top of page
Okunduğu Gibi

İnsan ve Kültür Arasında: Biyolojik Eğilimlerin Toplumsal Yansımaları

Onuncu Yazı

İnsan Doğasına Karşı Toplum

Edgerton bu başlık altında  insan doğasının toplum üzerindeki etkilerini ve toplumların bu doğayı nasıl kontrol etmeye çalıştığını ele almış.. İnsanların genetik eğilimlerinin, sosyal yapılar ve kültürel normlarla sürekli bir çatışma içinde olduğunu söylüyor. Bu çatışmanın toplumsal belirsizliklere ve çeşitli sorunlara yol açtığını görüyoruz..

Edgerton bu başlık altında, İnsan doğasının toplum üzerindeki etkilerini ve toplumların bu doğayı nasıl kontrol etmeye çalıştığını ele almış. İnsanların sosyal varlıklar olarak işbirliği yapma eğilimleri ve diğerleriyle bir arada olma ihtiyaçlarını görüyoruz. Bazı genetik eğilimlerin topluma tehdit oluşturabileceği, örneğin açgözlülük ve yalan söyleme gibi davranışların sorunlara yol açabileceğini aktarıyor. Savaşın kökeni ve şiddetin evrimsel temelleri nedir? Kültürün insan doğasının tehdit edici yönlerini kontrol etme çabalarının kısmi başarıyla sonuçlandığını ve insan doğasının bazen sağlıksız uyumlu olabileceğini anlatıyor. 

Edgerton, insanların irrasyonel ya da zarar verici davranışlarının yalnızca biyolojik ya da çevresel zorunluluklarla açıklanamayacağını gösteriyor. Kültürel normların değişime karşı direnç gösterdiğini bize aktarmış.

Maladaptasyon - İnsan Doğasına Karşı Toplum  başlığında geçen önemli İfadeler:

1. İnsan Doğası (Human Nature): İnsan doğası, bireylerin doğuştan gelen biyolojik ve genetik eğilimleri ile şekillenir. İnsan davranışlarının bir kısmı evrimsel süreçler sonucu gelişmiş ve belirli sosyal ya da biyolojik ihtiyaçlara yanıt vermek için evrilmiştir. Metinde, iş birliği, bencillik, öfke gibi eğilimlerin toplumları nasıl etkilediği ve kültürün bunları kontrol etmeye çalıştığı vurgulanmıştır. İnsan doğası, kültürle sürekli bir etkileşim içindedir; bu, hem sosyal çatışmalara hem de toplumların uyumlu şekilde çalışmasına neden olabilir.

2. Genetik Eğilimler (Genetic Predispositions): Genetik eğilimler, insanların belirli davranışlara, düşüncelere ya da duygulara biyolojik olarak yatkın olmasını ifade eder. Örneğin, bencillik, öfke, cömertlik ya da iş birliği genetik eğilimlerden kaynaklanabilir. Metinde, bazı genetik eğilimlerin toplum için tehdit oluşturduğu ve kültürel kontrol mekanizmalarıyla düzenlenmesi gerektiği tartışılmıştır. Bunun yanı sıra, bu eğilimlerin toplumsal dayanışmayı artıran veya uyumu destekleyen işlevleri de olabilir.

3. Kültürel Kontrol Mekanizmaları (Cultural Control Mechanisms): Kültürel kontrol mekanizmaları, bireylerin davranışlarını toplumsal normlara uygun hale getirmek için kullanılan yöntemlerdir. Bu mekanizmalar eğitim, sosyalizasyon, ceza ve ödül sistemlerini içerebilir. Metinde, toplumların genetik eğilimlerden kaynaklanan bencil, öfkeli ya da itaatsiz davranışları kontrol etmek için geliştirdiği yöntemlerden bahsedilmiştir. Ancak, hiçbir toplum bu kontrolü tam anlamıyla başaramaz; bu da kültür ve insan doğası arasındaki gerilimi sürdürür.

4. Kültür ve İnsan Doğası Çatışması (Conflict Between Culture and Human Nature): Bu çatışma, insanın biyolojik ihtiyaçlarının kültürel normlarla çelişmesi durumunda ortaya çıkar. Kültür, belirli davranışları bastırırken bireyler bu baskıya direnir. Örneğin, metinde, bireylerin cinsellik, açgözlülük veya saldırganlık gibi doğal eğilimlerinin kültürel normlarla sınırlandırılmaya çalışıldığı belirtilmiştir. Bu çatışma, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde uyumsuzluklara yol açabilir.

5. Toplumsal Maladaptasyon (Social Maladaptation): Toplumsal maladaptasyon, bir toplumun veya kültürel uygulamaların bireylerin ihtiyaçlarına veya toplumun uzun vadeli sürdürülebilirliğine zarar vermesidir. Metinde, örneğin cadılıkla ilgili inançlar gibi, bireylerin korkularını artıran ve sosyal uyumu tehdit eden uygulamalara değinilmiştir. Bu tür uygulamalar, toplumun genel refahını azaltabilir ve hatta nüfusun düşmesine yol açabilir.

