top of page
Okunduğu Gibi

İkinci Kısım - Tarım Devrimi - Tarihin En Büyük Aldatmacası - 5. Yazı

Güncelleme tarihi: 16 Eyl 2022

İlk kısımda ne gördük. Yaklaşık 70 yıl önce kafamız daha iyi çalışmaya başladığından mıdır yada coğrafi zorunluluklardan mı bilemiyorum Afrika kıtasını terk ettik. Fakat bu dünyadaki tek insan türü biz değildik. Belkide bir dönem 4-5 farklı insan türü aynı anda dünyayı paylaştı (sapiens, neandertal, erectus, denisovan vs…) Diğer insan türlerinin soyunu biz mi tükettik bilemiyorum ama Avustralya ve Amerika kıtalarını keşfetmemiz oraların yerli canlıları için hiç iyi olmadı. Birçok canlının soyunun tükenmesine ciddi şekilde katkımız oldu. Avlanarak, toplayarak, leşleri yiyerek yüzbinlerce yıl yaşadıktan sonra yeni bir döneme adım atmak için hazırdık artık. Harari bu dönemi çok eleştirel gözle inceliyor. Tarımı keşfetmemizin aslında hiç de ileri bir adım olmadığını söylüyor. Bakalım neler diyor.


5. Tarihin En Büyük Aldatmacası


Sayfa 89: “2,5 MİLYON YIL BOYUNCA İNSANLAR, müdahale etmedikleri bitki ve hayvanları yiyerek yaşadılar. Homo erectus, Homo ergaster ve Neandertaller incirleri dallarından koparıp yabani koyunları avlarken, incir ağaçlarının nerede kök salacağını veya koyun sürülerinin hangi çayırda gezebileceğini ve hangi erkek keçinin hangi dişiyi dölleyeceğini düşünmüyorlardı. Homo sapiens Doğu Afrika’dan Ortadoğu’ya, Avrupa’ya ve Asya’ya, son olarak da Avustralya ve Amerika’ya doğru yayıldı, ve her gittiği yerde de yabani bitkileri toplayıp hayvanları avlayarak yaşamını sürdürdü. Yaşam tarzınız sizi gayet iyi besliyor ve zengin bir toplumsal yapı, dini inanç ve siyasi dinamik sağlıyorsa başka bir şey yapmanıza ne gerek var ki?


Bütün bunlar 10 bin yıl önce, Sapiens tüm vaktini ve enerjisini birkaç hayvan ve bitki türünün yaşamını değiştirmeye adayınca değişti. Gündoğumundan günbatımına kadar insanlar tohum ektiler, bitki suladılar, kökleri topraktan söktüler ve koyunları bereketli çayırlara sürdüler. Bu çabanın onlara daha çok meyve, tahıl ve et olarak geri döneceğini düşü­nüyorlardı. İnsanların yaşamında bir devrimdi bu: Tarım Devrimi.


Tarıma geçiş MÖ 9500-8500 yıllarında güneydoğu Türkiye, batı İran ve Levant bölgesinin tepelik arazisinde, düşük bir hızda ve sınırlı bir coğ­rafi alanda başladı. Buğday ve keçiler yaklaşık MÖ 9000’de, bezelye ve mercimek 8000, zeytin ağaçları MÖ 5000, atlar 4000 ve üzüm 3500 yıllarında evcilleştirildi.”


