark edilmeden işler ve bireylerin davranışlarını yönlendirir. Simgesel iktidar, toplumsal eşitsizliğin sürdürülmesinde önemli bir rol oynar.

Sosyopolitik Organizasyon (Sociopolitical Organization): Sosyopolitik organizasyon, bir toplumun sosyal, politik ve ekonomik sistemlerinin bir araya gelerek nasıl yapılandığını ve işlediğini ifade eder. Bu yapı, hiyerarşik düzenlemeler, liderlik modelleri, karar alma süreçleri ve güç dağılımını içerir. Örneğin, Zulu ve Asante imparatorluklarında elitler, bürokrasi ve askeri yapıların nasıl işlediği, bu organizasyonun önemli bir parçasıdır. Sosyopolitik organizasyon, toplumun bireyler arası ilişkilerini düzenlemekle kalmaz, aynı zamanda kaynakların nasıl yönetileceğini ve çatışmaların nasıl çözüleceğini belirler. Toplumun karmaşıklık derecesine bağlı olarak, bu organizasyon şekilleri kabile topluluklarından karmaşık imparatorluklara kadar çeşitlilik gösterir.

Toplumun Uyarlanabilirliği (Societal Adaptability): Toplumun uyarlanabilirliği, bir toplumun değişen çevresel, sosyal ve politik koşullara uyum sağlama yeteneğini ifade eder. Bu yetenek, toplumun hayatta kalmasını ve gelişmesini sağlayan önemli bir faktördür. Örneğin, Zulu halkının İngiliz işgaline karşı direnişi, Asante İmparatorluğu'nun fetih stratejileri veya Avrupa kolonizasyonuna karşı yerel toplumların adaptasyonları bu konsepte örnek oluşturur. Uyarlanabilirlik, toplumların teknolojik yeniliklere, dış tehditlere veya çevresel değişimlere yanıt verme becerisini içerir. Esnek ekonomik sistemler, dayanıklı kültürel normlar ve güçlü liderlik, uyarlanabilirliğin temel bileşenleridir. Bu özellik, toplumların tarih boyunca varlıklarını sürdürmeleri için kritik bir rol oynar.

Sözlükten de anlaşılacağı gibi bu şimdiye kadar ki en karmaşık konu. İlk paragraf adet olduğu üzere şöyle:

Sayfa 86:

“For every Samuel who warned against despotism or every Solon who refused to become a tyrant when given the chance, there have been untold numbers of despots. It is no surprise, then, that when common people the world over have written about their rulers they have so often deplored their selfishness, and in turn, rulers have complained about the ungovernability and ungratefulness of the unruly masses. The prosperity of the few at the expense of the many has been an unending concern of humanity. Recently, the same concern has appeared in the works of scholars interested in cultural adaptation. So, for example, after assessing the relative health of hunter-gatherers, horticulturalists, and urban civilizations, Mark Nathan Cohen concluded that civilized states are superior to all other forms of political organizations because they can absorb or destroy nonstate systems but that they do so at the expense of many of their own people. 46 Jerome Barkow has similarly concluded that one of the reasons why maladaptive cultural traits exist is the tendency of powerful elites to favor practices that are in their interests, not those of the bulk of the population, even when they have come to power as a consequence of revolutions that were intended to achieve equality. 47”

Despotizme karşı uyaran her Samuel'e ya da fırsat verildiğinde tiran olmayı reddeden her Solon'a karşılık, sayılamayacak kadar çok despot olmuştur. O halde, dünyanın dört bir yanındaki sıradan insanların yöneticileri hakkında yazdıklarında genellikle onların bencilliklerinden yakınmaları ve karşılığında yöneticilerin de asi kitlelerin yönetilemezliğinden ve nankörlüğünden şikayet etmeleri şaşırtıcı değildir. Azınlığın çoğunluğun zararına refaha kavuşması insanlığın bitmeyen bir endişesi olmuştur. Son zamanlarda, aynı endişe kültürel adaptasyonla ilgilenen akademisyenlerin çalışmalarında da ortaya çıkmıştır. Örneğin Mark Nathan Cohen, avcı-toplayıcıların, bahçecilikle (horticulturalists) uğraşanların ve kent uygarlıklarının göreceli sağlıklarını değerlendirdikten sonra, uygar devletlerin diğer tüm siyasi örgütlenme biçimlerinden üstün olduğu sonucuna varmıştır çünkü devlet dışı sistemleri özümseyebilir ya da yok edebilirler ancak bunu kendi halklarının çoğunun zararına yaparlar.46 Jerome Barkow da benzer şekilde, maladaptif kültürel özelliklerin var olmasının nedenlerinden birinin, eşitliği sağlamayı amaçlayan devrimler sonucunda iktidara gelmiş olsalar bile, güçlü elitlerin nüfusun büyük kısmının değil, kendi çıkarlarına uygun uygulamaları tercih etme eğilimi olduğu sonucuna varmıştır. 47

İlk olarak daha ilk cümlede geçen iki kişinin kim olduğuna bakalım. Kim olduklarını bilmesek de cümlenin gidişinden ne ifade ettiklerini anlıyoruz ama yine de kim olduklarını bilerek devam etmekte fayda var.