6. Cadılık İnançları (Beliefs in Witchcraft): Cadılık inançları, bireylerin hastalık, ölüm ya da başarısızlık gibi olumsuz olayları kötü niyetli kişilere atfetmesiyle ilişkilidir. Metinde, bu inançların korku ve şiddeti artırabileceği, hatta toplulukların yok olmasına yol açabileceği belirtilmiştir. Aynı zamanda, bu tür inançların sosyal dayanışmayı güçlendirme gibi olumlu işlevleri de olabilir. Ancak, genellikle bilimsel açıklamalara ulaşmayı engelledikleri için maladaptif olarak kabul edilirler.

7. Toplumsal Dayanışma (Social Solidarity): Toplumsal dayanışma, bireylerin ortak bir amaç doğrultusunda birlikte hareket etmeleriyle oluşur. Metinde, kültürün toplumsal dayanışmayı desteklemek için bireysel eğilimleri nasıl yönlendirdiği ele alınmıştır. Ancak, dayanışma mekanizmaları her zaman başarılı olmaz; özellikle bencillik ve rekabet gibi eğilimler toplumsal uyumu tehdit edebilir.

8. Sosyal Normlar (Social Norms): Sosyal normlar, toplumun kabul edilebilir ve kabul edilemez davranışları tanımlayan kurallarıdır. Metinde, toplumların bireylerin doğal eğilimlerini kontrol etmek için sosyal normlara başvurduğu açıklanmıştır. Örneğin, açgözlülük ya da saldırganlık gibi eğilimlerin bastırılması, normların etkili bir şekilde uygulanmasını gerektirir.

9. Toplumsal Eşitsizlik (Social Inequality): Toplumsal eşitsizlik, bir toplumda bireyler veya gruplar arasındaki kaynak, hak ve fırsatların dengesiz dağılımını ifade eder. Metinde, eşitsizliğin toplumun bazı üyeleri için zararlı olabilecek uygulamalara yol açabileceği belirtilmiştir. Eşitsizlik, sosyal uyum ve dayanışmayı olumsuz etkileyebilir.

10. Maladaptif İnanç ve Uygulamalar (Maladaptive Beliefs and Practices): Maladaptif inanç ve uygulamalar, bireylerin veya toplumların uzun vadeli refahına zarar veren düşünce ve davranışlardır. Metinde, bu tür inançların (örneğin, cadılık) toplumlar üzerinde yıkıcı etkileri olduğu vurgulanmıştır. Bu inançlar, bireysel ve toplumsal kaynakları yanlış yönlendirebilir.

Sayfa 69:

“Not all human genetic predispositions pose challenges to social living. Indeed, it is likely that some predispositions help people to live with one another. For example, humans are clearly predisposed to enjoy the company of other humans, to cooperate (at least in some activities), and, as several scholars have suggested, we very likely have a need for recognition or positive affect as well.83 Indeed, as mentioned earlier, some scholars believe that humans have a genetic predisposition to conform. E. 0. Wilson has hypothesized the evolution of "censor genes" which inhibit the action of other genes-an authentically biological superego. 84 However, the primary concern is not with genetic predispositions that support society and enhance human well-being but with those that must be controlled if a society is to survive. In Culture Against Man, Jules Henry wrote that man's "ultimate problem" was "learning to live with himself" while wringing satisfaction out of culture. 85 In Beyond Culture, Lionel Trilling expressed this perspective on human nature as well as anyone: ". . . there is a hard, irreducible, stubborn core of biological urgency, and biological necessity, and biological reason, that culture cannot reach and that reserves the right, which sooner or later it will exercise, to judge the culture and revise it. "86 Humans are forever betwixt and between, required (as Jules Henry put it) to "wring" satisfaction from a culture that represses many aspects of human nature, yet still dependent on that culture for all that gives meaning to life.”