“Yaşam tarzımızı” belirleyen ne? Bizler neden bu şekilde yaşıyoruz? Yani insanların çok büyük bir kısmı şehirlerde, trafikle boğuşarak, sabahtan akşama kadar hiç zevk almadıkları işleri yaparak, yorgun argın eve döndüklerinde ayaklarını uzattıklarında ben ne yaptım bugün diye düşünerek geçiriyorlar. Tarih yazıcıları bundan 5000 bin yıl sonra bu günleri yazdıklarında ne diyecekler? Harari’nin az sonra okuyacağımız tespitlerine benzer tespitler yapacaklar mı? Bu insanlar neden kendilerini köleleştirmişler diyecekler mi? Neden bu kadar mutsuz bir yaşamı yaşamaya mecbur kalmışlar diyecekler mi? Bir çığın içine bir dalıyoruz ondan sonra o nereye giderse biz de yuvarlanıp gidiyoruz. Bu çığdan kurtulmak çok zor. Bir önceki yazı dizisinde yani Kendini Savunan İnsan yazı dizisinde bu çığın ne olduğunu ve bu çığdan nasıl kurtulabileceğimizi yazmıştım. Şimdi bu kitapla ilgili yazarken aklımda orada geçen konular da var.


Aynı soruya dönelim, “yaşam tarzımızı” belirleyen ne? Neden avlanıp, toplayarak yaşamaya devam ederken yerleşmeye karar verdik?


Sayfa 90: “.... tarımın Ortadoğulu çiftçilerin faaliyetlerini dünyanın çe­şitli yerlerine ihraç etmeleriyle değil, tamamen bağımsız olarak başladığında birleşiyorlar. ….. Bu ilk odak noktalarından başlayarak tarım hızla uzaklara yayıldı. MS 1. yüzyılda dünyanın çoğu yerinde insanların büyük bölümü çiftçiydi.


Peki neden tarım devrimleri Ortadoğu, Çin ve Orta Amerika’da ortaya çıktı da Avustralya, Alaska veya Güney Afrika’da ortaya çıkmadı? Sorunun cevabı çok basit: çünkü çoğu hayvan ve bitki türü evcilleştirilemez.




Bu konuyla ilgili okuduğum en güzel kitap Jared Diamond’un “Tüfek, Mikrop, Çelik” kitabı. Şiddetle tavsiye ederim.


Sonraki paragraflarda Harari tarım devriminin zannedildiği kadar bir gelişme olmadığını iddia ediyor. Aslında avcı toplayıcılığın daha ideal bir yaşama biçimi olduğunu yazıyor.


Sayfa 91-92:Tarım Devrimi insanlığın elindeki toplam gıda miktarını kesin olarak artırdı ancak daha iyi bir beslenme veya daha çok keyifli zaman yaratmadı. Daha ziyade nüfus patlamasına yol açarak şımarık seçkinler yarattı. Ortalama çiftçi ortalama avcı toplayıcıdan daha fazla çalışarak karşılığında daha kötü besinlere sahip oldu. Tarım Devrimi tarihin en büyük aldatmacasıdır.


Sizce bu tespit doğru mu? Az sonra Harari neden böyle düşünüyor bakacağız ama siz ne düşünüyorsunuz? Tarımla birlikte ast üst ilişkisi, ezen ezilen ilişkisi ortaya çıkmadı mı? Avcı/toplayıcı iken daha eşitlikçi bir hayatımız yok muydu? Demek ki insanın aradığı şey eşit olmak değil. İnsan birileri tarafından ezilmek pahasına daha az riskli hayatı tercih ediyor. Bakalım Harari neden bu kadar karşı çıkıyor.


Sayfa 92: “Bunun sorumlusu kimdi? Krallar da değil, rahipler ya da tüccarlar da. Suçlular buğday, pirinç ve patatesin de aralarında bulunduğu bir avuç bitki türüydü. Homo sapiens bu bitkileri evcilleştireceğine, bunun tam tersi gerçekleşti.”


Krallar, rahipler, tüccarlar tarihin ilerleyen dönemlerinde bir çok şeyin sorumlusu olacaklar ama bunun değiller. Aslında Harari bu isimleri bilerek telaffuz ediyor. Çünkü bunlar sorumlu değillerdi ama bunların oluşmasının sebebi bu devrim oldu. Aslında eğer buğday olmasa ne krallar, ne din adamları ne de tüccarlar ortaya çıkacaktı.