Samuel ve Solon, tarihsel ve kültürel bağlamda despotizme karşı ahlaki ve siyasi erdemin temsilcileri olarak bilinen iki önemli figürdür.

Samuel: Samuel, Eski Ahit'te (Tanah) bir peygamber ve İsrail’in son yargıcı olarak tanınır. Yahudi-Hristiyan geleneğinde önemli bir dini liderdir. Samuel, İsrail halkının bir krallık kurma talebine karşı çıkmış, çünkü kralların despotik yönetim sergileyebileceğinden endişe etmiştir. İsraillilere, bir kralın vergi, zorunlu askerlik ve sömürü gibi sorunlara yol açabileceğini söylemiştir (1 Samuel 8:10-18). Ancak halkın ısrarı üzerine Saul'u ilk kral olarak meshetmiştir. Samuel'in hikâyesi, mutlak güce karşı eleştirel bir duruş sergileyen liderlerin bir örneği olarak görülür.

Solon: Solon, MÖ 6. yüzyılda Atina’da yaşamış bir yasa koyucu ve şairdir. Atina’daki sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri hafifletmek amacıyla reformlar yapmıştır. Toplumsal huzursuzluğu önlemek için borç köleliğini kaldırmış, toprak sahipliği sorunlarını çözmeye çalışmış ve adil bir yönetim sistemi oluşturmuştur. Halk ona tiran olma yetkisi teklif ettiğinde, Solon bunu reddetmiş ve gücünü halkın çıkarına kullanmayı tercih etmiştir. Solon’un reformları, Atina demokrasisinin temellerini atmış ve tiranlığa karşı bir örnek teşkil etmiştir.

Her iki figür de, halkın refahını önceleyen, otoriter güce karşı duran ve adil bir yönetim anlayışını savunan liderlik modelleriyle tarihte iz bırakmıştır.

Benim bu konu ile ilgili özellikle ilgimi çeken soru ve sorun şu: yönetenlerin neden yönetmek istedikleri malum ama asıl soru yönetilenler nasıl oluyor da yönetilmeye rıza gösteriyorlar? Aslında herkes bu sorunun cevabını bilir ama bu sanki yokmuş gibi yaklaşırlar konuya. Çünkü eğer bu acı gerçeği kabul edersek kafamızdaki eşit insan ideasına karşı durmuş oluruz. Yani kafamızdaki temenni ile gerçek arasında kaldığımızda gerçeği çarpıtmayı tercih ediyoruz. Cevap ne çünkü her bir birey aynı özelliklerle dünyaya gelmez. Büyük çoğunluğun mizacı, zekası, genetik eğilimi yönetilmeye uygundur. Bunu herkes aslında bilir ama kimse kendine bunu konduramaz. 

Aslında acı gerçek gün gibi ortadadır. insanların büyük çoğunluğu ot gibi yaşamaya mahkum olarak dünyaya gelir. Ama gerçek bu iken bunu itiraf ettiğimizde ırkçı oluruz. Eşitlikçi olmamış oluruz. Kibirli ve elitist olmuş oluruz. 

Asıl mesele, İnsanların eşit olmadığını bilerek bu ideale ulaşmak için çalışmaktır . Ama gerçeği olduğu gibi görmek yerine bizler bir idealin peşinde ütopik olarak gitmeyi tercih ederiz. Bu yazdıklarımın yeni olmadığının farkındayım. Bu sözlerin çok üstenci olduğunun da farkındayım ama bir ayrımın çok iyi yapılması gerektiğini düşünüyorum. Irkçılıkla gerçekçilik arasındaki ince çizgi burada saklı. İnsanların zekası düşük diye, insanların algıları kapalı diye sömürülmeye de mahkumlar anlamına gelmez. Sen zaten akılsızsın ve yönetilmekten başka çaren olmadığı için kıt kanaat yaşamaya razı olmalısın dersen ırkçı olursun. Kimse doğuştan dezavantajlı doğduğu  için eşit olmayan muameleyi hak etmez. Yönetilmekten başka çaresi yoktur ama bu yönetenlerin onu sömürmeye hakkı olduğu anlamına da gelmez. İki konuyu kesinlikle ayırmak gerekir. 

Bu konu hakkında çok kafa yorduğum için bu vesile ile biraz içimi dökmüş oldum. Şimdi kitaba dönelim.