“İnsanların genetik yatkınlıklarının tümü sosyal yaşam için zorluk teşkil etmez. Aslında, bazı yatkınlıkların insanların birbirleriyle yaşamasına yardımcı olması muhtemeldir. Örneğin, insanlar diğer insanlarla birlikte olmaktan keyif almaya, işbirliği yapmaya (en azından bazı faaliyetlerde) açıkça yatkındır ve bazı akademisyenlerin de öne sürdüğü gibi, büyük olasılıkla tanınma veya olumlu etki ihtiyacımız da vardır.83 Gerçekten de, daha önce de belirtildiği gibi, bazı akademisyenler insanların uyum sağlamaya yönelik genetik bir yatkınlığı olduğuna inanmaktadır. E. O. Wilson, diğer genlerin etkisini engelleyen “sansür genlerinin” evrimleştiği hipotezini ortaya atmıştır - gerçek anlamda biyolojik bir süperego.84 Bununla birlikte, asıl kaygı toplumu destekleyen ve insan refahını artıran genetik yatkınlıklarla değil, bir toplumun hayatta kalabilmesi için kontrol edilmesi gereken yatkınlıklarla ilgilidir. Culture Against Man adlı kitabında Jules Henry, insanın “nihai sorununun” kültürden tatmin sağlarken “kendisiyle yaşamayı öğrenmek” olduğunu yazmıştır. 85 Kültürün Ötesinde'de Lionel Trilling insan doğasına ilişkin bu bakış açısını herkes kadar iyi ifade etmiştir: “... kültürün ulaşamadığı ve er ya da geç kullanacağı kültürü yargılama ve revize etme hakkını saklı tutan biyolojik aciliyetin, biyolojik gerekliliğin ve biyolojik aklın sert, indirgenemez, inatçı bir çekirdeği vardır.“86 İnsanlar sonsuza dek iki arada bir derede kalmış, (Jules Henry'nin deyişiyle) insan doğasının pek çok yönünü bastıran bir kültürden tatmin ‘elde etmek’ zorunda kalmış, ancak yine de hayata anlam katan her şey için bu kültüre bağımlı olmuştur.”

Edgerton herkesin bildiği ama çoğu zaman konuşmak istemediği bir konuya değiniyor. İçimizdeki hayvanı ne yapacağız? İçimizdeki hayvana biyolojik eğilim diyoruz. Ve eğer bugün dünyanın hakimi olabilmişsek biyolojik eğilimlerimizi kültürel sınırlamalarla düzenlediğimiz için. Ama bu noktada benim kafama takılan bir şey var. Bir sonraki paragrafta Edgerton insanın sahip olduğu dizginlenmesi gereken özelliklerimizi yazacak. Peki ama bu özellikler neden var? Şimdilik bu soru burada dursun önce bu paragrafı bitireyim. 

Kültür ne kadar etkili olursa olsun, biyolojik gereksinimlerin tamamen bastırılması mümkün değil. Wilson, Henry ve Trilin’den alıntılarla bize insanın doğası ile birlikte ve ona rağmen yaşamayı becermesinden bahsediyor.

Campell eğer bir toplum hayatta kalacaksa aşağıdaki eğilimlerimize çözüm üretmemiz gerek diyor: 

  1. Açgözlülük (Greed) *** ("Komşunun malına göz dikme")

  2. Kibir (Pride) *** (Başka tanrıların önünde eğilme)

  3. Dürüst olmama (Dishonesty)

  4. Hırs, açgözlülük (Covetousness) ***  (Komşunun eşyasına, eşine göz dikme ile ilgili yasaklar.)

  5. Korkaklık (Cowardice)

  6. Şehvet (Lust) *** (Zina etmeme buyruğu.)

  7. Öfke (Wrath)

  8. Oburluk (Gluttony)

  9. Kıskançlık (Envy)

  10. Hırsızlık (Thievery) *** ("Çalmayacaksın" emri.)

  11. Çapkınlık, ahlaksızlık (Promiscuity)

  12. İnatçılık (Stubbornness)

  13. İtaatsizlik (Disobedience) *** (Anne ve babaya itaat emrine zıt.)

  14. Dine hakaret, kutsallara saygısızlık (Blasphemy) *** ("Tanrının adını boş yere anma" yasağı.)

Dikkat ettiyseniz meşhur 10 emirden esintiler var burada ve Campell da kendisinden eklemeler yapmış. Ben yukarıdaki listede 10 emirden bulduklarımı işaretledim. 

Edgerton bu listeye Trivers’in de 3 ekleme yaptığını söylüyor ve kendisi de iki ekleme daha yapıyor.

15. Dedikodu (Gossip)

16. Arkadan konuşma, çekiştirme (Backbiting)

17. Azarlama, çıkışma (Scolding)

18. Bencillik (Selfishness)

19. Egoizm (Egocentrism)

Burada listelenmiş olan bu eğilimlerle bir grup insanın birbirini öldürmeden yada birbirine zarar vermeden yaşaması mümkün mü? İşte asıl marifetimiz de bu. Yukarıda yazılı olanlara sahibiz ve belki dahası da var ama bunların dizginlememiz gerektiğini de biliyoruz. Çünkü yukarıda yazılı olanlar içgüdülerimizde var. Bu zararlı gözüken liste aslında bizi hayatta tutan bir liste. Ama eğer belli bir dozun üstüne çıkarsa ölümcül de olabiliyor. Ne zaman nerede kullanacağımız öğrenmek zorunda olduğumuz eğilimler bunlar. 