Bir kaç paragraf boyunca buğdayın nasıl evcilleştirildiğini anlatıyor. o kısımları atlıyorum.


Sayfa 93: “.....bu yeni tarımsal işler o kadar çok zaman almaktaydı ki, insanlar buğday tarlalarının yakınına kalıcı yerleşimler kurmak zorunda kaldılar. Bu onların yaşamını tamamen değiştirmişti. Biz buğdayı evcilleştirmedik, buğday bizi evcilleştirdi. Evcilleştirmek (domestikasyon) Latincedeki domus (ev) kelimesinden tü­remiştir. Evde yaşayan ise buğday değil, Sapiens’tir.


Nasıl oldu da, buğday Homo sapiens’i pek de fena olmayan bir yaşamı,

sefalet içinde bir yaşamla değiştirmeye ikna edebildi?”


Bu soruya Harari de cevap veriyor ama ben de kafa yoruyorum. Hangisi daha riskli. Başka canlıların peşinde koşmak demek onlara bağlı olmak demek değil mi? Ağaçlara, tohumlara, geyiklere, ceylanlara bağlı olmak çok mu özgür bir hayat? Harari sanki tarıma geçtiğimiz için hata yaptık gibi bir izlenim veriyor ama çok tartışmalı olduğunu düşünüyorum.


Besin açısından tek tip beslenmeye yol açtığını söylüyor, ekonomik güvenlik sağlamadığını, biriktirdiği gıda stoğunun çalınmaya karşı korumalı olmadığını, tarlasını korumak zorunda olduğu için diğer insanların tehditi altında kalındığını yazıyor.


Sayfa 94: “Köy yaşamı ilk çiftçilere elbette bazı avantajlar da sağlamıştı. Örne­ğin vahşi hayvanlara, yağmura ve soğuğa karşı daha iyi korunuyorlardı. Yine de ortalama insan için dezavantajlar muhtemelen avantajlardan daha büyüktü. Bu durum günümüzün müreffeh toplumlarında ya­şayan bireyler için kolay anlaşılır değildir. Güvenlik ve refah içinde oldu­ğumuzdan ve bu güvenlik ve refah Tarım Devrimi’nin temelini attığı sistem sayesinde sağlandığından, Tarım Devrimi’nin harika bir gelişme olduğunu varsayıyoruz.”


Bu son tespit azımsanmayacak bir şey mi? Uzun vadede tarımla uğraşmak insan için hiç de azımsanmayacak bir fayda sağladığına göre demek ki doğru adımmış. Avcı toplayıcı olarak yaşamımızı devam ettirmiş olsaydık bugünkü teknolojiye ulaşabilir miydik? Ulaşamayacağımız kesin. Ama ulaşmasak daha mı kötü olurdu? Yani bilgisayarsız, telefonsuz, televizyonsuz, arabasız, uçaksız olsak daha mı az mutlu olurduk bilemiyorum. İnsan bir kere sahip olmaya başlayınca artık önceki haline geri dönemiyor.


Olumsuz yanlarından sonra olumlu yanlarına bakıyoruz şimdi de.


Sayfa 94-95:Buğday yetiştirmek, insanlara toprak miktarına oranla çok daha fazla gıda üretme şansı verdi, ve bu da Homo sapiens’in katlanarak çoğalmasını sağladı. MÖ 13.000 civarında insanlar yaban bitkilerini toplayarak ve yabani hayvanları avlayarak yaşarken, Filistin’deki Jericho vahasının etrafındaki bölge, iyi beslenmiş ve görece sağlıklı en fazla yüz insanı besleyebiliyordu. MÖ 8500’lerde ise yaban bitkileri yerini buğday tarlalarına bırakmıştı ve aynı vaha sıkış tıkış, hastalık ve gıda yetmezliğinden muzdarip bin insanın olduğu bir köye ev sahipliği yapıyordu.”