İlk paragrafta çok karmaşık bir durum yok. Tarih boyunca toplumların yönetici sınıflar ile halk arasındaki gerilimlerine odaklanmış. Özellikle despotik yönetimlerin yaygınlığı ve güçlü liderlerin genellikle kendi çıkarlarını halkın genel refahının önüne koyduğu vurgulamış.

Sonraki paragrafta İngiltere'den sayısal verilerle sıradan insanın kötü durumu ortaya koyulmuş. Tarihsel ve güncel eşitsizliklere dikkat çekmiş, sosyal ve kültürel ilerlemenin, toplumun geneli yerine elitlerin çıkarlarını desteklediğini görüyoruz. Bu, sınıf temelli eşitsizliklerin geçmişte olduğu kadar modern toplumlarda da yaygın ve yıkıcı bir gerçeklik olduğunu gözler önüne seriyor.

Yine geçmişten örneklerle devam ediyoruz. Tarih boyunca baskıcı yönetimlerin yaygınlığını ve güçlerini sürdürmek için terör, gizli polis ve zorlayıcı kontrol yöntemlerini kullandığını anlatıyor. Eski ve modern devletlerde eşitsizlik ve baskının süregeldiği, hatta küçük ölçekli toplumlarda bile azınlık grupların çoğunluk üzerinde baskı kurduğu vurgulanıyor.

Edgerton küçük toplumlardan örneklerle devam ediyor. Küçük ölçekli avcı-toplayıcı toplumlarda ve Papua Yeni Gine'nin dağlık bölgelerinde güç, baskı ve savaş liderliğini ele alıyor. Avcı-toplayıcı gruplarda baskıcı bireyler genellikle dışlanır veya öldürülürken, bazı şamanlar veya peygamberler geçici otorite sağlayabilmiştir. Papua Yeni Gine'nin batısında, "büyük adamlar" tarım ve hayvan üretimindeki artı ürünleri organize ederek zenginleşirken, bu liderler topluma fayda sağlayamadıklarında değiştirilebiliyordu. Ancak doğu bölgelerinde sürekli savaş, tarım ve hayvancılığı engelleyerek despot liderlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu liderler halklarını korumak için gerekliydi, ancak acımasız yöntemlerle hükmetmiş ve ekonomik sıkıntıları derinleştirmişlerdir. Bu savaş düzeni bölge genelinde maladatifti. Bu devletlerde terör saltanatı hüküm sürmüş ve sosyal tabakalaşma ve siyasal baskı kurumsallaşmış.

Edgerton, küçük ölçekli toplumlarda güç, sosyal sınıf ayrımı ve baskının nasıl ortaya çıktığını inceliyor. Bemba halkı gibi bazı toplumlarda, liderler ve klanlar zorbalıkla otoritelerini dayatmışlardır; örneğin, Bemba şefleri acımasız cezalar uygulamıştır. Bu tür liderlik, bazen yaşlılar veya zengin kişilerden oluşan konseylerce sınırlandırılsa da genellikle güç, şiddetle korunmuştur. Daha büyük siyasi yapılar, bürokratlar, rahipler ve insan kurbanlarıyla desteklenmiş; sosyal tabakalaşma ve baskı kurumsallaşmıştır.

Metin ayrıca, tarım yapmayan topluluklarda bile sınıf ayrımının var olduğunu açıklıyor. Vancouver Adası’ndaki Kwakiutl halkı, avcılık ve balıkçılıkla geçinen, ancak sosyal sınıflara ayrılmış bir toplum. Kwakiutl toplumunda "potlatch" adı verilen törenlerde, liderler zenginliklerini gösterişle yok edermiş. Başlangıçta bu törenler eşitliği sağlamak için uyarlanabilir bir sistem olarak görülse de, liderlerin bu süreci halkı bağımlı kılmak ve zenginliklerini pekiştirmek için kullandıkları anlaşılmış. Kwakiutl liderleri, halkın ürettiği yiyeceklerin büyük bir kısmını kontrol etmiş ve köle çalıştırmış. Böylece liderler lüks içinde yaşarken, sıradan insanlar ve köleler açlık çekmiş.

Edgerton Azteklerle ilgili dehşet verici bilgiler aktarıyor. Aztek İmparatorluğu'nda elit bir azınlığın din ve askeri güç kullanarak nasıl baskın bir sistem kurduğunu ve bunun çevredeki toplumlar üzerinde yarattığı etkileri inceliyor. Aztekler, güçlü ordularıyla çevrelerindeki topluluklara saldırarak altın, yiyecek ve diğer değerli eşyalar şeklinde haraç topladı. Ancak en dikkat çekici haraç, köleler ve savaş esirleriydi. Bu insanlar Aztek topraklarına götürülerek dini ritüellerle kurban ediliyor ve ardından yeniliyormuş. Kurban edilen insanların etleri, Aztek kralı, soyluları ve rahipleri gibi elit sınıf tarafından tüketiliyormuş.