Edgerton sonraki paragrafta savaş hakkında yazmış. Bazı toplumlarda erkekler %25-30 unun savaşlarda ölmesinden bahsediyor. Sorunların çözümü olarak savaşın seçilmesinin insanlar için zararından bahsediyor. Bazı toplumların savaş kararlarını bilinçli olarak verdiğini, ancak savaşların çoğunlukla uzun vadede ağır bedeller getirdiğini ifade ediyor.

Sayfa 71

“However, for another common kind of killing, there appears to have been no rational calculus of cost and benefit, but instead a seemingly irresistible predilection on the part of men to fight over nubile women. There is no doubt that men everywhere prefer nubile women, and as Donald Symons has argued, this very likely is a preference that was strongly selected for during the course of human evolution. 93 Various small, relatively peaceful societies like the San fight over women; in fact, almost all San fights in recent times in which deaths have occurred have been over women. So it was for the Tasmanians, the Inuit, and, as we shall see later, the Kaiadilt of Australia, who were close to extinction as a result of their raids to capture women. 94 It is evident that until societies develop adequate mechanisms to control such violence, they are endangered. When the fighting is over the control of tangible resources, it is possible that people are doing their best to enhance their collective welfare, but when men kill other men over sexually attractive women, their goal is not social well-being but personal satisfaction. The result is deadly retaliation by those who feel wronged. Adding a woman to a band or a kin group may sometimes add to its foraging success, and her sons may help to protect them in the future; but these benefits, if they occurred at all, were not intended. The Kaiadilt, for example, explicitly denied that that was why they fought over women, and so have men in such other societies as the Yanomamo, who emphatically said that the reason they fought one another was to possess women, not to enhance their resources. 95”

“Ancak, bir başka yaygın cinayet türünde, maliyet ve faydanın rasyonel bir şekilde hesaplanmadığı, bunun yerine erkeklerin genç kadınlar için savaşmaya yönelik görünüşte karşı konulamaz bir eğilimi olduğu görülmektedir. Erkeklerin her yerde genç kadınları tercih ettiğine hiç şüphe yoktur ve Donald Symons'ın da ileri sürdüğü gibi, bu büyük olasılıkla insan evrimi sırasında güçlü bir şekilde seçilmiş bir tercihtir.93 Sanlar gibi çeşitli küçük, nispeten barışçıl toplumlar kadınlar yüzünden kavga etmektedir; aslında, son zamanlarda ölümlerin meydana geldiği neredeyse tüm San kavgaları kadınlar yüzünden olmuştur. Tazmanyalılar, İnuitler ve daha sonra göreceğimiz gibi, kadınları ele geçirmek için yaptıkları baskınlar sonucunda yok olmaya yakın olan Avustralya'nın Kaiadiltleri için de durum böyleydi.94 Toplumların bu tür şiddeti kontrol etmek için yeterli mekanizmalar geliştirene kadar tehlike altında oldukları açıktır. Maddi kaynakların kontrolü için savaşıldığında, insanların kolektif refahlarını arttırmak için ellerinden geleni yapıyor olmaları mümkündür, ancak erkekler cinsel açıdan çekici kadınlar için diğer erkekleri öldürdüğünde, amaçları toplumsal refah değil, kişisel tatmindir. Sonuç, haksızlığa uğradığını düşünenlerin ölümcül misillemeleridir. Bir kadının bir gruba ya da akraba grubuna katılması bazen grubun yiyecek arama başarısına katkıda bulunabilir ve oğulları gelecekte grubun korunmasına yardımcı olabilir; ancak bu faydalar, eğer gerçekleşmişse, amaçlanmamıştır. Örneğin Kaiadiltler kadınlar için bu yüzden savaştıklarını açıkça reddetmişlerdir; Yanomamo gibi diğer toplumlardaki erkekler de birbirleriyle savaşmalarının nedeninin kaynaklarını arttırmak değil kadınlara sahip olmak olduğunu vurgulamışlardır.95

Ben bu paragrafı çok önemsedim. Çünkü bence günümüzdeki erkek kadın eşitsizliğinin kökeninde yatan yere vurgu yapılıyor burada. Erkekler kadınlar için ölümü göze almak üzere evrimleşti. Hormonlarımız devreye girdiğinde beynimiz devreden çıkıyor. Yukarıda az önce 19 adet eğilimimiz listelendi bunlardan kaçı erkeklerin kadınları irrasyonel bir şekilde istemeleri ile ilgili olabilir? Açgözlülük; Hırs; Şehvet; Çapkınlık, ahlaksızlık; Dürüst olmama; Öfke; Hırsızlık; Bencillik; Egoizm; İnatçılık; Kibir; İtaatsizlik. 12 adeti bir şekilde erkeğin kadını istemesi, elde etmesi, sahiplenmeye çalışması ile ilgili. Yani elimizdeki veri bize kültür dediğimiz şeyin erkekleri kontrol altında tutmak üzere geliştiğini söylüyor. 