Sayfa 95: “Evrimin geçer akçesi ne açlık ne de acı çekmektir, sadece DNA sarmallarının kopyalanmasıdır. …….. İşte bu Tarım Devrimi’nin özüdür: daha çok sayıda insanı daha kötü koşullar altında da olsa hayatta tutmak.


Gerçi bireyler bu evrimsel hesabı niye dikkate alsın ki? Hangi aklı ba­şında birey Homo sapiens cinsinin sayısı artsın diye kendi hayat standartlarını düşürür? Bunu kimse onaylamamıştı zaten: Tarım Devrimi bir tuzaktı.”


Tekrar ediyorum ama hayat standartımızın düştüğü konusunda aynı fikirde değilim. Tarımın zorluklarını güzel anlatıyor ama sanki avcı toplayıcı olarak her an, her gün çok kolay yemek bulabiliyormuşuz gibi bir izlenim yaratıyor. Eğer durum böyle olsaydı bizler o şekilde yaşamaya devam ederdik. Harari ile aynı fikirde değilim ama insanlık tarihini öyle güzel anlatıyor ki okumaya ve öğrenmeye devam etmekten keyif alıyorum. Bir de belki de ben yanlış düşünüyorum. Tarihe bu gözle bakmak insanın bakış açısını genişletiyor.


Lüks Tuzağı


Sayfa 95:Tarımın yükselişi yüz yıllara ve bin yıllara yayılmış ağır ilerleyen aşamalı bir gelişmeydi. Mantar ve yemiş toplayan, tavşan ve geyik avlayan bir Homo sapiens grubu, birden kalıcı bir yerleşime geçerek tarla sürmek, buğday ekmek ve nehirden su taşımak gibi işlere geçmedi. Bu değişim çeşitli aşamalarla oldu ve her aşama günlük hayatta küçük bir değişim anlamına geliyordu.


Homo sapiens Ortadoğu’ya aşağı yukarı 70 bin yıl önce geldi. Bunu takip eden 50 bin yıl boyunca atalarımız tarım olmadan yaşamlarını sürdürdüler. Bölgenin doğal kaynakları insan nüfusunu beslemeye yetecek kadar çoktu. Bolluk dönemlerinde insanların daha fazla çocuğu oldu, kıtlık dönemlerindeyse daha az.”


Harari, sonraki sayfalarda, beslenme ile üreme arasındaki ilişki anlatıyor, sürekli gezerek yaşarken çocuk büyütmenin zorluğundan bahsediyor, 18 bin yıl önce buzul çağının sona ermesi ile birlikte buğday gibi bitkilerin daha kolay çoğalabildiğini, bu sebeple buğdayın insanların beslenme programına daha çok dahil olduğunu anlatıyor. Toplanan buğdayların kamp kurdukları alana taşınması gerekiyor çünkü çok küçük tanelerden oluşan bir gıda. Bu sırada dökülen buğdaylar kamp alanının çevrelerinde daha yoğun büyümelerini sağlıyor.


Buğday bolluğu onlarla beslenen hayvanları da çektiği için buğdayın faydalarını görmemizi sağlıyor. Buğdayın hasat zamanı geldiğinde onu toplamak için kurulan kamp yerleri bir süre sonra geçici olmaktan çıkıp kalıcı olmaya başlıyor. Bir kere kalıcı olmaya başlayınca geri dönüşü olmayan yola girilmiş olduk. Tarım yapmak için gerekli aletleri üretmeye başlıyoruz. Depolamak için ayrı yerler yaptık. Tarıma daha çok zaman ayırdıkça diğer şeylere daha az zamanımız kaldı. Böylece avcı toplayıcılıktan çiftçiliğe dönmüş olduk.