Antropologlar, bu uygulamayı hayvansal protein kaynaklarının tükenmesine bağlayan bir beslenme ihtiyacıyla açıklasa da, bu yorum eleştirilmiş. Yine de Aztekler her yıl 15.000 ila 250.000 arasında insanı kurban etmiş ve bu eti bir "lezzet" olarak görmüşler. Kurban edilen bedenler, tapınak merdivenlerinden aşağı atıldıktan sonra, kasaplar gibi parçalara ayrılmış ve pişirilerek büyük bir iştahla tüketilmiş. İnsan eti arzusu o kadar büyük mü ki, birçok savaş yalnızca esir yakalamak için yapılmıştır. Bu nedenle Aztekler, çevrelerindeki toplumlar tarafından bir tehdit olarak görülmüş ve bu durum onları Cortes’in müttefikleri olmaya teşvik etmiş.

Bu satırları okuyunca ne hissediyorsunuz. Kafamızdaki insan tasavvuru bozuluyor değil mi? Bizler ister din aracılığı ile olsun ister rasyonel entelektüel kaygılarla olsun kendimizi çok değerli ve ahlaklı görme eğilimdeyiz. İnsan olarak kendimizi olduğumuzdan çok daha erdemli görüyoruz. aslında özünde bir çeşit hayvan olduğumuz gerçeğini görmek istemiyoruz. Kendimizi bir çok başka konuda olduğu gibi kandırma kabiliyetimiz çok müthiş. 

Sayfa 92:

“Not only were the Aztecs a menace to their neighbors, their ruling elite reserved most of the benefits of their conquests for themselves. Except for priests, who chose poverty, the Aztec rulers lived in grand houses and provided themselves with luxuries that Cortes and his men thought stupendous. Cortes found Montezuma's palace in Tenochtitlan so beautiful and magnificent that he said it was indescribable and declared that there was "nothing like it in Spain."66 Little is known about the life of Aztec commoners, but it is clear that they did not share in their rulers' luxury. Free men gladly served in the army, as it was a potential means to honor and prestige, but they served at a distinct disadvantage. The nobles who formed the elite of the Aztec army wore helmets and body armor and used shields. Commoners were unprotected, and as a result they suffered disproportionately in battle. 67 Commoners also lived modestly. Poorer still were landless peasants, and below them were slaves, many of whom were Aztecs who sold themselves into slavery because they could not otherwise provide for themselves. 68 The splendors of Aztec culture cannot be denied, but they were achieved at great cost by the many largely for the benefit of the ruling few. There are many other examples of the same phenomenon.”

“Aztekler sadece komşuları için bir tehdit olmakla kalmamış, yönetici elitleri fetihlerinin faydalarının çoğunu kendilerine ayırmıştı. Yoksulluğu seçen rahipler dışında, Aztek yöneticileri büyük evlerde yaşıyor ve Cortes ve adamlarının muazzam bulduğu lüksleri kendilerine sağlıyorlardı. Cortes, Montezuma'nın Tenochtitlan'daki sarayını o kadar güzel ve ihtişamlı bulmuştu ki, tarif edilemez olduğunu söylemiş ve “İspanya'da buna benzer bir şey olmadığını” ilan etmişti.66 Aztek halkının yaşamı hakkında çok az şey biliniyor ama yöneticilerinin lüksünü paylaşmadıkları açık. Özgür erkekler, onur ve prestij için potansiyel bir araç olduğu için orduda memnuniyetle hizmet ediyorlardı, ancak belirgin bir dezavantajla hizmet ediyorlardı. Aztek ordusunun seçkinlerini oluşturan soylular miğfer ve vücut zırhı giyiyor ve kalkan kullanıyordu. Halk korunmasızdı ve sonuç olarak savaşta orantısız bir şekilde acı çektiler.67 Halk da mütevazı bir yaşam sürüyordu. Daha da yoksul olanlar topraksız köylülerdi ve onların altında da köleler vardı ki bunların çoğu başka türlü geçimlerini sağlayamadıkları için kendilerini köle olarak satan Azteklerdi. 68 Aztek kültürünün görkemi yadsınamaz, ancak bu görkem büyük ölçüde yöneten azınlığın çıkarı için birçok kişi tarafından büyük maliyetlerle elde edilmiştir. Aynı olgunun başka pek çok örneği vardır.”

Şaşırmamak gerek. Türkiye'de son 20 yıldır buna benzer durumun canlı tanığıyız. Bir insan gücü eline geçirirse isteklerinin sınırı da kalmıyor. Eğer yapabiliyorsa yapıyor. Bu tarih boyunca böyle oldu olmaya da devam edecek. Birileri eline imkan geçince sınırları yokmuş gibi yaşamaya devam edecekler.