Edgerton da önce savaşlardan sonra da muhtemel savaş sebeplerinden bahsediyor. Belki savaşlar mülkiyetini korumak için çıkmış olabilir ama kadınarında bir mülk olarak görülmesinin de kökeninde evrimsel geçmişimiz olduğu da kesin gibi. Kadınlar ölmemek için itaat etmek zorunda kalmışlar. Çünkü erkek gözü karardığında öldürüyor ve ölüyor.

Edgerton bir başka maladaptif (sağlıksız uyumlu) konuya örnek olarak bizim toplumumuzda ve kültürümüzde pek aşina olmadığımız bir duruma değiniyor: cadılık. 

Cadılık (witchcraft) gibi inançların dünya genelinde yaygın olmasını, genetik eğilimler ve sosyal işlevlerle ilişkilendirerek tartışıyor. Antropologlar, cadılık inançlarının bazı yararlı işlevlere hizmet edebileceğini öne sürmüş. Hastalık veya talihsizlik gibi olaylara bir neden bulmak; Mağdurlara durumlarıyla başa çıkma mekanizmaları sağlamak (itiraf, koruyucu veya intikamcı tedbirler alma gibi); Sosyal dayanışmayı artırmak: Aile, klan veya köy içindeki çatışmaları azaltarak suçu dış gruplara atmak. Bununla birlikte, cadılık inançlarının olumsuz sonuçları, çoğu zaman faydalarından daha ağır bastığını söylüyor. Korku yaratır ve ölümlere yol açar; Bazı durumlarda, tüm popülasyonların yok olmasına kadar varan trajedilere neden olur.

Bizde batıda cadının yaptığı işlevi sanırım büyücüler yerine getirmiş. Bir cin varlığı üzerinden doğaüstü güçlerle irtibat kurma inancı devreye girmiş. Hatta bu kurum resmileşmiş. Cinci hocalar hemen hemen tüm Türkiye'de çok yaygındır. Batıdaki cadıların muadili mi bilemiyorum ama oradakinin tam tersine her zaman itibar görmüşler bu kişiler.  Bizde az önce cadılar için sayılan tüm o psikolojik faydalar sanırım imamlar, hocalar, üfürükçüler, cinci hocalar, büyücüler aracılığı ile giderilmiş. 

Edgerton “ If the costs of believing in witchcraft outweigh the benefits, why has it been so widespread?” diye soruyor yani  “Eğer büyücülüğe inanmanın maliyeti faydalarından daha ağır basıyorsa, neden bu kadar yaygınlaşmıştır?” diyor. Biraz önce dediğim gibi sanırım batı toplumu ile doğu toplumu arasındaki fark bu. Onlar için cadılar korku yaratıp ölüme yol açarlarken bizim için bu durum söz konusu değil.

Yine de doğaüstü güçlerle irtibat halinde olmaya insanın neden ihtiyaç hissettiği üstüne kafa yormak gerekiyor. Aynı durum falcılık için de, astroloji için de geçerli. İnsanların bir ihtiyacını karşılıyor bu safsatalar. 

Edgerton yukarıdaki soruya ne cevap veriyor? 

“The answer would appear to be that it is a product of several related and quite basic characteristics of human thought. 96 First, we are now (and were even more so in earlier, more credulous times) prone to accept correlated events as being causally linked, so that the presumed enmity of another person and the death of a child become conflated. Second, humans are predisposed to paranoid ideation, which leads them to suspect the worst of others. And third, we project our own hostility onto others: if we wish harm to others, surely others must wish the same for us. 97”

“Cevap, bunun insan düşüncesinin birbiriyle bağlantılı ve oldukça temel birkaç özelliğinin bir ürünü olduğu şeklinde görünmektedir.96 Birincisi, şu anda (ve daha önceki, daha saf zamanlarda daha da fazlaydı) birbiriyle ilişkili olayları nedensel olarak bağlantılı kabul etmeye eğilimliyiz, böylece başka bir kişinin varsayılan düşmanlığı ile bir çocuğun ölümü birbirine karışıyor. İkinci olarak, insanlar paranoyak düşüncelere yatkındır, bu da onları başkalarının en kötüsünden şüphelenmeye yönlendirir. Üçüncüsü, kendi düşmanlığımızı başkalarına yansıtırız: eğer biz başkalarına zarar vermek istiyorsak, başkalarının da bizim için aynı şeyi istemesi gerekir.97

Bu anlatılanlar insanın hangi yönünün gelişmediğinin habercisi? Ve neden doğu ile batı benzer bir duruma farklı tepkiler veriyor? Özellikle bilgiye erişimin sınırlı olduğu ve bilimsel açıklamaların yaygın olmadığı zamanlarda cadılık devredeymiş. Batı bir şekilde bu bilimden uzak, akılcılıktan uzak duruma tepki gösteren insanların da yaşadığı bir coğrafya. Sıradan insan her zaman her yerde aynı. Sıradan insanlar cadıların yada üfürükçülerin faydalı olduklarını düşündükleri şeyleri yaşamak istiyorlar. Hayatlarında yolunda gitmeyen şeyleri birisi onlar için çözsün istiyorlar. 