Kalıcı yerde kalmanın yan etkisi nüfus artışı oldu. Artık kadınlar her yıl bir çocuk doğurabilir hale geldi. Nüfus artışı daha çok tarım yapmayı daha çok tarım alanı daha çok iş gücünü tetikledi. Tek tip beslenme çocukların yetersiz beslenmesine yol açtı.Çocuk ölümleri oluyordu ama doğumlar ölümlerden fazla olduğu için nüfus artışı çok hızlıydı. Çiftçilik çok meşakkatli bir iş haline geldi. Daha çok çalışırsak daha iyi yaşarız ümidi ile devam ettiler. Çok çalışıyor, çok doğuruyorduk. Gıdaları depoluyor, hırsızlar çalmasın diye nöbet tutuyorduk. Avcı/toplayıcı iken belki günümüzün birkaç saatini yiyecek aramaya harcıyorduk. Boş zamanımız daha fazla oluyordu. Çiftçili neredeyse zamanımızın tamamını alır hale gelmişti. Eskiden daha çeşitli bir diyete sahipken şimdi tek tip besleniyorduk.


Sayfa 98: “O hâlde neden planları tutmayınca insanlar çiftçiliği bırakmadılar? Bunun sebebi kısmen, bu küçük değişimlerin birikerek toplumu değiş­tirmesinin nesiller boyunca sürmesi ve en sonunda kimsenin daha önceden insanların farklı yaşadıklarını hatırlamamasıydı. Kısmen de, nüfus artışının insanların geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırmasıydı.”


Sayfa 99: “Tarihin en kesin yasalarından biri de şudur: Lüksler zamanla ihtiyaç hâline gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır. İnsanlar belli bir lükse alıştıklarında bir süre sonra onu kanıksarlar. Onu yaşamlarında hep bulundururlar ve bir süre sonra onsuz yaşayamaz hâle gelirler.


Sayfa 100: “Lüks tuzağı bizim için önemli bir ders içerir. İnsanlığın daha kolay bir hayat arayışı muazzam bir değişim enerjisi ortaya çıkardı, fakat bu değişim dünyayı kimsenin tahmin edemeyeceği biçimlerde dönüştürdü. Kimse Tarım Devrimi’ni veya insanların tahıllara bağımlı hâle gelmesini kurgulamamıştı. Mideyi daha iyi doldurmak ve güvenliği pekiştirmek amacıyla alınmış önemsiz görünen bir dizi karar, eski avcı toplayıcıların yaşamlarına kavurucu güneş altında su kovaları taşımak gibi işleri sokmuştu.”


Oldukça geniş bir özet yapmaya çalıştım. Tarım yapmaya bizi teşvik eden şeyin rahat bir yaşama duyulan ihtiyaç olması ama sonuçta yaşadığımız şeyin daha fazla iş, daha fazla külfet, daha fazla zorluk, daha fazla bağımlılık olması büyük bir tezat. Rahat edelim derken köle etmişiz kendimizi. Önceden toplayacağımız, avlanacağımız şeylerin peşine koşarken şimdi de çiftçiliğini yaptığımız şeyin peşinde koşmasak da başında bekler hale gelmişiz.


Buradan şu sonuç çıkıyor. bizler enerjiye ihtiyaç duyuyoruz. Bu enerjiyi ister toplayarak ister avlanarak ister çiftçilik yada çobanlık yaparak karşılayalım neticede bir şeylere bağımlıyız. Aslında hepimizin derdi kolay yoldan midemizi doyurup boş zaman satın alabilmek. En az emekle en çok enerjiyi toplayabilmek. Örümcek ağ kurmak için uğraşıyor, aslan daha büyük pençelerle daha hızlı koşarak, ayı büyük bir zamanı hareketsiz geçirerek, kaplumbağalar metabolizma hızlarını düşürerek. Aslında hepimizin yaptığı aynı. Enerji alıyoruz ve bunu harcıyoruz.


Bir sonraki alt başlık “İlahi Müdahale”.