Edgerton sonraki birkaç sayfa boyunca Zulu İmparatorluğu'nun hızlı yükselişi ve Shaka'nın zorba yönetimini anlatmış. 1800'lerin başında Zulu, Natal bölgesindeki küçük Nguni kabilelerinden biriymiş. Shaka'nın babası öldükten sonra, Shaka, Dingiswayo'nun ordusuna katıldı ve savaş taktiklerinde yenilikler yaparak 100.000 kişilik bir ordu kurmuş. Shaka, zorla fetihler yaparak 30'dan fazla kabileyi yok etmiş ve yaklaşık yarım milyon kişiyi hükmetmiş. Fakat Shaka, fetihlerini sadece askeri zaferlerle değil, aynı zamanda terörle sağlamış; düşmanlarının direncini kırmak için korku kullanmış, kadınlar ve çocuklar dahil herkes öldürülüyordu.

Shaka, düzenli olarak infazlar yaparak halkını sindirmiş ve öldürdüğü insanların bedenlerini vahşice sergilemiş. Hedefi, kabileleri sindirip kontrol altında tutmak. Shaka, aynı zamanda müttefikler edinmek için ödüller dağıtarak bazı kişilere hayatta kalma şansı tanmışı. Yine de, yönetiminin on yılının sonunda zulmü halk tarafından dayanılmaz hale geliyor ve Shaka, iki üvey kardeşi tarafından suikasta uğrayarak öldürülüyor. Yerine Dingane geçiyor, ancak o da aynı zulmü uygulayarak halkı yine korku içinde tutmaya devam ediyor.

Zamanla, Zulu'daki elit sınıf güç kazandı ve feodal baronlara dönüşmüş. Mpande'nin hükümetinde, devlet terörü büyük ölçüde azalıyor ve Zulu halkı refaha kavuşuyor. Zulu halkı, krallarına olan bağlılıklarını korumuş ve 1879'da Britanyalılar Zululand'ı işgal ettiğinde, Zulu halkı büyük bir cesaretle karşı koyuyor. Bu, Zulu halkının krallarına duyduğu sadakati ve zaman içinde değişen toplumsal yapıyı gösteriyor.

Edgerton bu sefer de bir başka Afrika ülkesi ile ilgili hikayeyi bizimle paylaşıyor. 18. yüzyılın sonlarına doğru Batı Afrika'daki Asante İmparatorluğu'nun büyüklüğünü ve zenginliğini aktarıyor. Asante, özellikle altın zenginliği ile tanınıyor ve bu imparatorluk, Batı Afrika'nın en güçlü askeri gücüymüş. Asante kralları, geniş topraklara hükmediyor ve zenginlikleri büyük ölçüde altından geliyormuş. Kumase, imparatorluğun başkenti olup, gelişmiş bir bürokrasiye, geniş yollar ve görkemli binalara sahipmiş.

İngiliz ziyaretçiler, Kumase'deki karşılamada gördükleri ihtişamı ve gösterişli törenleri şaşkınlıkla gözlemlediklerini aktarıyorlar.  Kraliyet sarayında altın takılarla süslenmiş askerler, yöneticiler ve köleler bulunuyormuş. Ancak Asante'nin zenginliği ve ihtişamı, sadece sarayda yaşayan elit sınıfın değil, aynı zamanda fethedilen halkın ve kölelerin emeğiyle elde ediliyordu. Fethedilen halk, altın, fildişi ve köle katkıları ile imparatorluğa vergi ödüyormuş.

Asante'nin yönetimi, zengin bir aristokrasiye dayanıyormuş, ancak halk ve köleler zor durumda yaşamakta. Köleler, tarımda ve altın madenlerinde çalışıyor ve bazen insan kurbanı olarak kullanılabiliyor. Elit sınıf, savaşlar ve fetihlerle elde edilen ganimetler sayesinde büyük servetlere sahipken, halkın yaşam koşulları çoğunlukla zor ve disiplini sağlayan sert yasalarla yönetiliyor.

Sayfa 99:

“The Asante Empire was controlled by a small political, religious, and military elite, but the great majority of the population consisted of common people whose lives were only somewhat better than those of most slaves. Far from the splendor of the court, most lived modestly on small farms. They were often engaged in military service from which they profited very little and in which many died, often from epidemic diseases. Bowditch described the common people as "ungrateful, insolent and licentious," and the King did not disagree, calling them "the worst people existing" and declaring that he was only able to rule by the draconian use of force. 85 It is impossible to be specific about the level of discontent among the Asante commoners, the conquered peoples, or the-slaves, who together made up the bulk of the Asante Empire; but there can be no doubt that the empire was ruled by a small elite that prospered brilliantly from the labor and military service of the many.”