Edgerton cadılık üstüne kafa yormaya devam ediyor. Cadılık inançlarının kökenlerinin insan zihninin genetik olarak belirlenmiş özelliklerinden kaynaklanabileceğini söylüyor. Bu inançların rasyonel açıklamalardan ziyade doğal bir eğilim olabileceği anlatıyor. Edgerton bir mantık silsilesi yürütüyor. Cadılık inançları insan zihninin genetik olarak şekillenmiş yapısından kaynaklanmışsa diyor cadılık inançlarının doğal bir insan eğilimi olabileceğini düşünülebilir diyor. Eğer cadılık inançları insan zihninin doğal bir ürünü ise diyor bunların kontrol edilmesi veya ortadan kaldırılması toplumsal ve kültürel müdahalelerle mümkün olabilir diyor. Cadılık inançlarının toplumlar için zararlı (maladaptif) olabileceğini belirtiyor. Çünkü bu inançlar sorgulanmadan kabul edildiğinde, ürün kıtlığı, bebek ölümleri veya hastalık gibi sorunlara daha rasyonel ve bilimsel açıklamalar arama çabası engellenebilir diyor.

Edgerton’la doğu toplumlarının çeliştiği nokta ikinci eğer de saklı. Üfürükçülük diyelim insan zihninin doğal bir ürünü ve bunların kontrol edilmesi gerekmiyor. Her ne kadar Kuranda büyücülük yasaklanmış olursa olsun toplum içinde hiç de ciddiye alınan bir yasak değil. Bu yüzden de büyücülük, cinci hocalık zararlı değil tam tersine yararlı bulunduğu için kültürel olarak karşı çıkılacak bir boyut sa görülmüyor. Bu inançlar sorgulanmadan kabul ediliyor ve rasyonel ve bilimsel açıklamalara burun kıvrılıyor. Bu yüzden de büyücülük, üfürükçülük, cinci hocalık aslından maladaptif (zararlı uyumlu) olmasına rağmen yaşamaya devam ediyor. 

Buradaki en önemli tespit insanlar, ister adına cadı diyelim ister cinci hoca diyelim, böyle bir kuruma ihtiyaç duyuyorlar. İnsanlar hayatla baş edemiyorlar ve kendilerine yardım edecek birilerine ihtiyaç duyuyorlar. Uzun sözün kısası budur? Bunun adına din diyelim, büyücülük diyelim, astroloji diyelim, ideoloji diyelim farketmez. Bunların her biri hayatla başa çıkabilmek için uydurduğumuz şeyler. Bir kısmı belli ki maladaptif ama hiç olmamasındansa maladaptif olması yeğdir gibi duruyor. Diğer türlü hayata devam edebilme yetisinden yoksun insan hayata tutunamaz.

Sayfa 72-73:

“Finally, the success of culture in constraining socially threatening aspects of human nature-or more correctly, the efforts of people to find social and cultural mechanisms to control unwanted aspects of their nature-has never been more than partial. This is no doubt so because some human genetic predispositions are implacable, but there is another reason as well-namely, that some genetic predispositions may be contradictory. Thus, there is reason to believe that we have a predisposition not only to be selfish but also to be altruistic, not only to compete but also to cooperate, to be curious but to fear the unknown, and to be self-assertive yet submissive. 98 There may also be conflict between, for example, biological needs for food and for comfort or sociability. As a result, people may come to feel ambivalent about certain choices they must make in life, leaving them less than fully committed to the goals and values of their cultures timid warriors, reluctant food sharers, lazy hunters, squeamish cannibals, disrespectful wives, disillusioned children. At a still more basic level, people have a need for variety. Humans tend to prefer variety in all sensory modalities, and they find boredom so unpleasant that they frequently take dangerous risks to escape it. A need for variety may lead to creativity, as Ralph Linton believed, but it can also lead to socially disruptive, deviant behavior as people violate what they experience as stifling cultural restraints. 99”