Sayfa 100-101: “Yukarıdaki senaryo Tarım Devrimi’ni bir hesap hatası olarak anlatır ki, bu da oldukça makuldur. Tarih bundan çok daha budalaca hesap hatalarıyla doludur. Fakat bir olasılık daha var. Belki de dönüşümü sağlayan şey daha kolay bir yaşam arayışı değildi? Belki de Sapiens’in başka hevesleri vardı ve bunlara ulaşabilmek için yaşamlarını bilerek daha zor hâle getiriyorlardı?


Bilim insanları tarihi gelişmeleri genellikle düz ekonomik ve demografik etkenlerle açıklarlar. Bu onların rasyonel ve matematiksel yöntemlerine daha uygundur. Modern tarihteyse araştırmacılar ideoloji ve kültür gibi fiziksel olmayan etkenleri dikkate almak zorundadırlar, çünkü yazılı kanıtlar onları buna zorlamaktadır. ……. Eski çağlarda yaşayan ve okuma yazması olmayan insanların ekonomik gerekliliklerden ziyade inançla motive olduklarını kanıtlamak zor bir iştir.”

Göbeklitepe’nin keşfi tarihin yeniden kurulmasına yol açıyor. Stonehenge MÖ 2500 yapılıyor, Göbeklitepe ise Mö 9500 de.


Sayfa 102:Neden avcı toplayıcı bir topluluk böyle yapılar inşa etmişti? Bunların açık bir pratik amacı yoktu. Yapılar ne mamut kesimhanesiydi, ne de yağmurdan kaçmak veya aslanlardan saklanmak gibi bir amaca hizmet ediyordu. Bu da bizi bu yapıların arkeologların henüz çözemediği gizemli bir kültürel amaçla yapıldığı açıklamasıyla baş başa bırakıyor. Amaçları her neyse, avcı toplayıcılar bunun harcadıkları zaman ve enerjiye değeceğini düşünmüş olmalılar. Göbekli Tepe sütunlarını yapmanın tek yolu, farklı gruplara ve kabilelere mensup binlerce avcı toplayıcının uzunca bir süre işbirliği yapmasıdır. Sadece gelişmiş bir dini veya ideolojik sistem bu tür bir çabayı sürdürmeyi sağlayabilir.”


Bir de ayrıca şu bilgiyi veriyor Harari, evcilleştirilmiş buğdayın ilk izleri bu yapının yakınlarında bulunmuş. Bu bilgiyi şu şekilde değerlendiriyor. Buğdayın insanı, insanın buğdayı evcilleştirdiğinin ilk kanıtı.


Sayfa 102: “Göbekli Tepe bulguları, ilk önce tapınağın yapıldığını ve köyün daha sonra tapınak çevresinde geliştiğini işaret ediyor.”


Devrimin Kurbanları


Sayfa 102-103: “İnsanlarla buğday arasındaki Faustvari pazarlık, türümüzün yaptığı tek anlaşma değildi. Bir başka anlaşma da koyun, keçi, domuz ve tavuk gibi hayvanların kaderiyle ilgiliydi.


Bir çeşit şeytanla anlaşma olarak yorumluyor yazar. …… Her nesille birlikte koyunlar daha şişman, daha itaatkar ve daha az meraklı hâle geldiler. İşte bu! Koyunlar Ali Baba’nın çiftliğine artık kendiliğinden giriyordu.”


İnsanların bitki ve hayvanları kendi ihtiyaçlarına göre seçici üretimle evrimleştirdiğini görüyoruz. Bazı yerlerde de göçebe çobanlık yapılıyor.


Sayfa 103: “İnsanlar dünyaya yayıldıkça yanlarındaki evcil hayvanlar da onlarla birlikte yayıldı. 10 bin yıl önce, sadece birkaç milyon koyun, inek, keçi, yaban domuzu ve tavuk Afrika-Asya’nın belirli bölgelerine sıkışmış hâlde yaşıyordu. Bugün dünyada bir milyar koyun, bir milyar domuz, bir milyardan fazla inek ve 25 milyardan fazla tavuk var, üstelik bu hayvanlar tüm gezegene dağılmış durumda.”