“Asante İmparatorluğu küçük bir siyasi, dini ve askeri elit tarafından kontrol ediliyordu, ancak nüfusun büyük çoğunluğu, yaşamları çoğu köleninkinden sadece biraz daha iyi olan sıradan insanlardan oluşuyordu. Sarayın ihtişamından uzakta, çoğu küçük çiftliklerde mütevazı bir şekilde yaşıyordu. Genellikle çok az kazanç elde ettikleri ve birçoğunun salgın hastalıklardan öldüğü askerlik hizmetinde bulunuyorlardı. Bowditch sıradan halkı “nankör, küstah ve ahlaksız” olarak tanımladı ve Kral da aynı fikirde değildi, onları “var olan en kötü insanlar” olarak nitelendirdi ve ancak acımasızca güç kullanarak yönetebileceğini ilan etti.85 Birlikte Asante İmparatorluğu'nun büyük kısmını oluşturan Asante halkları, fethedilen halklar ya da köleler arasındaki hoşnutsuzluğun seviyesi hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir; ancak imparatorluğun, pek çok kişinin emeği ve askeri hizmetiyle parlak bir şekilde zenginleşen küçük bir elit tarafından yönetildiğine şüphe yoktur.”

Bir başka iç karartıcı toplum daha. İnsanın acı gerçekleri gördükçe çığlık atası geliyor. Yukarıda sormuştum ya yönetenler tamam ama yönetilenler buna nasıl rıza gösteriyor diye. Bu insanın çaresizliğinin resmi. Bizler bu tür bir canlıyız. Elimize imkan geçince birbirimize yapamayacağımız kötülük yok. Tarih boyunca yaşananlar hep aynı aslında. Dünyanın neresine gidersen git aynı şeyi görüyorsun. Bizim grup şanslı azınlık bir büyük şansız çoğunluğu fırsat bulursa kullanıyor, eziyor, sömürüyor. 

Bu durup dururken mi oldu? Gerçekten birçok bilim insanının dediği gibi bizler tarım devriminden önce iyiydik de tarım devrimi ile birlikte mi bu kadar kötü olduk? bana hiç gerçekci gelmiyor. Sahip olduğumuz her şey, iyisiyle kötüsüyle, iki buçuk milyon yıllık evrimimizde saklı. Bir canlı 12 bin yılda bu hale gelemez.

İğrenç yüzümüzü görmeye devam edelim. Hala insana dair umudu olan varsa Tonkawa halkı ile ilgili bilgileri okuyunca görüşleri değişir sanırım.

Sayfa 100:

“Although very different one from another, the Aztecs, Zulus, and Asante were successful in defeating and devastating neighboring societies. If it had not been for the intervention of European forces, all three would probably have maintained their power for many more years. However, smaller and weaker societies that threaten their neighbors are less likely to succeed. For example, the Tonkawa Indians of central Texas were cannibals who, like the Aztecs, raided neighboring societies for captives. Unlike most of the North American Indian societies that practiced cannibalism, the Tonkawa ate people without religious justification or ceremonial purpose. 86 The open gusto with which they consumed human flesh was offensive to neighboring tribes, and the frequent Tonkawa raids in search of more captives were so threatening that in 1862 a coalition of six disparate tribes, united only by their detestation of the Tonkawa, attacked them and killed half the people in the tribe. 87 There are other examples of small societies that have threatened their neighbors and suffered accordingly.”

“Birbirlerinden çok farklı olmalarına rağmen Aztekler, Zulular ve Asante'ler komşu toplumları yenme ve yıkma konusunda başarılı olmuşlardır. Avrupalı güçlerin müdahalesi olmasaydı, her üçü de muhtemelen güçlerini daha uzun yıllar koruyacaktı. Ancak, komşularını tehdit eden daha küçük ve daha zayıf toplumların başarılı olma olasılığı daha düşüktür. Örneğin, orta Teksas'taki Tonkawa Kızılderilileri, Aztekler gibi esir almak için komşu toplumlara baskınlar düzenleyen yamyamlardı. Yamyamlık yapan Kuzey Amerika Kızılderili toplumlarının çoğunun aksine, Tonkawa'lar insanları dini bir gerekçe ya da törensel bir amaç olmaksızın yemişlerdir.86 İnsan etini açık bir şekilde tüketmeleri komşu kabileleri rahatsız ediyordu ve daha fazla esir bulmak için Tonkawa'nın sık sık yaptığı baskınlar o kadar tehdit ediciydi ki 1862'de sadece Tonkawa'ya duydukları nefretle birleşen altı farklı kabileden oluşan bir koalisyon onlara saldırdı ve kabiledeki insanların yarısını öldürdü.87 Komşularını tehdit eden ve buna bağlı olarak acı çeken küçük toplumların başka örnekleri de vardır.”