“Son olarak, kültürün insan doğasının sosyal olarak tehdit edici yönlerini kısıtlamadaki başarısı -ya da daha doğru bir ifadeyle, insanların doğalarının istenmeyen yönlerini kontrol etmek için sosyal ve kültürel mekanizmalar bulma çabaları- hiçbir zaman kısmi olmaktan öteye geçmemiştir. Kuşkusuz bunun nedeni bazı insan genetik yatkınlıklarının amansız olmasıdır, ancak bir başka neden daha vardır; o da bazı genetik yatkınlıkların çelişkili olabilmesidir. Dolayısıyla, sadece bencil olmaya değil aynı zamanda fedakâr olmaya, sadece rekabet etmeye değil aynı zamanda işbirliği yapmaya, meraklı olmaya ama bilinmeyenden korkmaya ve hem kendini beğenmiş hem de itaatkâr olmaya yatkınlığımız olduğuna inanmak için sebepler vardır.98 Örneğin biyolojik gıda ihtiyaçları ile rahatlık veya sosyallik ihtiyaçları arasında da çatışma olabilir. Sonuç olarak, insanlar hayatta yapmaları gereken bazı seçimler konusunda kararsızlık hissedebilir ve bu da onları kültürlerinin hedef ve değerlerine tam olarak bağlı olmaktan uzaklaştırabilir: çekingen savaşçılar, isteksiz yemek paylaşanlar, tembel avcılar, tiksinen yamyamlar, saygısız eşler, hayal kırıklığına uğramış çocuklar. Daha temel bir düzeyde, insanların çeşitliliğe ihtiyacı vardır. İnsanlar tüm duyusal modalitelerde çeşitliliği tercih etme eğilimindedir ve can sıkıntısını o kadar nahoş bulurlar ki bundan kaçmak için sıklıkla tehlikeli riskler alırlar. Çeşitlilik ihtiyacı, Ralph Linton'ın inandığı gibi yaratıcılığa yol açabilir, ancak aynı zamanda insanlar boğucu kültürel kısıtlamalar olarak deneyimledikleri şeyleri ihlal ettikçe sosyal olarak yıkıcı, sapkın davranışlara da yol açabilir.99

(Not: 98. See Alexander (1987), Barkow (l989a,b), and Boehm (1989).

ALEXANDER, R. D. 1987. The Biology of Moral Systems. New York: Aldine de Gruyter

BARKOW, J. H.  

1989a. Darwin, Sex, and Status: Biological Approaches to Mind and Culture. Toronto: University of Toronto Press.

1989b. "The Elastic Between Genes and Culture." Ethology and Sociobiology 10:111-129.

BOEHM, C. 1989. "Ambivalence and Compromise in Human Nature." American Anthropologist 91:921-939)

Bu bakış üstüne durmamız gerekiyor:  amansız (implacable) genetik yatkınlıklarımız var ve  bazı genetik yatkınlıkların çelişkili (contradictory).

Yukarıdaki cümlede geçen iki sıfatı özellikle irdelemek istiyorum. İnsanın genetik eğilimleri hem tatmin olmaz, doymaz hem de çelişkili ve birbirine zıt. Nasıl şizofrenik bir durum içindeyiz. Çok olasılıklı bir yapımız var. Zaten bu yüzden insanla ilgili bilimsel bilgi üretmek güç. Bu durumu olduğu gibi görmemiz gerekiyor. Biz buyuz. Edgerton çok dikkat çekici örnekler vermiş: 

Timid warriors: Çekingen; Korkak; Utangaç savaşçılar

Reluctant food sharers: Gönülsüz; İsteksiz; Zoraki yemek paylaşanlar

Lazy hunters: Tembel; Umursamaz; İşi ağırdan alan avcılar

Squeamish cannibals: Hassas; Midesi kaldırmaya; Titiz yamyamlar

Disrespectful wives: Saygısız eşler; Umursamaz hanımlar; Küstah karılar

Disillusioned children: Hayal kırıklığına uğramış; Ümitsizliğe kapılmış; Gerçeklerle yüzleşmiş çocuklar

Edgerton’ın ne yapmaya çalıştığını görüyoruz değil mi? Yani her bir birey kesinlikle ve kesinlikle bir kalıba sokulamaz. Bir insanda potansiyel olarak kaç farklı özellik, sıfat, yetenek bulunabilirse hepsi mümkün. Hatta aynı insan için farklı zamanlarda da mümkün. Bir zaman tembel olan bir süre sonra yada başka bir konu ile ilgili tembel olmayabilir.  Aslında korkak mizaçlı bir kişi bir an gelip korkak olmayabilir. Tam bir olumsallık hali. Herşey mümkün. Hiçbir şey kesin değil. Gerçekten öyle mi? 

Bu yüzden eğer sosyoloji yada antropoloji eğer bir bilim olacaksa bu karmaşıklığı anlayabilmemizi sağlayacak bir dile ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Diğer türlü gözü bağlı kişilerin filin neresini tuttuğuna göre fili tarif etmesi gibi bir durumla karşılaşıyoruz. Gözümüzü açıp neyi incelediğimizi görmemiz gerek. Bunun için de insanı insan yapan şeyi çok iyi anlamamız gerekiyor. 