Anlayacağımız üzere devrimin kurbanları hayvanlar. Sanki soyunu devam ettirme açısından bu sayısal artış bir başarı gibi duruyor ama bu hayvanların yaşam şartları düşünülünce gerçekten bir başarı mı tartışılır. Belki tüm dünyaya yayılmış durumdalar, belki sayı bakımından çok fazlalar ama özgür değiller ve acı çekerek yaşamaya mahkum edilmiş durumdalar. Sonraki sayfalarda hayvanların durumunu gözümüze sokuyor Harari. Bir kaç örnek dışında evcilleşen hayvanların durumu hiç de iyi değil. Yarış atları, evde veya çiftliklerde beslenen köpekler ve kediler gibi az sayıda hayvan konfor içinde yaşayabiliyor.


Sayfa 107:Evrimsel başarıyla bireysel acı arasındaki bu karşıtlık, belki de Tarım Devrimi’nden çıkarmamız gereken en önemli derstir. Buğday ve mı­sır gibi bitkilerin hikayesini incelediğimizde evrimsel perspektif belki anlamlıdır. Ama her biri, karmaşık duygular ve hisler dünyasına sahip inek, koyun ve Sapiens gibi hayvanlarda, evrimsel başarının bireysel olarak nasıl deneyimlere yol açtığına dikkat etmek durumundayız. Bir sonraki bölümde, tarihte hep görüldüğü gibi kolektif güçteki artışın ve gö­rünürdeki bir başarının, birey boyutunda nasıl çile anlamına geldiğini daha yakından inceleyeceğiz.”


Böylece İkinci Kısım’ın ilk yazısı bitmiş oldu. Harari Tarım Devrimine eleştirel bakıyor. Ben ne kadar eleştirel bakarsak bakalım kaçınılmaz olanı yaşadığımız için konuyu bu açıdan değerlendirmenin faydasız olduğunu düşünüyorum. Avcı/toplayıcılığı çok da matah bir şey olarak görmüyorum. İnsan böyle bir canlı. Belki birkaç iyi özelliğimiz var ama genel olarak kötü bir türüz. Beceremiyoruz bu işi. Biyolojik evrimimiz ile kültürel evrimimiz arasındaki farkın açıklığı sebep oluyor buna. Tercih hakkı sunsalar bu kadar insanla bu şekilde yaşamayı tercih etmezdim. Bu kadar zeki bir canlının çok daha üstün meziyetlerle yaşamayı becermesini isterdim. Üniversite mezunu olup astrolojiyi bilim sanan, tesadüfen olan şeylerin arkasında keramet arayan, fallara inanıp hayatına oradan aldığı bilgilerle yön veren, olmayan bir öte dünya için bu dünyayı rezil eden insanlarla bir arada olmak çok can sıkıcı. İşin en acı tarafı da sen doğruyu anlatıyorsun anlamamakta ısrar ediyorlar. Anlamak gibi bir dertleri de yok zaten. Kendi küçük dünyalarında cehalet içinde yaşamaya devam edecekler. Cehaletle ilgili en büyük sorun cahil insanların cehaletlerini görememeleri, cehaletlerini dert edinmemeleri. Bilmenin bir erdem olarak algılanmaması bütün bunları doğuruyor. Bilmiyorlar ve bilmediklerinden dolayı da kendilerini kötü hissetmiyorlar. Sudaki balık olarak nasıl bir suyun içinde olduklarının farkına varamadan göçüp gidecekler. Sen ne kadar nasıl bir suyun içinde olduklarını göstermeye çalışırsan çalış, karşından aldığın tepki ancak bir balıktan alacağın tepki kadar.


Sudaki Balığa Suda Olduğunu Söylemenin Bir Faydası Yok
Sudaki Balığa Suda Olduğunu Söylemenin Bir Faydası Yok

Kommentare


bottom of page