Nedir bu? Ortada dini bir sebep bile yok. Sadece et yemek istediklerinde kendilerinden olmayan bir kabilenin bir ferdini bulunca yiyorlar o kadar. Ve tarih dikkatimizi çeksin. Olaylar 1860 larda yaşanıyor. 150 yıl önce. Çok çok eski bir tarih değil. 

Merak ettim ve internetten araştırdım şöyle bir bilgi buldum:


Item #368832 The Tonkawa Tribe : Our Last Cannibal Tribe. By James Mooney. An original article from the Harper's Monthly Magazine, 1901. CANNIBALISM.
Item #368832 The Tonkawa Tribe : Our Last Cannibal Tribe. By James Mooney. An original article from the Harper's Monthly Magazine, 1901. CANNIBALISM.

Gerçekten okurken içim sıkıldı. Bu bölüm biran önce bitsin istiyorum. 

Edgerton Belçika, SSCB ve Kamboçya'dan örnekler vermiş. Güçlü askeri güce sahip devletlerin, fetih ve baskı politikalarıyla ciddi insan hakları ihlalleri gerçekleştirmelerine rağmen genellikle tamamen yıkılmadığını ve bu eylemlerin genellikle cezasız kaldığını aktarıyor. Avrupa ordularının sömürgecilik sırasında dünya çapında hakimiyet kurarken büyük katliamlar yaptığı, buna karşı çıkan yerli halkların genellikle acımasızca öldürüldüğünü görüyoruz.

Edgerton bu alt başlığı insanların sadece başka insanları sömürmediğini dünyayı da aynı şekilde sömürdüğünü aktarıyor. İnsan toplumları kendi çevrelerini ve komşu ekosistemlerini sistematik olarak tahrip ediyor, bunun hem geçmişte hem de günümüzde yaygın bir durum olduğunu görüyoruz. İlk çağlardan itibaren avcı-toplayıcı toplumların kaynakları israf ederek hayatta kalmalarını tehlikeye attıklarından, modern devletlerin ise ormanları yok etmesi, çevreyi kirletmesi ve sömürgecilik sırasında bilerek yerli halklara zarar vermesinden bahsediliyor. Örnekler arasında, Semang halkının ormanlarını kirletmesi, Orta Doğu’nun ormansızlaşması ve sanayileşmiş toplumların asit yağmurları, nükleer atıklar ve ozon tabakasının tahribatı gibi faaliyetleri yer alıyor. İnsanlık tarihindeki çevresel yıkımların, genellikle cezasız kaldığı vurgulanıyor..

Bu başlık sonunda bitti. Ben çok yoruldum. Zaten ilk okuduğumda da içim kararmıştı ama bir de bu yazıyı hazırlamak için daha detaylı okurken acı gerçeklerle yüzleşmekten kaçamamak yıpratıcıydı. Çok da uzatmadan bitiriyorum. Bir sonraki yazının konusu bu bölümün sonuç başlığı altındaki kısa bölüm olacak.

Belki bu bölümün sonuna eklemeliyim.

Sonuç

Edgerton sonuç kısmında aslında pek de farklı şeyler söylemiyor. Konuyu maladaptasyona bağlamak istediğini anlıyorum ama bunu pek de becerebildiği söylenemez. Yada benim içime sinen bir sonuç yazısı olmadığı için böyle düşünüyorum. 

Edgerton’ın ne yazdığına gelirsek, insan toplumlarında eşitsizliğin evrensel olduğunu ve bunun bazı bireylerin ya da grupların refahını diğerlerinin zararına olacak şekilde artıran inanç ve uygulamalara yol açabileceğini tekrar ediyor. Özellikle büyük ve karmaşık toplumlarda, elit kesimlerin daha iyi sağlık, yaşam süresi ve refah gibi avantajlardan faydalandığını, ancak üreme başarısı açısından genellikle dezavantajlı olduklarını belirtiyor. Bu durum, Malthusçu prensiplerle birleştiğinde, hızlı nüfus artışının elitlerin gücünü tehdit edebileceği ve toplumsal isyanlara yol açabileceği bir paradoksa işaret ediyor.

Edgerton, bu tür eşitsizliklerin tarihten modern zamanlara kadar uzandığını örneklerle açıklıyor. Sanayi Devrimi gibi büyük dönüşümlerin, başlangıçta işçi sınıfı için büyük zorluklar yaratmasına rağmen, zamanla toplumun genel refahına katkıda bulunduğunu öne sürüyor. Örneğin, İngiltere'de sanayi devriminin getirdiği ekonomik gücün, ülkenin uzun vadeli hayatta kalmasını ve ilerlemesini sağladığı belirtiliyor.