Konuya dönersek yani önemli olan ortaya çıkan sonuç değil bence. Önemli olan tüm bu özelliklerin, sıfatların arkasında yatan mekanizmayı çözmek. Eğer o mekanizmayı anlarsak neyi niye yaptığımız daha iyi çözebiliriz? Bunun içinde beynimizin, zihnimizin evrimsel olarak neden ve nasıl geliştiğini çözmemiz gerekiyor.

Edgerton sona doğru yaklaşırken genetik eğilim ve kültür ilişkisini, insanların genetik eğilimlere sahip olduğu kabul edilse de, bu eğilimlerin ne olduğu ve deneyimle ne kadar değiştirilebileceği tartışmalıdır, diyerek kapatıyor.. Kültürler, insan doğasını şekillendirirken ihtiyaçlarımızı tam olarak karşılamaz ve yeni ihtiyaçlar yaratarak sağlıksız uyumlara neden olabilir diyor.

Sayfa 73-74:

“There is ample reason, then, to predict that some traditional beliefs and practices will be maladaptive. But are these harmful practices uncommon and largely inconsequential, or do they significantly endanger people's health, leave them seriously discontented, or actually lead to population extinction? I will attempt to show that dangerously maladaptive beliefs and practices are commonplace in folk societies, as they are in our own, but before doing so, we need to examine another source of maladaptation. That source is inequality, and its universal presence in human societies both small and large makes it inevitable that ways of doing things that may serve the needs of some people in a society will be harmful to others.”

“O halde, bazı geleneksel inanç ve uygulamaların sağlıksız uyumlu olacağını öngörmek için yeterli neden vardır. Ancak bu zararlı uygulamalar nadir ve büyük ölçüde önemsiz midir, yoksa insanların sağlığını önemli ölçüde tehlikeye atmakta, onları ciddi şekilde hoşnutsuz bırakmakta ya da nüfusun yok olmasına yol açmakta mıdır? Tehlikeli derecede sağlıksız uyumlu inanç ve uygulamaların bizim toplumumuzda olduğu gibi halk toplumlarında da yaygın olduğunu göstermeye çalışacağım, ancak bunu yapmadan önce sağlıksız uyumun bir başka kaynağını incelememiz gerekiyor. Bu kaynak eşitsizliktir ve hem küçük hem de büyük insan toplumlarındaki evrensel varlığı, bir toplumdaki bazı insanların ihtiyaçlarına hizmet edebilecek şeyleri yapma yollarının diğerleri için zararlı olmasını kaçınılmaz kılmaktadır.”

Bir sonraki alt başlığı da bu şekilde görmüş olduk. İnsan doğasının incelenmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu konuyu önyargısız şekilde elimizdeki verileri doğru bir şekilde inceleyerek ilerlemeliyiz. Ve insan doğasını biyoloji ve psikolojinin kesişim noktası olan evrimsel psikoloji le yapmalıyız. Hem fiziki doğamızı hem de zihinsel doğamızı eşgüdümlü şekilde ele almalıyız.

3. bölüm uzun ve yorucu bir bölümdü. Konunun özünü tartıştığımız bir bölümdü. Sağlıksız uyumun bir örneği olması açısından Tazmanyalıları inceleyerek başladık. Sonra adaptifliğin ne olduğunu anlamaya çalıştık. Sonra sağlıksız uyumun kalıcılığını inceledik. Ve geldik insana, önce insanın eğilimlerini gördük sonra da insanın doğasını anlamaya çalıştık ve son olarak da insan doğası ile toplumun ilişkisini değerlendirdik. Şu ana kadar 10 yazı yazmış olduk. Önümüzdeki bölüm artık yeni bir başlık. Önce Kadınlar ve Çocuklar, Eşitsizlikten Sömürüye alt başlığı ile başlayacağız.


İnsan doğası ile sosyal normlar arasındaki gerilimi sembolize eden gerçeküstü ve düşündürücü bir illüstrasyon. Sahne bölünmüş bir kompozisyona sahiptir: bir tarafta, hayvanlar, ağaçlar ve ilkel içgüdüleri temsil eden akan bir nehir ile canlı, evcilleşmemiş bir doğal ortam. Diğer tarafta, toplumsal normları simgeleyen, katı, ızgara benzeri binalar, yollar ve rutin işlerle uğraşan insanlardan oluşan yapılandırılmış bir kentsel manzara. Merkezde, büyük, çatlak bir ayna her iki taraftaki unsurları yansıtarak bunların birbiriyle bağlantılı olduğunu ve çatıştığını gösteriyor. Renk paleti, doğa tarafındaki sıcak, toprak tonları ile toplumsal taraftaki soğuk, sessiz griler ve maviler arasında tezat oluşturuyor. Atmosfer, insan davranışı ve bunun hem biyoloji hem de kültürdeki kökleri üzerine düşünmeye teşvik eden bir çağrışım yapıyor.
İnsan doğası ile sosyal normlar arasındaki gerilim

Comments


bottom of page