Buna karşılık, Tokugawa Japonya'sında elitlerin kendi çıkarlarını korumak adına ateşli silahları yasaklaması, kısa vadede siyasi istikrar sağlasa da uzun vadede ülkeyi Batı karşısında savunmasız bırakmış ve sonuçta Tokugawa rejiminin çöküşüne yol açmıştır. 

Edgerton, eşitsizlik ve maladaptif uygulamaların toplumların uzun vadeli sürdürülebilirliği üzerindeki etkilerini anlamaya çalışıyor. Bu bölümün son paragrafı şu şekilde:

Sayfa 103-104:

“Inequality in its many forms is universal. The presence of inequality creates the potential for the establishment of traditional beliefs and practices that serve the needs of some people at the expense of others. Because of the presence of inequality and of all the other potential causes of maladaptation, there are many reasons to believe that maladaptive practices would occur widely and have serious consequences. In the following chapters, I will review the evidence pointing to the frequent occurrence of seriously harmful beliefs and practices.” 

Eşitsizliğin birçok biçimi evrenseldir. Eşitsizliğin varlığı, bazı insanların ihtiyaçlarına diğerlerinin zararına hizmet eden geleneksel inanç ve uygulamaların yerleşmesi için potansiyel yaratır. Eşitsizliğin varlığı ve diğer tüm potansiyel maladaptasyon nedenleri nedeniyle, maladaptif uygulamaların yaygın olarak ortaya çıkacağına ve ciddi sonuçlar doğuracağına inanmak için birçok neden vardır. İlerleyen bölümlerde, ciddi anlamda zararlı inanç ve uygulamaların sıkça ortaya çıktığına işaret eden kanıtları gözden geçireceğim.” 

Bu noktada kafamın karıştığını itiraf edeyim. Eşitsizliği anlıyorum. Eşitsizliğin evrensel olduğunu görüyorum ve bu sebeple de bunun insanın doğasının bir parçası olduğu sonucunu çıkarıyorum. Bu durumda insanın eşitsiz bir canlı türü olması bir maladaptasyon mudur? Edgerton da bunu söylemiyor zaten, eşitsizliğin kendisi bir maladaptasyon değil ama eşitsizlik maladaptif uygulamaların gelişmesi için ortam yaratıyor diyor. Bunda da bir sorun yok ama o zaman şöyle bir sorun çıkıyor ortaya. Madem eşitsiz olmak bizim doğamızda var ve bizler buna uyum sağlayarak evrimleşmişiz o zaman bundan kaynaklı herşey de bizim bir doğamızın bir sonucu olmuyor mu? Yani maladaptif olarak gördüğümüz şeyler de aslında bizim doğamızın bir sonucu. 

Kafa karışıklığım bu noktada işte. Eğer bize zarar verdiği halde soyumuzu bir şekilde devam ettirebilmişsek bu adına maladaptif diyelim yada demeyelim bizim için uzun vadede zararlı değil. Yani bir toplum için maladaptif olan bir uygulama belki o topluma zarar veriyor ama tüm insanlık bundan etkilenmiyor. Hatta belki bu maladaptif uygulamalar total olarak insanın evrimi için çok da faydalı. Çünkü bu maladaptif uygulamalar sayesinde soylarının devam etmesi uzun vadede zararlı olacak genler ortadan kalkmış oluyor. Eğer o maladaptiflik her neyse onun ortaya çıkmasına yol açacak özelliklere sahip toplumun soyunun devam etmemesi gerekiyor. Zaten olan da bu.

Bir şekilde maladaptif uygulamalar sayesinde sistem dengeye kavuşmuş oluyor. Yani bir çeşit challenge gibi düşünürsek yaşam dediğimiz şey insanlara sonsuz olasılık sunuyor ve sen bu olasılıklardan hangisini seçmişsen ve bu seçtiğin şey sana avantaj sağlamışsa sen dünyada kalıyorsun. Burada kritik nokta şu: seçtiğin şeyin sana avantaj sağlayıp sağlamayacağını bilmen mümkün değil. Belki de bir başka paralel evrende bir başka insan türü bambaşka şeyler seçti ve başarılı oldular ve bizlere baktıklarında bugün doğru, sağduyulu, insan onuruna yakışır dediğimiz her şey o şartlar altında aslında maladaptifti. 

Sonuç olarak bugün ben yamyamlığı, kadın sünnetini, köleliği, insan pazarlamayı maladaptif olarak görüyorum. Ve bunun doğru olduğuna yüzde yüz eminim. Ama tüm bunlara rağmen insanlık olarak soyumuzu devam ettirebilmiş olmamız ne anlama geliyor?

Dedim ya kafam karışık. Bunları yazarken kitabın ilerleyen kısımları da aklımda. Bu sorduğum soruyu arada bir hatırlatsam iyi olur kendime.



Comments


bottom of page